Kant’ın ‘mekanik’ konuşma yolunda ‘analitik’ anlatımı bir kavramın bir başkasında kapsanması ile ilgili olarak kullanılır — aşağı yukarı kimyasal bir bileşik ve bileşenleri durumunda olduğu gibi. Düşüncenin bu işleminin ne demek olduğu, nasıl türetildiği ya da çıkarsandığı gibi SALTIK OLARAK ÖZSEL bir nokta üzerinde durulmaz. Kant hiçbir zaman tanıtlama denen olgunun felsefe için saltık önemini kavramış değildir.
Descartes’tan, Platon’dan okudukları bir kulağından girip ötekinden çıkmıştır, beyninde yerleşik bir bağlantı yapısı oluşturmayı başaramamış, felsefenin damdan düşer gibi ortaya atılan görüşlerle başlayamayacağını ve sürdürülemeyeceğini, felsefeye özgü bu uygarlık ilkesinin, bu incelik ilkesinin değil önemini, değil anlamını, varlığını bile kavramayı başaramamıştır. Yöntem üzerine tüm sözleri boş sözlerdir. Kant aslında felsefe için çok geç kalmıştı. Şimdiden şekillenmiş bir pozitif kafa ile, eytişimin istediği esnekliği hiçbir zaman kazanamazdı. Tanıtlama olmadığında, ortaya sürülen şeyler kendileri için öznel görüşlerin değerinden ve anlamından daha ötesini ileri süremezler. Kant’ın hiçbir tanıtlama yöntemi yoktu. Olamazdı da. Yöntemi yöntemsizliğin ta kendisiydi. Doğal bilincin en sıradan, en kaba işlemleriydi. Böyle yöntem içgüdüseldir, insanların kanıları üzerine, önyargıları üzerine, giderek aldatılmaları, tongaya bastırılmaları, dikkatsizlikleri, söylenenleri anlamamaları üzerine dayanır. Kurgul Yöntem, yalnızca düşüncenin kendi öz devimi olan bu biricik felsefi işlem böyle bilinç yapısının sonsuz ölçüde uzağında durur. Bu insanlar yazarlar, konuşurlar, çürütürler, reddederler, ileri sürerler. Salt öznellikleri adına. Salt kişisel doyumları ya da doyumsuzları adına. Ama kesinlikle gerçeklik, pekinlik, sağınlık adına değil.
Kavramın ilişkisi o analitik ve sentetik sözcükleri tarafından iletilemeyecek çok daha başka bir anlam taşır. Analitik düşünce yolunun tersine, diyalektik kavramsal/mantıksal ilişkinin hiç de bir iç ya da dış ilişki sorunu olmadığını, kavramın ilişkisinin gerçek anlamda kendi karşıtında kendi ile ilişki olduğunu gören düşünce eylemidir. Uzay ancak Zaman ile ilişki, ama karşıtlık ilişkisi içinde kendi gerçekliğini bulur. Zamansız Uzay ya da Uzaysız Zaman birer soyutlamadır. Analitik tasarımlar olarak doğal bilince aittirler, ve bu tekillik içinde onlara varlığın değerini ancak bu soyutlama yeteneği yükler. Ama Uzay kendinde Zamandır. Ve evrik olarak. Bu karşıtlığı izleyen ilk mantıksal birlik Özdektir. Eytişim bir çocuk oyunu, bir fizik oyunu değildir. Özdeğin Uzayı yaratması, ya da Özdeğin birinci kavram olması ya da Uzayı öncelemesi gibi görüşler tasarımsal, imgesel masallardır. Doğal us, en yalın kullanımında, eytişimi kavradığı zaman, Özdeğin Uzaysız olarak, Zamansız olarak ancak pozitivistin imgeleminde olduğunu, gerçekte olmadığını kolayca, dolaysızca görür. Özdek ancak Kuvvetlerin birliği olarak kendi daha yüksek gerçekliğine erişir, ancak bu birlik olarak vardır ve kavranabilirdir. Ama yöntemsiz düşünce, örneğin Newton hiçbir zaman kuvvetin özdeğe özünlü olduğunu anlayabilmiş değildir. Kuvveti özdekten özellikle dışlar, ve kuvvetin özdeğe özünlü olduğu görüşünü ateizm olarak ‘doğal felsefe’ dediği şeyden dışlamak için histerik çabalara girer. Einstein için de aynı şey geçerlidir. Kuvveti geodeziklerin bir işlevi olarak gördüğüne inanır. Özdek ile ilgisizdir. Analitik düşünme yolu bir kavramın karşıtını özellikle kendisinden dışladığını, onu reddettiğini kabul eder. Ve bu karşılıklı dışlamayı her karşıt kavram çifti durumunda bulduğu için, bunlarda usun çatışkılara düştüğü korkusuna kapılır. Diyalektik tam bu karşılıklı dışlamanın kendisinde insan usunun gerçek bilgi sorunuyla karşı karşıya olduğunu kabul eder. Tam bu karşıtlıkta, karşıtların birliğinin anlatıldığını kavrar. Diyalektik insan usunun çatışkıların önünden kaçma değil ama onların üstesinden gelme, onları kavrama yeteneğidir. Çatışkılar yalnızca şu ya da bu durumda değil, Kant’ın seçtiği ‘dört’ özel durumda değil, ama her kavram durumunda ortaya çıkar. Bu yüzden çatışkıya düşmek, karşıtlarla yüz yüze gelebilmek usun bir zayıflığı olmak yerine, tersine onun saltık gücünün kanıtıdır. Ancak karşıtlığın dinamiği usu, mantığı devindirir ve onu kavramları yapay yollarla, dışsal yollarla ilişkilendirme saçmalığından bağışlar. Bilimlerin kavramsal doğaları anımsandığında, karşıtlıkları kavrama sorununun ne denli belirleyici olduğu anlaşılabilir.
Bu kısa kesimde, tıpkı bu yazının bütününde olduğu gibi, bakış açımız Usun bakış açısıdır. Anlaşılırlık düzlemimiz doğal usun düzlemidir. Eytişimin ne olduğunu kendi doğasında tam ayrıntıda göstermek yerine, dahaçok analitik düşüncenin karşıtları birbirlerinden ayırmasının doğal düşünceyi bile nasıl sakatladığını göstermeye çalıştık. Bu çözümlemenin kendisi eytişimi kavramanın bir yolunu sunar. Ama gene de eksiksiz olarak tanıtlı, eksiksiz olarak dizgesel bir sunuş bu yazının amacı olamaz, ve tanıtlamanın, eytişimin nasıl işlediğini tam olarak öğrenmek isteyen okur Kurgul Felsefe ve Yöntemi başlıklı yazıma, Hegel’in Mantık Bilimi’nin ‘Saltık İdea’ (=Us) başlıklı bölümüne başvurmalıdır.
Tüm gözlem ve deneyim kavramlar tarafından belirlenir. Deneyim bütün bir dünyadır. Gözlem bütün bir dünyadır. Tüm gözlem ve deneyim ona uygulanan kavramların kendileri yoluyla anlam ve anlaşırlık kazanır. Tüm gözlem ve deneyim böylece daha baştan kurguldur, kuramsaldır. Tüm gözlem ve deneyim böylece daha baştan ussaldır. Böylece gerçeklik bilincin nesnesine karşılık düşmesi değil, ama kavramın kendi kendisine karşılık düşmesidir. Birincisi yalnızca doğruluktur, ve kavramın tam gerçekliğini, tam açınımını istemez. Kötü bir içeriğin kötü bir biçimle çakışması yeterlidir. Gerçeklik usun karşısında usu bulması, kavramın karşısında kavramı bulmasıdır.
Doğal Us da bilimsel çabasında yalnızca ve yalnızca doğaya, evrene kendi kavramsal yapısını yansıtır, ve orada yalnızca ve yalnızca kendini bulmak için yola çıkar. Bu düzeye dek, tüm gözlem ve deneyimler aptal duyu-verileri ya da sezgiler olmak bir yana, kavramsız ve anlamsız düzeneksel işlemler olmak bir yana, tersine kendileri daha şimdiden kuramsal olarak belirlidirler, ve belirlenimsiz bir gözlem kuşkucunun öznel sanısından daha iyi birşey değildir. Tüm sorun usun a priori çıkarsamasının ne düzeye dek tamamlanmış olduğu, belirlediği kavramsal evren tablosunun ne düzeye dek gerçek kavram ilişkilerine karşılık düştüğüdür. Görünürdeki bilimsel sürecin görünürde olmayan yanı bu a priori ussal yandır, kavramın kendi iç örgütlenişini tamamlama çabasıdır.
Kavramları duyu türevleri olarak, algıtürevleri olarak, insan anlığını ise tabula rasa olarak gören görgücü/ruhbilimsel bakış açısı hiç kuşkusuz insan usunun gerçeklik diye bir sorunun olamayacağı, yalnızca kendi öznel kuruntuları ile, yalnızca beynindeki imgeler ile ilgileneceği vargısını çıkardığı zaman akıllık eder. Bundan sonra artık öznel kavramın ve nesnel olgusallığın karşıtlığı çok gerilerde, çok derinlerde kalmıştır. Herşey öznelliktir. Özdek, Einstein’ın buyurduğu gibi, ancak düşünüldüğü sürece özdektir. Çünkü öznel bir algı türevidir. Yine uzay kavramını ‘kutu’ gözlemlerinden çıkaran bakış açısının, nedenselliği yinelenen gözlem sonucunda kurulan bir alışkanlık yapısı olarak, bir çağrışım sorunu olarak gören bakış açısının mantığa, kavrama, usa ne denli ilgisiz olduğunu anlamak güç olmamalıdır. Bu öznelci bakış açısından uzayın üç boyutlu olması herhangi bir mantık sorunu değil ama katıksız bir algı sorunudur. Algı yetimize göre uzay tek boyutlu ya da pekala on, bin, yüzbin vb. boyutlu olabilir (Poincaré büyük bir vakarla bunun olanağını tanıtlar!). Ama bu ruhbilimcilik, bu çağrışımcılık kendi kendini nasıl çürüttüğünü pekala görebilir. Einstein’ın sözde görgücü/ruhbilimsel yönteminde ‘kutu’ algısından çıkarsanan ‘uzay’ kavramı kutuyu, dolayısıyla özdeği, dolayısıyla uzayı varsayar: Kutu (özdek) algılanmadıkça uzay kavramı çıkarsanamayacaktır. Ama zavallı kutunun uzaya gereksinimi olduğu, uzaysız yapamayacağı olgusu dikkate alınmaz. Böylece bu çıkarsama yolunun başarısı ve anlaşılırlığı yalnızca ve yalnızca uzayın uzaydan çıkarsanmasına dayanır! Analitik yöntem gerçekten bir mantık-ötesi, bir ‘metalogic’ olduğunu, mantığın kendisini dilediği gibi belirlediğini, istediği herhangi bir şeyi bulduğu herhangi bir şeyden çözüp çıkarmada özgür olduğunu gösterir. Böyle çağrışımlar, alışkanlıklar, kutular, tahtadan çerçeveler, mermer masalar, yumuşakçalar, iki boyutlu yassı yaratıklar, katı ölçme-çubukları vb. gibi ‘andırımlar’ gerektiren bir anlatı üzerine, kavramın ciddiyetini algılamayan bir gevşeklik üzerine bilim değil ama hiç kuşkusuz saçmalığın, belirlenimsizliğin, aptallığın kendisi kurulur. Bilim gerçekten varolanı, olgusal varoluşu anlamakla ilgilenir. Bilgideki duyusal/sezgisel öğe ise, tüm kuşkuculuğun ön sanısının tersine, hiçbir zaman varlığı, nesnel varoluşu, olgusallığı gerçeklemez. Kuşkuculuğun kendisi bu ilke ile yola çıktıktan sonra ‘özdeğin,’ ‘tözün,’ giderek ‘Ben’in kendisinin bile varoluşunu yadsımak zorunda kalır. Görgücü David Hume böyle bir başlangıcın hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir yolda bilgiyi inanca, pekinliği olasılığa indirgediğini gördüğü zaman, bilim adına onun görgücülüğünü savunan, giderek görgücülüğü bilime ‘‘ölümsüz hizmet’’ olarak gören saf bakış açısı karşısında bütünüyle ayık bir tutumu anlatır: Görgücü öncüller üzerine bilim diye, gerçeklik diye birşey olamaz.
Bilim ve gerçeklik hiç kuşkusuz usu gerektirirler. A priori bireşimli yargıları gerektirirler. Ve daha doğru olarak ve tam olarak, Eytişimsel Düşünceyi gerektirirler. Çünkü düşüncenin, kavramın alanında bireşim kimyasal ya da mekanik bir ilişki değil, dışsal bir birlik değil ama karşıtların birliğidir. Tüm kavramsal çatışkılar durumunda olduğu gibi, kavram ve varoluş arasındaki, nesnel evren ve öznel kuram arasındaki karşıtlık da ancak eytişimsel düşünce tarafından yenilebilir. Neyin gerçek varoluş olduğuna duyular değil ama kavramları nesnel doğalarında alan eytişim karar verir. Eytişimsel düşünce bir sanattır, ve doğal usun daha şimdiden bilinen doğal işlemleri yoluyla, analiz ve sentez yöntemleriyle uslamlama yapmaktan bütünüyle başka birşeydir. Ciddi bir çalışmayı, felsefe tarihinin ussal tözünü kavramayı gerektirir.
Tüm bilimlerdeki çatışkı noktalarında düşüncenin biricik çıkış yolu bu eytişimsel yeteneğin kullanılmasına bağlıdır. Örneğin doğal us analitik olarak davrandığı sürece hiçbir zaman dy/dx orantısını, ya da nicelikte süreklik ve süreksizliğin birliği sorununu, uzay ve zaman karşıtlığını, sonsuz küçüklük ya da sonsuz büyüklük sorununu çözemez, ve karşıtlıklar karşısında kendi tek-yanlı davranışlarını bütünüyle doğallıkla paradokslar olarak yaşar. Böyle sorunlarla karşılaştığında, üzerlerinden atlar, geçip gider. Uzay, zaman ve özdek eytişimini kavramadıkça, bu kavramların üzerine kurduğu bütün bir yapı henüz en küçük bir sağlamlık taşımaz. Ve görelilik kuramı durumunda olduğu gibi, kavramsal ilişkiler altüst edildiğinde, bu temel üzerine ancak bir yıkıntı kurulabilir.
Kant çatışkılar karşısındaki çaresizliğini evrensel usun başarısızlığı olarak görür, ve çare olarak kuşkuculuk önerir: Us beceriksizdir, hiçbir çelişkiyi çözmeyi başaramaz. Kant’ın mantık konusundaki görüşü doğal mantığın bir adım bile ilersinde değildir ve çatışkılar karşısında onların eytişimini kavramaksızın yalnızca umutsuzluğa kapılır. Kavramlar arasındaki ilişki konusunda bütünüyle dışsal olan bu konuşma yolu hiçbir zaman eytişime ulaşmaz, ve en yalın mantıksal sorunlarda bile ancak daha öte tanımlara, açıklamalara başvurarak bir ilerleme yaptığını sanır.
Kavramın gerçek ilişkisi, mantıksal ilişkisi bir başka kavramın onunla dışsal bağlantısı değildir. Eğer kavram dışsal ilişkiden kurtulacaksa, kendisi devinmeli, ilişkisini kendisi kurmalıdır. Ama bu gene de kavramın dışsal bir parçacık gibi duran başka bir kavrama yaklaşması, onunla buluşması, ve onunla düzeneksel bir birlik içine girmesi değildir. Kavramın ilişkisi kavramın kendisini olumsuzlaması, kendini kendi olumsuzu, kendi karşıtı yapması, kendinde karşıtların birliği olmasıdır. Kendinde o denli de kendi başkası olma, kavramın bu özsel eytişimsel doğası kavramın ilişkisinin bir olumsallık sorunu olmadığını gösterir. Kavramı ‘kendinde ve kendi için’ irdelemek gerçekte yalnızca kavramı tüm dışsallıktan, tüm tasarımsal, imgesel, duyusal dış dokusundan soyutlayıp arı değeri ve anlamı içinde almayı anlatır. Kavram kendinde ve kendi için olumsuzdur. Kendisi, ama o denli de kendi olumsuzlanmasıdır. Ve bu olumsuzlama dışsal değil ama kavramın kendi edimidir, ve kavramı kendi doğasında kendi karşıtı olarak gösterir. Karşıtların bu birliğinin kendisi her iki kıpıyı da kendi içinde ortadan kaldıran yeni bir kavramdır. Bunu kavramak için hiçbir dışsal düşünce edimi gerekmez. Tersine, dışsallığın kendisinin dışlanması ve kavramsal sürecin kendi dinamiği ile işlemesi zorunlu ve yeterlidir.
Çözümsel ya da bireşimsel anlatımları mantıksal sağınlık imlemezler, giderek salt görgül dışsallık alanında kullanıldıklarında, herhangi bir mantık bile imlemezler. Kant’ın analitik ve sentetik terimlerini kullanımı doğal mantığı terimlerdeki bu gevşeklik ve genişlik nedeniyle şaşırtır. Ve terimin yetersizliğini göstermek istercesine, analitik olmanın özdeş olmayı imlediğini Kant’ın kendisi söyler. ‘‘Çözümsel yargılar içlerinde yüklemin özne ile bağlantısının özdeşlik yoluyla düşünüldüğü yargılardır’’ [AUE, B 10]. Ama özdeşlik kendi eytişimi gereği ayrımdan ayrı değildir. ‘Özdeşlik’ anlatımından yararlanmayı kabul ettiğimiz sürece, ‘doğru’ çizgi ve ‘en kısa’ çizgi arasındaki ilişki, ve ‘eğri’ çizgi ve ‘daha az kısa’ çizgi arasındaki ilişki özdeşlikten başka birşey değildir.
Euklides’in Öğeler’deki ilk tanımı — ‘Nokta parçası olmayandır’— geometrinin işlemesi için yeterli ve uygun olanın örneğini verir. Varlığın doğrulanması olan tanıtlamadan ayrı olarak, tanımda istenen istenen şey yalnızca anlamdır. Tanım bu yüzden ‘nokta’ ve ‘parça’ arasında kurulan karşıtlıktan yararlanabilir, üstelik henüz ‘parça’ kavramının kendisinin tanımı verilmemiş olsa bile. Bu yöntem geometrinin amaçları için yeterlidir. Geometri felsefe değildir. Ama gene de belitlerin Geometride varsayımlar olarak kabul edilmeleri gerçekliklerinin kuşkulu olması demek değildir. Tersine, gerçekliklerinin genellikle tanıtlama denilen uslamlama süreçlerine başvurmayı kesinlikle gerektirmeyecek denli açık olmasıdır. Belitin işlevi yalnızca ve dolaysızca geometrik kavramın görgül belirlenimini bildirmektir, ve tanımın kendisi geometrik kavram ve duyusal tasarımı arasındaki ayrımı varsayar. Eğer iki nokta arasındaki ‘doğru çizgi’ = ‘en kısa çizgi’ ise, ve belit yalnızca bunu belirtiyorsa, belit yalnızca kavramın sezgisel ya da duyusal belirlenimini bildirir. Ve kısa ya da uzun terimleri özsel doğasında nicelik olan doğru çizginin belirlenimini ne eksiltirler ne de çoğaltırlar. Geometri bu görgül belirlenimi ister, çünkü çizimler yoluyla, algı düzleminde işler. Belirlenimi kavrama dışsal görmek kavramı kendine dışsal ya da kavramı kendi dışında görmektir. Bu içsellik nedeniyledir ki belit analitik ya da çözümsel olmak zorundadır. ‘En kısalık’ belirlenimi doğru çizgiden uzaklaştırıldığında, geriye doğru çizginin kendisi de kalmaz. Ve elbette Geometri de kalmaz.