İngiltere’de kölecilik 1772’de yasadışı kılındı. Kant’ın ölümünden (1804) yarım yüzyıl sonra bu görüşün akladığı kölelik düzeninin yeryüzünden olmasa da Anayasalardan silinip atılması uğruna verilen kavgada 30 milyonluk Birleşik Devletler’de yarım milyon Amerikalı yaşamını yitirdi. Süreçte Afrikalının yitirdiklerinin ve acılarının bir duygusuna yaklaşmanın olanağı yoktur. Ve gene de, bir 50 yıl daha geçmesine karşın, yine kafatası ölçütü ‘gözlem’ ve ‘deneyim’ üzerine dayalı ‘bilimciliğin’ insanı anlamadaki biricik ölçütüdür…
SOKRATES: Budalalığın varoluşunu kabul ediyor musun?
PROTAGORAS: Evet.
SOKRATES: Ve bilgelik budalalığın tam karşıtı değil midir?
* * *
Kuşkucu David Hume’u bir Sokrates’in, bir Platon’un ya da bir Hegel’in yanında düşünebilir miyiz? Bilgelik sevgisini bilgelik nefretinin yanında?
David’e göre, Yaşam salt bir budalalıktır – bilgeliğin tam karşıtı. Onun kilolu bedeni ile tam bir karşıtlık yaratan min imini bilincinde, insan Varoluşu bir kuşku tininin cisimselleşmesinden başka bir şey değildir. Evren ya da Doğa salt bir kuşku imgesidir. Ve insan bir kuşku, bir yanılgı, evrenin bir kaprisidir.
Budalalık budalalığın kendisi tarafından algılanabilir mi?
* * *
Felsefe Tarihi tüm başka bilimlerin tersine kendi karşısavını, çeşitli biçimleri altındaki Görgücülüğü de kapsamına alır. Ama bu gene de görgücülüğü bir bilgelik sevgisi yapmaz, ya da onun bilimsel bilgi olarak kabul edildiği anlamına gelmez. Tersine, görgücülük sözcüğün asıl anlamında bilgelik nefreti olduğu, bilimsel bilginin reddedilmesi olduğu içindir ki felsefede ilgi konumuz olur.
Pozitif bilimlerin tarihinde yanlış kuramlar, örneğin Simya, Astroloji, Frenoloji vb. tıpkı boşinançlar gibi bir yana atılır. Ama felsefe görgücülüğü böyle şovalye tavrıyla bir yana itmeyi istemez, çünkü görgücülük felsefenin gerçeklik biçimini vermeye çalıştığı doğal usun kendi özsel doğasına karşı tepkisidir. Burada bir gerçeklik/yanlışlık kavgası vardır ki, felsefenin doğuşundan bu yana sürer. Ve insan bilininin GERÇEKLEŞME süreci yanlışlığın uysal bir boyun eğişi ile değil, ama tersine kendini doğrulamada diretmesi ile, sonunda açık irrasyonalizme varan bir dikkafalılıkla nitelenir.
Görgücülük felsefeyi ilgilendirir, çünkü doğal bilincin tüm yanılsamasını kristal duruluğunda sergiler.
Doğal bilincin sözde kuramsal vargıları dünya tininin bu eylemlerine koşuttur: Türenin göreliliği, duyuncun göreliliği, değerlerin göreliliği, bilimin göreliliği, güzelin göreliliği vb. kısaca tümünün yokluğu.
Yalnızca algılananın varolduğu, evrenin öznel/ekinsel bir yapıntı olduğu, bilimin bir alışkanlık yapısı ya da bir güç ilişkileri sorunu olduğu, iyi ve kötünün göreli olduğu, yararlı olanın kendinde gerçek ve güzel olduğu – tüm bu saçmalıklar anahatları David tarafından özenle işlenen görgücülüğün mantıksal vargılarıdır.
Görgücü kuram ve kılgı arasında uğursuz bir birlik vardır. İnsanlığa değer vermeyi henüz başaramayan bilinç insanlığı eşit ölçüde kolayca gözden çıkarır.
* * *
Felsefenin ereği usun bütün biçiminin idealleştirilmesi, usa bütününde gerçeklik biçiminin verilmesidir, ve bu girişimin nesnesi genel olarak doğal bilinçtir. Us kavramının kendisi usun özgür biçimini kazanmasını, tüm gizilliği ve boyutlarında evrensel olarak açındırmasını, tüm bilincin gerçeklik biçimi olmasını erek olarak alır. Ve bu dönüşümün gereği ve eytişimi doğal bilincin içinde olduğu yarıussal biçimdir, genel olarak eğitimsizliktir. Görgücülük gerçekliğe karşı çıkmakla usun özgür biçimlenişine karşı çıkar. Eğer iyi (erdem) ve kötü (erdemsizlik) kavramlarını uygularsak, dünyadaki kötülüğün kökeni bilgisizliktir. Ve görgücülük insana güvensizliğinin kendisinde erdemsizliğin eline oynar.
Eğer doğal bilinç bu yoruma direnç gösteriyorsa, bu henüz görgücü düşünce kapanına tam olarak yakalanmamış olduğunun kanıtıdır. Çünkü bu direncinin kendisi yalnızca ve yalnızca henüz ‘iyi’, ‘erdem’, ‘türe’, ‘gerçeklik’ gibi kavramlarının doğal usunda işlemekte olduklarını gösterir. Saf doğal bilincin tersine, kökleşmiş görgücülük bu kavramların tam eksikliği olarak, böyle bir tepkiye yeteneksizliktir. Görgücü bilinç,tam olgunlaşmış durumunda, bilgiye ve duyarlılığa ve duyunca tam bir kapanıştır. Bundan böyle uslamlama yoluyla, diyalog yoluyla, düşünce yoluyla, genel olarak ussal yolların hiç biri aracılığıyla ona erişilemez. Belki de bir şizofreni sağaltımı dışında.
* * *
Kuşkucu David’i bir Sokrates’in, bir Platon’un ya da bir Hegel’in yanında düşünebilir miyiz? Böyle düşünmeyi başarabilen bilinç, henüz bir karşıtlık kavramına yetenekli olup olmadığını sorgulamalıdır. Kuşkucu saplantı usa kendi doğal kavramları ile işleyişini yadsır, doğal uslamlamaya güvenin yitişine götürür, doğal dilin kendisinin bozuluşuna yol açar. Kuşkuculuk en sonunda ussal iletişimin kapanmasında demir atar.
David’e (ya da aynı kuşkucu kafa yapısına) USSAL bir söylem sunun –örneğin Platon’dan, ya da Descartes’tan, ya da Spinoza’dan, ya da Leibniz’den–, kesinlikle izleyemez, usdışı kuruntuları ile tüm içeriği anlamsızlaştırır, tek bir sözcüğünü bile ANLAMAZ!
Ve ANLAMSIZ olduğunu bildirir.
David’e (ya da aynı kuşkucu kafa yapısına) BİLGELİK SEVGİSİnden söz edin, ERDEMden söz edin, KURTULUŞ ve ÖZGÜRLÜKten söz edin. Yüreği insan sevgisi ile mi çarpar? Türeli bir dünya özlemine, sömürüsüz bir dünya özlemine, savaşsız bir dünya özlemine mi katılır? Kesinlikle Hayır! Böyle idealizmin tek bir sözcüğünü bile ANLAMAZ! Anladığında diretiyorsa, henüz yeterince kuşkucu değildir, ve henüz umutsuz değildir.
Tüm görgücülüğün –eş deyişle, analitik, pozitivist ve nihilist bilinç çürümesinin– ÖZELLİKLE yetenekli olmadığını bildirdiği şey ANLAMın kendisidir.
Kuşkucu bilinç için TÖREBİLİM, ESTETİK, FELSEFE ve BİLİM, tümü de ANLAMSIZDIR. Eğer anlamlı olduklarında diretiyorsa, henüz bilincinin ussal yanını tam olarak silmeyi başaramamıştır, henüz tamamlanmış eğitimsizlik değildir.
Kuşkucu bilince BİLİMden, GERÇEKLİKten, PEKİNLİKten söz edin? Öyle anlamsız şeyler yoktur, der. Ve bu bilinç anlamsızın ötesine geçemeyişinin, anlamverme yeteneğinden yoksunluğun gerçekte kendi kavramsal yetisindeki bir bozukluk olabileceğini algılayamaz mı? Kendisinin anlamsız bir bilinç olduğunu, anlamsız olanın yalnızca kendi biçimi olduğunu?
İnsanların salt ussal varlıklar oldukları için ÖZGÜRLÜK ve DEĞER içinde yaşama HAKLARInın olduğunu, kara ya da sarı ya da beyaz tümünün de TÜRE İdeasına yetenekli olduğunu söyleyin. Tümünün de GERÇEK İNSAN BİLİNCİNE erişmeye yetenekli olduğunu, dünyadaki tüm sorunun GERÇEK EĞİTİMİN eksikliğinden, GERÇEKLİK BİLİNCİ’nin yoksunluğundan kaynaklandığını söyleyin? Peki, insanların renk ve eşey ve başka doğal özelliklerine bakılmaksızın yalnızca ve yalnızca ussal varlıklar olmakla EŞİT olduklarını, ve ancak kendilerini insan DEĞERİne yaraşır görmekle gerçek İNSAN olmayı başarabileceklerini? Bunların çok büyük saçmalıklar olduğunu söyleyecektir! David bu saçmalıkları kendi başına üretebilir miydi? David’in bilinci öyle bir dinsel, ekinsel, tarihsel tinin ürünüdür ki, Usa ve Ussallığa dayanamaz, onu kaldıramaz, tersine Usu ve Ussallığı ezmek, Luther’in deyimiyle, “köreltmek, ayaklar altında çiğnemek” zorundadır. Çünkü özgür Ussallık o sınırlı bilinç biçimini belirleyen bir tarih evresinin, Batı uygarlığının saltık reddedilişidir. Bu ‘uygarlık’ Evrensel Usun reddedilişi üzerinde kuruludur. Ve bu yüzden geçici, yalancı bir varoluştur. Aslında evrensel insan varoluşundan öylesine uzaktır ki, gerçekte insan-altı bir varoluştur. Niçin mi? David’in kendisinin 1748’de, bu İnceleme’sinin yayımından daha sonra yazdıklarını okuyalım: “Negroların ve genel olarak tüm insan türlerinin (çünkü dört ya da beş ayrı tür vardır) doğal olarak beyazlardan aşağı olduklarından kuşku duyma eğilimindeyim. Hiçbir zaman beyazdan başka herhangi bir tende uygar bir ulus olmamış, n ede giderek eylemde ya da kuramsal düşüncede seçkin herhangi bir birey olmuştur. Aralarında hiçbir becerikli üretici yoktur, hiçbir sanat ve hiçbir bilim yoktur. Öte yandan, beyazların en kaba ve en barbar olanları bile, örneğin eski Germenler, şimdiki Tatarlar, henüz yiğitliklerinde, hükümet biçimlerinde ya da başka herhangi bir tikel özellikle seçkin bir şey taşırlar. Eğer doğa bu insan soyları arasında kökensel bir ayrım yapmamış olsaydı, böyle biçimdeş ve değişmez ayrımlar yüzyıllar ve çağlar boyunca yer alamazdı. Sömürgelerimizin sözünü etmesek bile, tüm Avrupa’ya dağılmış Negro köleler vardır ki aralarından hiç biri hiçbir zaman herhangi bir beceri belirtisi göstermemiştir, gerçi aramızdaki eğitimsiz aşağı insanlar işe koyulup kendilerini herhangi bir meslekte sivriltecek olsalar bile. Aslında Jamaika’da bir negrodan yetenekli ve bilgili bir insan olarak söz ederler; ama kendisine çok yetersiz başarılarından ötürü hayranlık duyuluyor olabilir, tıpkı birkaç sözcüğü açıkça konuşan bir papağan gibi. “
Aslında David’in kendisi hiçbir zaman kendileri özgürce düşünmeyen Locke ve Berkeley’in papağanlığından daha çoğunu yapmamıştır. Ve insanların felsefe olarak, bilim olarak kabul etmede hiçbir güçlük çekmedikleri, tersine bir haz, bir sevinç duyarak, insan olmanın gerçek anlamını görerek öğrendikleri ve kendi katkıları ile geliştirdikleri bu ortaklaşa bilgeliği anlamada böylesine başarısız olması David’in fiziksel ve entellektüel olarak aşağı ya da yeteneksiz bir ırka ait olduğunu değil, ama değer verme yeteneğinde aşağılık bir ekin tarafından belirlendiğini gösterir. David entellektüel olarak geri, kuşkucu, insan değerlerine, giderek insanlığın kendisine yabancı özel bir ekinin, Protestan Batı ekininin tipik ürünüdür. David’in bilinci tarihsel/ekinsel bir fosildir.ama bu tarih ve bu ekin Avrupa’da ve Birleşik Devletler’de ve dünyanın başka yerlerinde henüz yaşamakta, henüz dünyanın renkli renksiz insanlarını sömürmeyi, çürütmeyi ve yoketmeyi sürdürmektedir.
Gerçekte David’in felsefe tarihinde olumsuzun dışında, modernist sofizmi örneklemenin dışında sözü edilmeye değer bir önemi yoktur, ve ‘kuramı’ ile ilgilenmemizi aklamak için budalalığa karşı insanlık borcunu ödememiz dışında herhangi bir gerekçe ileri süremeyiz. Locke ve Berkeley’e öykünmenin dışında hiçbir özgünlük göstermemiş olmasına karşın sık sık sözünün edilmesinin nedeni Kant’I, ussalcı yanıyla felsefeye sarılmasına karşın, hiçbir zaman Gerçekliğe, Bilgiye ve Bilime karşı kuşkularını aşamayan bu grotesk kişiliği etkilemesine bağlıdır. (Albert Einstein’in David’e minnettarlığını sunması, tepeden tırnağa bir irrasyonalizm dokusu olan özel ve genel ‘Görelilik’ Kuramını geliştirmede onun da “ölümsüz hizmetlerinden yararlanmış oludğunu” belirtmesi (1917 kitapçığında ) hemen hemen hiçbir Batılı fizikçi tarafından bilinmez ve bilinse de dikkate alınmaz.) David’in Kant üzerindeki etkisini küçümsememek gerekir. Modern felsefe tarihine Eytişimin yeniden kazandırılmasında, Mantık Bilimi kavramının modern bilinçte yeniden doğuşunda öylesine utandırıcı olan, ama tüm bu eşsiz katkılarına karşın, insan Usunun doğasına sonsuz ölçüde yabancı kalan bu aynı Kant, 1764’te kırk yaşında “Beobachtungen|Gözlemler”de yine David’in esini altında gözüpek bir biçimde şunları yazdı: “Afrikalı Negroların doğal olarak ahmaklığın üstüne çıkan hiçbir duyguları yoktur [:: Die Negers von Afrika haben von der Natur kein Gefühl, welches über das Läppische stiege. ] Mr. Mume herkese bir Negronun yetenekli olduğunu gösterecek tek bir örnek vermeleri için meydan okur, ve ülkelerinden başka yerlere götürülen yüzbinlerce kara derili arasında birçoğunun, özgür bırakılmalarına karşın, gene de sanatta ya da bilimde ya da övgüye değer herhangi bir başka nitelikte büyük herhangi bir şey sunduklarının görülmediğini ileri sürer. Bu iki insan ırkı arasındaki ayrım öylesine temeldir ki, ansal yetenekler açısından da renk açısından olduğu denli büyük görünür. Rahip Labat karılarına karşı mağrur davranışından ötürü kınadığı bir Negro marangozdan şu yanıtı aldığını anlatır: ‘Siz beyazlar gerçekten aptalsınız, çünkü ilkin karılarınıza büyük ödüller verirsiniz, ve sonra sizi çıldırttıklarında yakınırsınız.’ Ve bunda belki de üzerinde düşünmeyi hak eden birşey olabilir; ama, kısaca, bu varlık tepeden tırnağa kapkaraydı – söylediğinin aptalca olduğunun açık bir tanıtı [:: vom Kopf bis auf die Füße ganz schwarz, ein deutlicher Beweis, was er sagte, dumm war ]. ” Ve Kant kısa bir süre sonra yazmaya başladığı Arı Usun Eleştirisi’nde bundan daha iyi bir ‘tanıtlama’ yöntemi geliştirmedi. Gerçekte yalnızca kendi öznel, kuşkucu usunun zavallı bir dökümünü verdi.
(Bu iki kuşkucu da batı ‘modernizmi’ denebilecek bir düşünce eğilimi tarafından Aydınlanma geleneğine ait görülürler. Ve Aydınlanmanın gerçekte Katolik Boşinanca karşı ateist ve/veya da özdekçi bir tepki olması ölçüsünde, her ikisi de (sözde teizmlerine karşın) hiç kuşkusuz Aydınlanmanın tinini temsil ederler. Ama modern bilinçte Aydınlanma aynı zamanda Us, Özgürlük ve İlerleme kavramları ile de bağlanır, ve sonuçta modern uygarlığın yol açtığı tüm kötülüğün kökeni Us, İlerleme ve Özgürlüğün kendisinde bulunur. Bu ‘uslamlama’ya göre, bu iki “bilgenin” anlatım verdikleri ırkçılık bile Usun ve Ussalcılığın bir vargısıdır. Özgürlük ve İlerleme denilen şeyin kaçınılmaz koşulları arasındadır.
Ama bu ‘ussalcı’lar usu öyle bir yolda temsil ederler ki, yaşamlarını usdışına, usu sınırlama, usu çürütme davasına adamışlardır. Ve Protestan Batı belirlediği ve efendisi olduğu ‘modern uygarlığa’ bakıp ta bunun Usun Edimselleşmesi olarak görüldüğü zaman, bu yapmacık küstahlığa, bu zoraki büyüklenmeye gülmemiz gerekir. Us Anglo-Saxon pragmatizminde henüz bir karikatürdür, ve sanatsal ve bilimsel inceliklerinin dışında, Germanik ekin törel gövdesinde henüz bir kabile tinine anlatım vermeyi sürdürür.
Gerçekten de David ve ‘Cant’ (aslında ‘Kant’da bir İskoçyalıdır) ‘ussalcılar’ olarak görülecek olursa, eğer Us bütününde Aydınlanma özdekçiliğine indirgenecek olursa –böyle bir saçmalık bir an için bile olsa kabul edilirse–, hiçbir şey usu bütünüyle reddeden postmodernizmden, bu son nihilist çılgınlıktan daha ussal olamaz, ve İrrasyonalizm bütünüyle törel olarak modern Rasyonalizmin haklı almaşığı olur (eğer bir anlamı olacaksa). Ama sonsuz bilgisizlikten, insanın en özsel doğasının reddedilmesinden başka hiçbir şeyi anlatmayan bu modern boşinancı, bu İrrasyonalizmi bir yana bırakabiliriz, ve Aydınlanmanın bütünüyle basma kalıp bir duyumculuk ve dolayısıyla eşit ölçüde düşüncesiz bir özdekçilik olduğunu anımsayabiliriz. Bir boşinancın hakkından ancak bir başka boşinanç gelir. Biraz dikkatli bir gözlem modern çağda o antik bilim ve matematik ve felsefe tinini yeniden yakalayan Galileo, Kopernik, Kepler, Descartes, Leibniz gibi insanların hiç birinin duyumcu, hiç birinin özdekçi vb. olmadığını, hiç birinin ‘Aydınlanmacı’ olmadığını, tersine tümünün de felsefenin değerini anlayıp kabul ettiklerini, tümünün de ussalcı öncellerinin çalışmalarını kucakladıklarını görecektir. Yine, Aydınlanma çağında yaşayan Concordet, iyimserliğinde hiçbir sınır tanımayan bu ussalcı insan, evrensel Usa ve tüm insanlığın koşulsuz İlerleme yeteneğine inancında çağdaşları ile bütünüyle geçimsiz bir idealisttir, ve Rousseau’yu salt zamansal bir birliktelikten özürü özdekçilerin, kuşkucuların arasında görmek saçmadır –Bu noktada dünyanın neresinde durduğunu, hiçbir zaman anlamamış Kant’ın değerinin nerede yaptığını da görebiliriz. Fichte, Schelling, Hegel, üçü de felsefeyi ilkin Kant’tan öğrendiler, ve özellikle ilkin ikisi Kant’ın tüm saçmalıklarını bir yana atmalarına karşın yalnızca Kant’ın izinde yürüdüklerini söylemekten, felsefelerinin Kant’ın ‘aşkınsal/transzendental’ felsefesi olduğunda diretmekten vaz geçmediler. Gerçekten de genç Alman felsefeciliğinin Kant’tan yararlanması, onu felsefede idealist bir yeniden doğuş sürecinin bir bakıma ham gereci olarak kullanabilmesi harika bir olaydır. Ama Kant’tan felsefecilik yönünde, idealizm yönünde yararlanabilmek için bir Fichte olmak, bir Schelling olmak gerekir. Buna karşı, tüm yeteneksizlik, tüm erkek kuşkuculuk Kant’ın felsefesinin yalnızca irrasyonalist yanlarını görür, yalnızca bunlara sarılır. Kant düşüncesinin ancak Alman idealizmine özümsenen yanıyla felsefe tarihinde çığır açan ve Hegel’in saltık idealizmine doğru yükselen bir dönemin birinci kahramanı olarak tüm felsefecilerin duygudaşlığını kazanmayı hak eder. Ama Alman felsefeciliğinde Schopenhauer ile başlayan, ve ondan Nietzsche’ye, Heidegger’e vb. aktarılan Alman irrasyonalizmi de kökenlerini Kant’ta bulduğunda direttiği zaman, büyük ölçüde haklıdır. Yine, aynı kuşkucu zeminde davranan modern analitik okullar da Kant çevresinde sürekli dalgalanan bön bir duygudaşlık alanını sömürmede hiçbir güçlük çekmezler. Kant eytişiminden kaçan tatlı su ‘felsefeciliğinin’, apaçık bilgisizliğin ve bönlüğün, giderek nefret kuramcılığının dayanağı olmuştur ve en aptalların kendilerini aklamaları için her zaman kullanıma hazır olacaktır.)
Bu alıntılar yalnızca David’in ya da Kant’ın kişisel görüşlerini temsil etmezler. Tersine, bu görüş modern Protestan Avrupalının evrensel görüşüdür, ve yalnızca içinde boğuldukları halksal önyargılara yaltaklanan bu iki Avrupalı ‘bilge’ tarafından dile getirilmiş de değildir. Ve pekçok Avrupalının kölecilikten, ırkçılıktan utanmaya başladığı, insan eşitliği ve özgürlük kavramlarının doğmaya başladığı bir dönemde bu yüz kızartıcı ‘felsefeciler’in bütününde insanlığa nasıl baktıklarını görmek kafa yapıları konusunda pekin bir ölçüt verir (İngiltere’de kölecilik 1772’de yasadışı kılındı). Kant’ın ölümünden (1804) yarım yüzyıl sonra bu görüşün akladığı kölelik düzeninin yeryüzünden olmasa da Anayasalardan silinip atılması uğruna verilen kavgada 30 milyonluk Birleşik Devletler’de yarım milyon Amerikalı yaşamını yitirdi. Süreçte Afrikalının yitirdiklerinin ve acılarının bir duygusuna yaklaşmanın olanağı yoktur. Ve gene de, bir 50 yıl daha geçmesine karşın, yine kafatası ölçütü ‘gözlem’ ve ‘deneyim’ üzerine dayalı ‘bilimciliğin’ insanı anlamadaki biricik ölçütüdür: Encyclopædia Britannica 1911’de şöyle yazar (11. Yayım): “The criminal is a special type of the human race, standing midway between the lutanic and the savage” :: “Suçlu birey insan ırkının deliler ve yabanıllar arasında ortak noktada duran özel bir tipidir.”
Bu tür bakış açıları Hıristiyan Avrupa bilincinin tözünde yatar, ve ancak bütününde bir ‘Avrupalı,’ ‘Asyalı’ vb. olmaya son veren, tüm ekinsel indirgemelerin ötesine, tarihselliği redderek koşulsuzca Usun ideal düzlemine erişen bilinçte tam olarak yenilirler. Bu bakış açısı aynı zaanda modern Avrupalının ‘Sömürgecilik’ dediği, ama aslında çok daha fazlası olan şeyi de aklayan kafa yapısının temelleri arasındadır. Terim gerçekte sömürgeciliğin kendisinden de büyük suçları örtmeyen, Protestan Avrupalının yeryüzünde yolaçtağı insanlık yıkımlarını, ve bunlara neden olan yarı-insan ekinini gizlemeye yarar. Eğer insanın ÖZSEL OLARAK USSAL BİR VARLIK olduğu kabul edilirse, eğer Descartes’ın insanlara US EŞİT OLARAK verilidir sözlerini kavrıyorsak, açıktır ki Avrupalının modern tarihinde de sergilemeyi sürdürdüğü us-dışı bilinç biçimleri ve duyunç-dışı davranış biçimleri onu neredeyse insan olarak bilinen ve kabul edilen varlık türünden ayrı barbar bir yaratık gibi gösterirler. Ama gene de Descartes haklıdır, ve insanlık tarihini neredeyse bir çılgınlığın tarihine indirgeyen irrasyonalizmine karşın, bu bilinç türü de suçlanabilirdir, çünkü ancak özsel olarak ussal ve özgür olan bir yaratık yargılanabilme yeteneğindedir. Insan doğru düşünmeyi ve türeli davranmayı başarabilir, ve bu yeteneği ile, hayvanın tersine, törel yargı altında durabilme ayrıcalığındadır. Ama dışsal cezadan ayrı olarak, en sonunda tinin suçunun gerçek içsel cezası suçun kendisidir, suçluluktur, kötülüğün bilinci ve kötülüğün edimsel olarak yaşanmasıdır. Bir olanak olarak, modern Avrupalı da en sonunda ‘özgürce’ düşünebilir ve davranabilir, ve kendini yargılayabilir, e.d. kendini anlayabilir. Son yüzyılda yaşadığı yıkımlar, delilikler, yokedicilikler yalnızca ve yalnızca ekinsel temellerinin ekndi mantıksal vargıları, modern Usun edimsel tarihsel çıkarsamaları, özsel gerçeklikleridir. Ve çoktandır olsa olsa bir posa denli değeri kalmış bir sürecin kendisi modern Batı ussalığının kefaretidir. Usdışı üzerine kurulan hiçbir sürecin gerçek edimselliğinin olmaması ölçüsünde, varoluşunun yalnızca geçici, baştan sona yalancı olması ölçüsünde, görgül geleceği irrasyonel ilkelerinin kendileri tarafından belirlenir. Törellik David’in direttiği gibi insan için ‘Zorunluk’ koşulu altında değil, ama doğal usun çok iyi bildiği gibi ‘Özgürlük’ yeteneği altında olanaklıdır. Ve varoluş ancak bu yeteneği kabul ettiği ölçüde anlaşılabilir, yargılanabilir, reddedilebilir, ve değiştirilebilirdir. Özgürlük duyuncun tözüdür, ve duyunç hiçbir zorunluk, hiçbir dışsallık taşımayan ve tanımayan saltık güçtür. Sorun Batı bilincinde bu kavramın henüz eksik olmasıdır. Ve batı ekini bu düzeye dek temelsizdir. David’in “özgürlük, zorunluğu kaldırmakla, nedenleri de kaldırır, ve şans ile aynı şeydir” diye yazmasına karşın, özgürlük şans ile aynı şey değildir, dersine istencin kendini özsel belirlenimi içinde açındırmasıdır. Ve bu anlamda özgürlük David’in hiçbir zaman anlamadığı o zorunluluğu dışlamaz.
Örgütlü politik davranış yerine, bir sürü tiniyle dünyayı keşfe çıkan duyunçsuz modern Avrupalı yalnızca ilkel, henüz çocuksu, henüz bebeksi ekinlerin doğal kaynaklarını çalmakla yetinmemiş, ama insanlarının kendilerini de talan etmiştir; bununla da yetinmemiş, onların insanlık değerlerini reddetmiş, benliklerini, kişiliklerini, insan olma onurlarını da yağmalamıştır. Hiç kuşkusuz, tarihte Büyük İskender ve onun dışında Romalılar, Araplar, Osmanlılar da imparatorluklar kurmuş, bu ‘onur-sever’ tinler dünya egemenliği uğruna savaşmış, yoketmiş, ama o denli de varetmişlerdir. Tümü de imparatorlukları sırasında ele geçirdikleri halkları ekinsizleştirmemiş, tersine onlara kendi değerlerini vermiş, ve kendileri onların değerlerini kabul etmişlerdir. Ama Protestan Avrupa’nın ‘sömüzgeciliği’ tarihin modern barbarlarının, tarihe geç katılanların eylemidir, ve verecek değerli hiçbir şeyi olmayan bu ekinin kendisi gibi değersiz, nihilist bir süreçtir, YALNIZCA YOKEDİCİDİR, kendisi yalnızca alıcı iken, verdiği ise yokedicilikten başka bir şey olmamıştır. Tarihsel bir eylem değil, ama tarih-dışı bir deliliktir. Bu ekin tarihin kendisini saçmalığa çevirmiştir. Özgürlük, uygarlık ve türellik tarafından belirlenen ussal Gelişme yerine, dengeli bir tinsel ve özdeksel ilerleme Protestan Batının tarihe katkısı yalnızca yarı-insanlığın, duyunçsuzluğun, barbarlığın, kaba-gücün nihilist bir salıverilişidir. Varolması, edimselleşmiş olması bu usdışı süreci aklamaz; tersine, yokediciliği, pozitivizmi, nihilizmi, varoluşçuluğu, postmodernizmi yalnızca bu tek-boyutlu dünya ekininin apaçık SAÇMALIĞINI sergiler, yalnızca bu tinin doğum saatinin ölüm saati oludğunu doğrular.
Felsefe ile ilgisiz o kuşkucu okur-yazarlar, yalnızca modern bönlüğü aldatan o yalancı felsefeciler, o David ve o Kant, insanları ekinsel değere göre değil ama tensel ayrımlarına, fiziksel/özdeksel doğalarına göre ölçüp biçen ırkçılığın, bugün de tüm acıları ile yaşanan bu trajik olayın kışkırtıcıları arasındadırlar. Ve burada Nazilerle, Ku-Klux-Klanla ve sayısız sapık kafa yapısı ile aynı kampta durduklarını düşünmek ürperticidir. Ortalarda hiç dolaştırılmayan, ve Kantçılar, Humecular vb. tarafından nereye ve nasıl uyarlanacakları bilinmeyen o ırkçı pasajlar modern görgücülüğün adha baştan ne denli insanlık dışı, ne denli us dışı bir girişim olduğunun bir ölçüsünü verirler. Ama bugün de modern Batı akademizmi vargıları yalnızca bastırılıp toplumsal bir bilinçaltına gömülen bu çirkin bilincin, bu kuşkuculuğun entellektüel belirlenimi altındadır.
Görgücü bakış açısı zorunlu olarak ırkçık vargılara götürmeyebilir gibi görünür; ve gerçekten de görgücü yazarların çoğu böyle bir vargıya katılmazlar. Ama bu sağgörülü davranışları öznel/kişisel bir davranıştır, ve benimsedikleri kuramları ile bağdaşmaz. Kuşkuculuk, bir değer ve mantık çözülmesi olarak, herhangi bir a priori belirlenime, usun, dil yetisinin, anlama yetisinin insanlarda saltık olarak eşit olduğu belirlenimine izin verecek güçten, pekinlikten, kararlılıktan yoksundur. Usu, genel olarak yargı yetisini, değerlerin yetisini reddeden görgücü mantık buna almaşık olarak o çok sevdiği sözde ‘deney ve gözlem’ yöntemine başvurur. Bu yaklaşım uzunca bir süre insanların ruhsal ve ansal yeteneklerine ‘kafatası’, ‘kemik yapıları’ vb. gibi gözlem ve ölçüm konusu şeylerle değer biçtikten sonra, bu saçmalıkları bırakarak yeni saçmalıklara dönmüş ve son zamanlarda kemik dokusunun vb. yerine daha bulanık ve böylece daha inandırıcı görünen kalıtsal özelliklerini, kromozomları almıştır. Görgücülüğün aynı usdışı yönteminden doğan usdışı vargıların sonu gelmez, ve David bu kitabında bunları birbiri ardına sıralar. Ama mantıksal olarak çıkarsanabilecek ve kolayca anlaşılacak pek çok nokta mantıksız görgücülük tarafından görgül genellemelere dayanarak kolayca çarpıtır, düşüncede görülmemiş bir mantığı, giderek eytişimin kendisini kullanma girişiminde bulunan sofizmini neredeyse sevimli gösterir.
Modern kuşkuculuk David gibi, giderek Kant gibi öncellerinin peşinden giderken, kapıyı ırkçılığa, türesizliğe sonuna dek açarken, sözcüğün tam anlamıyla saltık ikiyüzlülükle platon ve Aristoteles ve Hegel’I, aslında tüm felsefeyi ve tüm ussalcılığı doğal bilince şikayet eder. Popper, eline aldığı kuramsal metinlerin arasına bir çapulcu gibi dalan bu düşünce gangsteri, Platon’un ve Hegel’in Açık Toplum ‘Düşmanları’ olduklarını ileri sürerken, ve insanlar ‘Açık Toplum’ ile ‘gerçekten açık’ bir toplumun denmek istendiği sanısına kapılırken, Hume, Kant, Fries gibi belgeli ve katıksız ırkçılarla güçbirliği eder. Hegel 19’uncu yüzyıl Almanyasında Yahudilerin de salt insan oldukları için yurttaşlık haklarından yararlanmaları gerektiğinde diretirken, Popper’in özellikle Hegel 19’uncu yüzyıl Almanyasında Yahudilerin de salt insan oldukları için yurttaşlık halklarından yararlanmaları gerektiğinde diretirken, Popper’ın özellikle Hegel’i totaliterlikle suçlamak için kullandığı Fries’ın kendisi, 1816’da Heidelbergische Jahrbücher der Litteratur’de “Yahudiler Almanyaların gönenç ve karakterlerini nasıl tehlikeye düşürürler?” başlıklı bir yazısında “Yahudilerin yokedilmesi” gerektiğini bildirir. Bu yazıda Fries Yahudilerin “geçmişte ve günümüzde halkın kanını emenler” olduklarını söyler. “Böylece Yahudi kastı… tam olarak kökünden kazınmalıdır (mit Stumpf und Stiel ausgerottet) çünkü bu kast devlet içerisindeki tüm gizli ve politik toplumların açıkça en tehlikelisidir. … Evlenme özgürlükleri … kısıtlanmalıdır. … Bir Hıristiyanın bir Yahudi tarafından çalıştırılması yasaklanmalıdır!”; ve “giysileri üzerinde özel bir işaret” takma zorunluluğu getirilmelidir. Aslında genç Hegel 1975’te, 25 yaşında yazıdığı “Hıristiyan Dininin Olumluluğu” başlıklı denemesinde Protestan kiliseyi de kapsamak üzere genel olarak Hıristiyan kilisenin değişik inançlarda olan insan karşı hoşgörüsüzlüğünü eleştirir ve bu ikircimli dinsel tutumu ödev ya da yasa bilinci ile karşı karşıya getirir: “Devlet bir ödev olarak başka inançlardan insanların haklarına saygı duyulması isteminde bulunur”, oysa “hoşgörülü kilisenin (aralarında Protestanlar da olmak üzere) görevlileri her zaman yanılgıda olanlara gösterilmesi gereken incelikten, acımadan ve sezgiden söz ederler –ÖDEVLER olarak buyrulmayan ama gönüllü olarak gösterilmesi gereken EĞİLİMLERden.” Hegel’in sözünü ettiği ÖZNELCİLİK– ussal yasa değil ama öznel eğilimler: Soyut yüreğin iyisi, ‘koşulsuz’ iyi istenç– Almanların sonunda tüm yasayı ortadan kaldırmalarında edimsel olarak ne anlama geldiğini göstermiştir.
Bugün de görgücüler, kuşkucular, pozitivistler, nihilistler arasında Platon düşmanlığı, özellikle Hegel düşmanlığı histeriktir. Gerçekten de, haklı bir eleştiride ya da suçlamada bulunan bilinç ılımlılığını, sağduyusunu yitirmez, soğukkanlı yargısına güvenir ve dayanır, ve sağduyu tarafından eşit soğukkanlılıkla dinlenir. Ama felsefe düşmanlığı gerçeklik düşmanlığıdır, ve eğer felsefecinin düşüncesinin olduğu gibi eyleminin de gerçeklik tarafından belirlendiğini, en azından felsefecinin gerçeklikten daha yüksek hiçbir ölçütü kabul etmediğini ve koşulsuz olarak usun ışığını izlediğini düşünürsek, gerçekliğin karşısına, gerçek felsefecinin, Platonların, Aristoteleslerin ve Hegellerin karşısına çıkan bilincin güdülerinin ve tarihsel rolünün de ne olduğunu anlamak güç değildir. Bu histerik yazarlar Batı ekinlerinde entellektüel nüfusun ciddiye alınacak bir bölümünün duygudaşlığını kazanırlar. Çünkü modern Batının giderek artan genel güvensizlik tinini yakalarlar, gerekçeleri nasıl formüle edilirse edilsin Batı düzeninin kendisine yönelik kuşkuyu, henüz kendinde belirsiz olduğu sanılan endişeyi, korkuyu vb. sömürürler. Ve bütünüyle ilgisiz güdülerden yola çıkan saf toplumsal eğilimler üzeride oyunlar oynamayı, onları kolayca yönlendirmeyi başarırlar (son onyıllar boyunca, pozitivizm ve postmodernizmin popülerliği duruma örnektir). Bunu kolaylaştıran etmen Batı akademizminin, en azından Kıtadaki türünün, batı ‘rasyonalizminin’ kendisinin zayıflığı, hiçbir zaman gerçek rasyonalizmi, eytişimsel, kavramsal düşünceyi kavramamış olmasıdır. Bu ‘rasyonalizm’ pozitivizme kolayca yenik düşmüş, Popperlar, Gödeller, Russellar tarafından yıldırılmıştır, çünkü kavramsız bir rasyonalizm olarak, bir ‘deney ve gözlem bilimciliği’ olarak, bilimsel içeriğin kenidsini aklayacak kuramsal düşünce aygıtından yoksundur. Popperların, Wittgensteinların, giderek Feyerabend gibi bütünüyle amorf kafaların Batı rasyonalizmini neredeyse bir yüzyıl boyunca tutsak almalarının nedeni bu rasyonalizmin kendisinin kendinde kavramsız olmasıdır. Hegel’in ölümünden kısa bir süre sonra Hegelcilik Alman üniversitelelerinde yasaklanırken, ve meydan Schopenhauer’den Nietzsche’ye, Kierkegaard’dan Heidegger’e irrasyonalistlere kalırken, modern Avrupa bilinci Russell’dan Sartre’a niteliksiz halk felsefecilerine, istedikleri zaman dizge değiştiren, görüş değiştiren öznelciliğe kolayca boyun eğdi. Son olarak Foucault, Derrida, De Man vb. gibi katıksız irrasyonalistler Batı felsefeciliğinin akışını bütünüyle durdurdular, giderek tersine çevirdiler, felsefenin kendisi, usun kendisi, bilimin ve bilimcinin kendisi suçlanır oldu. (İrrasyonalzmi eleştirisini irrasyonalizmin kendisine yücelten Feyerabend nesnel gerçeklik arayap entellektüellerden “adi suçlular/criminals” olarak söz eder; bilim adamları/scientist ise “eski mit anlatıcıları, halk-ozanları ve saray soytarılarıdır :: ancient myth-tellers, troubadours and court jesters.” David yalnızca bilimin bir alışkanlık yapısı oludğu sonucunu çıkarmıştı. Bu zeminde, bilimcinin neye karşılık düştüğünü düşünecek ve bildirecek denli gözüpek dreğildi.) Snuç düşünmeyen bir Batı, aptallaşan bir akademizm, her tür irrasyonel ‘bilim’ ile sulandırılmış üniversitedir. Bu dizgenin sağlığının bir belirtisi midir?
Bireysel bilinç toplumsal eğitim yoluyla gelişir, ve bu süreç bir yandan sıradan toplumun, çevrenin, genel olarak yaşantı ya da deneyim denilen şeyin doğal usu biçimlendiresi olarak onu doğal ilkelliğinin üzerine ve ötesine yükseldir, ama öte yandan onu belirli bir ekinsel biçime dondurarak tam gelişimini, tam açımını, ideal biçimine doğru eğitimini engeller. Felsefeci açısından, gerçek biçimini arayan bilinç açısından eğitim bir yandan görgül bilginin kazanılması, ama öte yandan bu içeriğe verilen göreli/olumsal biçimin eleştirisidir. Ve aslında insanlık bütün bir tarihin kendisi olan genel deneyim birikimini eleştirmesi yoluyla, onu her kıpısında reddederek dönüştürmesi yoluyla, kendi doğal yöntemleriyle ideal/gerçek bilince doğru ilerler.
Böyle bir dinamiği kavrayarak, örneğin kuşkucu Kant da, kendi eğitsel sürecinde ‘gerçeklik arayışında’ o erken önyargısını düzeltebilirdi –eğer Usun doğasını, insan olmanın ussal olmak demek olduğunu gerçekten anlamış olsaydı, ama Kant’ın daha sonra ileri yaşlarında da aynı ırkçı görüşleri yinelemesi o erken görüşünün ötesine geçemediğini gösterirken, bu erken görüşünün kendisi ileri yaşlarında sözlü ve yazılı olarak bildirdiği aynı ırkçı görüşleri bunamış birinin sabuklamaları olarak görmeyi olanaksızlaştırır. Savunmacılar her durumda olduğu gibi olmadığını söylerler. Bu inandırıcı değil, çünkü savunduğu şeyin kendisi denli özneldir. Nesnel olan şey şutur: KUŞKUCU MANTIK, YA DA KARŞI-USSALCILIK, IRKÇILIĞI DIŞLAMAZ. Insanın kendisinin SALTIK DEĞER olmasına karşın, kuşkucu GÖRECİLİK değer olgusunun kendisini nihilize eder, herşeye izin verir. Hiç kuşkusuz Camu’nün dediği gibi, “insan kapris yoluyla erdemli olabilir.” Ama bu aptallıktır.
Tüm kuşkucular birer insan yıkıntısıdır. Yalnızca birkaç örnek daha eklersek Locke, (17’nci yüzyılda “Carolina’nın Temel Anayasası” [The Fundemantal Constitutions of Carolina] için taslağın yazarı John Locke’dur. Bu anasaya kölelik kurumunu kabul eder ve korur. Hıristiyanlığın kölelik kurumu ile bağdaşmadığı söylense de, Locke’un yazdığı anayasa kölelerin Hıristiyanlığa dönmelerine karşın köleliklerinin sona ermesine izin vermez.) Schopenhauer, Nietzsche, Wittgenstein, Cantor, Heidegger tüm bu irrasyonilstler edimsel olarak şu ya da bu düzeyde dengesiz ya da hastalıklı insanlardır: sırasıyla: Köleci, kötümser/anti-semitik, şizofrenik, sadist, şizofrenik, Nazi.
Modernist, ‘ılımlı’ görgücülü, belirttiğimiz gibi, sık sık bu patalojik kişiliklerin kendi ürettikleri ‘felsefeler’ile ilgilerinin olmadığını ileri sürer. Heidegger bir Nazidir, ama ‘felsefesi’ bununla ilgisizdir; Wittgenstein gönüllü olarak savaşa katılıp insanları yoketme eylemine girişen, küçük öğrencilerini sürekli döverek kulak zarlarını patlatan, kendini öldürmeyi düşünen bir sadisttir, ama mantıksal dizgeLERİ bu kişilerle ilgisizdir; Locke Birleşik Devletler’de köleci devletlerin anayasa yazarıdır, ama ‘felsefi’ dizgesi bununla ilgisizdir. Bu iğrenç kalabalığın tümü de özellikle yaptıklarının ve olduklarının tam tersini mi yazmak zorundadırlar?
İnsan düşmanlığı us düşmanlığı ile birlikte gider:
SOKRATES. Ama ilkin bir tehlikeden kaçınmaya dikkat edelim.
FENDON. Ne tür bir tehlike?
SOKRATES. Birer us-düşmanı (misolog) olma tehlikesi, diye yanıtladı, tıpkı kimilerinin insan (misantrop) olmaları gibi; çünkü bir insanın başına uzun kendisinin nefret etmekten daha büyük bir kötülük gelemez.
Nisan 1997
Aziz Yardımlı
İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme
David Hume
İdea Yayınları
Çeviren; Aziz Yardımlı
1. Basım 1997
Özgün Adı
A Treatise of Human Nature