Yakup Kadri: İnsan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir

Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine
Bilmem beni hatırlıyor musunuz? Ben sizi asla unutmadım. Zira, köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç ihtiyar, çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahçup çehrelerle, yumuşak yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman hayatımın en derin, en büyük en yüz kızartıcı utancını duymuştum.

Utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur; geçtiği yerde ateşten izler bırakır.

Şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum.
Hanginiz daha az sefil idi? Hanginiz daha merhamete layıktı? Bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır. Bunun için değil midir ki, size hitabettiğim şu dakikada, hepinize karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum.
Bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum.
Üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür’et ve cesaret namına hiçbir şey bırakmıyor.
Hatırlıyor musunuz, bilmem! Sonbahar mevsiminin serin günlerinde idi; hava kah kapanıyor, kah açılıyordu ve bu durmadan değişmeler insanda hayata karşı bir güvensizlik uyandırıyor; sebepsiz bir vesvese, bir endişe, bir büyük tehlike hissi gibi ürpertiyordu.
Arabamızın içine ne kadar gömülsek, yumuşak ve sıcak esvaplarımıza, örtülerimize ne kadar bürünsek, zannediyorduk ki, yolumuzun sonunda bizi bekleyen şey açlık ve çıplaklıktır. İşte tam bu sırada siz o viraneler içinden, göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde, bizim önümüze çıkıyor veyahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. Bizden niçin kaçıyordunuz?
Bize doğru niçin koşuyordunuz? Bizimle sizin aranızda müspet veya menfi bir ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacını duyuyordunuz?
Evet, aramızda bir bağ, bir ilgi yar mıydı? Siz benim için yerin dibinden çıkmış müstehaseler ve biz sizin için başka bir küreden inmiş mahluklar değil miydik? Sizin, altında barınacak bir tek damınız, başınızı koyacak bir tek yastığınız yoktu. Biz ise o kadar büyük arabalar içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde idik.
Biraz sonra siz, yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe giderken, biz, yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık ve güneşten daha parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler, soğuk börekler ve taze meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini biraz tatsız bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiği (daha mükemmel bolluğu) hatırlayacaktık. Bilseniz, biz buna benzemez ne yemekler tattık, ne rahat yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik…
Dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler kurmuş sanılır. Bastığımz yere sanki kadifeler döşenmiş gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir kevserdir; kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes, her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve her oturulan sofra sanki bir hükümdarın sofrasıdır. Geceleri, sizi bekleyen yatak, kuş tüyündendir. Öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız zaman kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür:
İşte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan getirilmiş bir sürat ve rahat aletidir. Hayatı, oralardaki yaşayışa göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz ekmekten yiyemeyiz.
Lakin, o sıralarda ki, arabamızın etrafını sarıyordunuz. Her biriniz bir başka tavır, bir başka şive ile başınızdan geçen faciayı anlatıyordunuz. Örtündüğünüz paçavralar arasından kuru ve esmer kollarınızı uzatıyordunuz. Biriniz: İşte gavurun el uzattığı kız budur; ateşe kaktılardı, ayakları kötürümdür, diye ah ediyordu.
Bir diğeriniz de: Eyvah, eyvah neyim var neyim yok hepsini aldılar, mal, davar, tohum, oğul, koca… hepsini… diye hıçkırıyordu ve bir kadın: Dokuz çocukla bir harabenin içinde çırılçıplak kaldım; ne yapacağım, ne diyeceğim? Aman Allahım, aman Allahım! diye döğünüyordu. O vakit yemin ederim ki, sizden olmadığıma, sizi dinlemeğe paçavralar içinde, yalınayak gelmediğime nedamet ediyordum. Gözyaşlarınız arkasında bize karşı sezdiğim kin ve hınçtan korktuğum için değil, fakat felaket ve sefalet karşısında sefahat ve rahat denilen şeylerin ne kadar kaba, ne kadar adi olduğunu hissettiğim içindir ki, sizin aranıza karışmak, sizin aranızda kaybolmak, kendimi sizinle beraber görmek istiyordum; o dakika zannediyorum ki, hayatın en büyük zevki, neşesi ve en büyük şerefi sizin gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır.
O dakikada, Nasıralı Nebinin ruhundaki bütün esrar bana perde perde beliriyordu; onun; cüzzamlıları neden öptüğünü, sefil ve serserilerle neden düşüp kalktığını; neden toklar sofrasından kaçıp açlar çevresine sığındığını, neden dilencilerle beraber gezindiğini ve meczupların sohbetini neden akıllıların meclisine tercih ettiğini anlıyordum. O demişti ki: Asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklar. Asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. Asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar.
Evet, buna inanınız! Biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz; biz ki adalet dağıtanlar arasındayız, ruhumuz bin türlü gamla doludur! Hiç bilmediğiniz, görmediğiniz kederler, bizi, Eyyub’un etini kemiren kurtlar gibi kemiriyor. Bu temiz, rahat ve yumuşak örtüler altında şüphe, gurur, nahvet ve ihtiras denilen türlü türlü illetlerle şerha şerha kanıyan bir derimiz var. Düşmanın hıncı, vahşeti sizin üstünüzden bir kaza gibi gelip geçti; fakat biz o hıncı, o vahşeti ve o düşmanı daima içimizde taşıyoruz. Durmadan yanıp, durmadan tutuşuyoruz; durmadan yağmaya, talana, durmadan eza ve hakarete maruzuz; her dakika doğrulup her dakika yıkılıyoruz.
Ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evladının mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri, köpeklerle beraber uluyan aç çocuk; ey, bekareti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız,
Allah cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masun eylesin!
İşte, Yaban, bu yazının yayımlanmasından on, on bir yıl sonra, aynı yürek acısını daha geniş bir ölçüde ifade etmek için meydana geldi. Porsuk Çayı kıyılarında geçirdiğim üç dört aylık kabusu, şuurum altı, on yıl durmaksızın yaşamakta devam etmişti.
Anlıyorsunuz ki, bu eser, benliğimin çok derinliklerinden, adeta kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir, diyorum.
Zira, bu, ne bütün manasiyle bir roman, ne bütün manasiyle bir sanat ve edebiyat işidir. Hele, politika denilen gündelik davalarla hiçbir ilgisi yoktur.

Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz