“Bilime ve sanata sahip olanın dini de vardır. Bu ikisine sahip olmayanın, (bari) dini olmalı.” Goethe
Eğer, komşunu öldürmemenin tek nedeni Tanrının bunu yasaklamış olması ve şimdiki veya sonraki yaşamda bu nedenle seni ağır bir biçimde cezalandıracağı korkusu ise, Tanrı diye bir şey olmadığını ve onun gazabından korkman gerekmediğini öğrendiğin zaman komşunu hiç duraksamadan öldürürsün. Ancak dünyevi yaptırımlarla bunu yapman engellenebilir. Dolayısıyla ya bu tehlikeli kitleler en ağır biçimde baskı altına alınmalı ve bir entelektüel uyanış olasılığından dikkatle uzak tutulmalı ya da uygarlık ve din arasındaki ilişki temel bir revizyondan geçmelidir.
İLKEL İNSAN BAŞKA BİR BİÇİMDE DÜŞÜNME YETENEĞİNE SAHİP DEĞİLDİR
Kişi, bu önerinin gerçekleştirilmesinde özel bir güçlükle karşılaşılmayacağını düşünebilir. Bu işlemin belirli bir feragati gerektirdiği doğrudur, ama yitirilenden daha fazlasının kazanılması olasılığı vardır ve böylelikle büyük bir tehlikeden sakınılabilinir. Bununla birlikte, bu işlem sanki uygarlığı daha da büyük tehlikelere maruz bırakacakmış gibi herkesi korkutmaktadır. Aziz Boniface, Saksonların kutsal olduğu gerekçesiyle ululadıkları ağacı kesip devirdiğinde olayı seyredenler kutsal ağaca yapılan bu saygısızlığı korkunç bir olayın izlemesini beklediler. Ama hiçbir şey olmadı ve Saksonlar vaftiz olmayı kabul ettiler.
Uygarlık, insanın nefret ettiği, kendisine engel olan veya malına göz diktiği komşusunu öldürmemesi emrini verdiğinde, bu açıkça, insanın aksi takdirde gerçekleşemeyecek olan komünal varlığının yararına yapılmıştı. Çünkü, cinayeti işleyen kişi, öldürülenin akrabalarının intikam duygularının ve kendileri de bu tür şiddet eylemlerine en az cinayeti işleyen kişi kadar eğilimli, diğer insanların gizli kıskançlık duygularının hedefi olacaktı. Dolayısıyla kendi öç alma eyleminin veya yaptığı soygunun tadını uzun süre çıkaramayacaktı ve geleceği çok geçmeden öldürülmekten ibaret olacaktı. Kendisini tek tek düşmanlara karşı olağanüstü bir güç ve ihtiyatla korusa bile, daha zayıf insanların toplu saldırısı karşısında boyun eğmek zorunda kalacaktı. Böyle bir toplu hareket gerçekleşmediği takdirde, cinayetler durmaksızın birbirini izleyecek ve sonuçta insanlar birbirlerini yok edeceklerdi. Halen Korsika’da aileler arasında sürüp giden, diğer yerlerde ise ancak uluslar arasında görülen durumun benzerini bireyler arasında görecektik. Herkesin eşit olarak hissettiği bir tehlike olan yaşam güvensizliği, böylelikle bireye öldürmeyi yasaklayan ve bu yaşanmaya karşı gelen herhangi bir kişinin topluluk tarafından öldürülmesi hakkını kendinde saklı tutan bir toplum halinde insanları birleştirir. İşte burada adalet ve cezayı görüyoruz.
Ama biz insan öldürme konusundaki yasaklamanın bu ussal açıklamasını yaygınlaştırmayız. Yasaklamanın Tanrı tarafından konduğunu söyleriz. Böylelikle, onun niyetlerini tahmin etme yolunda belirleme görevini kendi üzerimize alarak onun da insanların birbirlerini öldürmelerini arzu etmediği yargısına varırız. Böyle davranarak kültürel yasaklamayı oldukça özel bir saygınlıkla kuşatır, ama aynı zamanda buna uyulmasını Tanrı inancına bağımlı kılmakla tehlikeye de sokmuş oluruz. Eğer bu aşamayı geriye doğru izlersek -yani, kendi isteğimiz olan bir şeyi Tanrıya atfetmez ve bu isteğin toplumsal nedenini belirlemekle yetinirsek- o zaman, kültürel yasaklamanın uğratıldığı biçim değişikliğini reddetmiş ama aynı zamanda bu yasaklamayı herhangi bir tehlikeye atmaktan da sakınmış olacağımız açıktır. Ayrıca başka bir kazancımız da olacaktır. Kutsallık ve dokunulmazlık niteliği -bir başka dünyaya ait olma niteliği de denebilir- az sayıdaki temel yasaklamadan, bir tür sızma ve bulaşma aracılığıyla diğer tüm kültürel kural, yasa ve düzenlere de geçmiştir. Ama bunlar üzerindeki kutsallık halesinin, onlara çoğunlukla uyduğu söylenemez; bu kural, yasa ve düzenler yalnızca değişik zaman ve yerlerde karşıt yargılar vererek birbirlerini geçersiz kılmakla kalmazlar, ayrıca insani yetersizliğinin tüm belirtilerini de gösterirler. Bunlarda, yalnızca dar görüşlü bir vesvesenin ürünü olabilecek şeyleri, bencilce küçük çıkarların sırıttığını veya yetersiz önermeler üzerine oturtulmuş bir sonucu seçebilmek pek kolaydır. Bunlara yöneltmemiz gereken eleştiri, diğer daha haklı kültürel taleplere olan saygımızı da hoş karşılanmayacak bir dereceye indirmektedir. Tanrının kendisinin emrettiği şeyleri, tam yetkili bir meclisin veya yüce bir yargıcın yetkisinden kaynaklandığını belirlenebilecek şeylerden ayırt etmek ters bir iş olduğuna göre, Tanrıyı tümüyle bir kenara bırakıp uygarlığın tüm kural ve hükümlerinin yalnızca insani bir kökenden kaynaklandığını dürüstçe kabul etmemiz kesin bir avantaj sağlayacaktır. Bu emir ve yasalar, varsayılan kutsallıklarıyla birlikte katılık ve değişmezliklerini de yitireceklerdir. İnsanlar, bunların pek de kendilerine hükmetmek amacıyla değil, aksine kendi çıkarlarına hizmet için konduğunu anlayabilecekler ve daha dostça bir tavır takınarak ortadan kaldırılmaları yerine yalnızca geliştirilmelerini amaç edineceklerdir. Bu, uygarlığın getirdiği yüke uyum göstermeye giden yolda önemli bir ilerleme olacaktır.
Ama, uygarlığın hükümlerini tümüyle ussal nedenlerle temellendirme -yani bu hükümleri toplumsal gereklilikten çıkarma- biçimindeki savımız, burada birdenbire bir kuşkuya çarpar. İnsan öldürme yasaklamasının kökenini kendimize örnek olarak seçmiştik. Ama acaba bu örnek üzerindeki değerlendirmemiz tarihsel gerçeğe uymakta mıdır? Korkarız ki hayır. Bu değerlendirme, ussal bir yorumdan başka birey değilmiş gibi görünmektedir. İnsanlığın kültürel tarihinin bu parçası üzerinde psikanaliz yardımıyla bir çalışma yapmıştık. Bu çalışmayı kendimize temel aldığımızda işlerin aslında başka türlü olduğunu söylemek zorundayız. Günümüz insanında bile, saf mantıksal güdülerin tutku dolu dürtüler karşısındaki etkinliği pek azdır. Bu durumda, ilkel çağların hayvansı insanında bu mantıksal güdülerin ne kadar zayıf olduğunu bir düşünün! Bu caniyane eylemler arasında can alıcı sonuçlara yol açmış ve karşı konulmaz bir duygusal tepkiye neden olan şu eylem -ilksel babanın öldürülmesi eylemi -olmasaydı, bu hayvansı insanın ardılları belki şimdi bile hiçbir kısıtlama olmaksızın birbirlerini öldürüp duracaklardı. Bu eylemlerden şu emir doğdu: Öldürmeyeceksin. Totemcilikte bu emir baba yerini tutan nesneyle sınırlıydı; ama daha sonraları, günümüzde bile hâlâ evrensel olarak uyulmamakla birlikte, diğer insanları içine alacak biçimde genişletildi.
Ama, burada tekrarlamamız gerekmeyen tartışmalar sonucunda gösterildiği gibi ilk baba, Tanrının özgün görüntüsü, daha sonraki kuşakların Tanrı figürünü biçimlendirirken örnek aldıkları modeldi. Öyleyse dinsel açıklama doğrudur. Bu yasaklamanın doğuşunda Tanrı gerçekten bir rol oynamıştır; bu yasaklamayı yaratan, herhangi bir biçimde toplumsal zorunluluğun anlaşılması değil, onun etkisidir. Ve insan iradesinin Tanrıya aktarılması tümüyle haklıdır. Çünkü insanlar, babalarından şiddet yoluyla kurtulduklarının farkındaydılar ve ataya karşı yaptıkları bu saygısız harekete duydukları tepkiyle bundan böyle onun iradesine saygı gösterme kararına vardılar. Dolayısıyla dinsel doktrin -bazı değişikliklere ve maskelenmeye tabi tutulduğu gerçek olmakla birlikte- bize tarihsel gerçeği anlatmakta, bizim ussal değerlendirmemiz ise gerçeğe aykırı düşmektedir.
DİN, İNSANLIĞIN EVRENSEL SAPLANTI NEVROZU OLMUŞTUR
Artık, dinsel düşünceler toplamının yalnızca arzu doyumlarından ibaret olmayıp önemli tarihi anıları da içerdiğini görmüş bulunuyoruz. Geçmişin ve şimdiki zamanın birbirlerini güçlendiren bu etkileri dine gerçekten benzersiz bir iktidar zenginliği vermiş olmalıdır. Ama bir benzetme yardımıyla belki başka bir keşifte daha bulunabiliriz. Düşünceleri, üzerinde oluştukları topraktan alıp başka yerlere uygulamak iyi bir yöntem olmasa bile, bu benzetmede işaret etmekten kendimizi alamadığımız bir uygunluk vardır. İnsan yavrusunun, kendisini kimi zaman çok kimi zaman az belli eden bir nevroz aşamasından geçmeksizin uygarlaşma yolundaki gelişmesini başarıyla tamamlayamadığını biliyoruz. Bunun nedeni, ileriki dönemlerde gerçekleştirilmeleri mümkün olamayacak çok sayıdaki içgüdüsel talebin, yalnızca çocuk zihninin ussal işleyişiyle bastırılamaması ve gerisinde bir kural olarak endişe güdüsünün yaptığı baskı eylemleriyle ehlileştirilmesinin gerekliliğidir. Bu çocukluk nevrozlarının çoğunluğu, büyüme süreci içinde kendiliğinden çözülür. Bu özellikle çocukluk çağındaki saplantı nevrozları için geçerlidir. Geri kalanlar ise, ileride psikanaliz aracılığıyla çözülebilir. Bir bütün olarak insanlığın da, çağlar boyunca gelişmesi sırasında tıpkı bu biçimde, aynı nedenlerle -yani, insanın komünal varlığı için vazgeçilmez olan içgüdü feragatlerinin, cehalet ve akıl zayıflığı içinde bulunulan dönemlerde yalnızca duygusal güçler aracılığıyla sağlanabilmiş olması nedeniyle- nevrozlara benzer durumlara girdiği düşünülebilir. Tarih öncesi dönemlerde gerçekleşen bu bastırma benzeri süreçlerin kalıntıları, uzun dönemler boyunca uygarlığa asılı kalmıştır. Böylelikle din, insanlığın evrensel saplantı nevrozu olmuştur; çocukların saplantı nevrozu gibi o da Oedipus kompleksinden, babayla olan ilişkiden kaynaklanmıştır. Eğer bu görüş doğruysa, bir “büyüme sürecinin mukadder kaçınılmazlığıyla birlikte dinden uzaklaşmanın mutlaka gerçekleşeceği ve bu gelişme aşamasında kendimizi tam da bu dönüm noktasında bulacağımız varsayılabilir. Dolayısıyla davranışımız, yaklaşan yeni gelişmelere karşı koymayıp bu gelişmelerin yolunu açan ve saldırının şiddetini hafifletme çarelerini araştıran akıllı bir öğretmeninkini örnek almalıdır. Benzetmemizin, dinin temel niteliğini tüketip bitirmediği açıktır. Din, bir yandan tıpkı bir bireysel saplantı nevrozu gibi saplantısal kısıtlamalara neden oluyorsa, öte yandan da -benzerini yalıtılmış biçimleriyle ancak amentiada, neşe dolu bir sanrısal bellek bulanıklığı durumunda gördüğümüz- gerçeğin inkârıyla elele giden tozpembe bir yanılsamalar sistemini kapsamaktadır, ama bunlar yalnızca yardımlarıyla toplumsal bir olguyu anlamaya çabaladığımız benzetmelerdir; bireyin patolojisi bize tümüyle geçerli bir koşutluk sağlamaz.
Din ile saplantı nevrozları arasındaki benzetmenin ne kadar küçük ayrıntılara kadar izlenebileceğine, bu benzetmenin ışığı altında dinin oluşumundaki özellik ve rastlantıların ne kadar büyük bir bölümünün anlaşılırlık kazanabileceğine (hem yazar hem de özellikle Theodor Reik tarafından) defalarca dikkat çekilmiştir. Ve koyu dindarların, bazı nevrotik hastalıklar tehlikesine karşı büyük ölçüde korunmuş olmaları gerçeği de bunu doğrulamaktadır; evrensel nevrozu kabul etmiş olmaları onları, kişisel bir nevroz geliştirme yükümlülüğünden kurtarmaktadır.
Bazı dinsel doktrinlerin tarihsel değer taşıdığını bilmemiz, onlara olan saygımızı artırsa bile bu doktrinlerin uygarlık ilkelerinin nedeni olarak ileri sürülmelerine bir son verilmesi gerektiği biçimindeki önerimizin geçerliliğini hiç de azaltmamaktadır. Aksine! Bu tarihsel artıklar, bizim dinsel öğretileri nevrotik kalıntılar olarak tanımlamamıza yardımcı oldu Bastırmanın etkilerinin yerini artık, analitik bir tedavide olduğu gibi, zihnin ussal işleyişinden doğan ürünlerin alması zamanının belki de gelmiş olduğunu ileri sürebiliriz. Bu yeniden biçimlendirme sürecinin, kültürel hükümlerin anıtsal biçimlere dönüştürülmelerini reddetmekle kalmayıp bunları genel revizyona tabi tutarak sonuçta çoğunu kaldırıp bir kenara atacağını, pek de üzüntü duymadan, öngörebiliriz. Yüklendiğimiz, insanı uygarlıkla uzlaştırma görevi böylelikle büyük ölçüde yerine getirilmiş olacaktır. Uygarlık hükümleri için ussal gerekçeler de öne sürdüğümüzde, tarihsel gerçeğin reddedilmiş olmasından ötürü üzülmemiz gerekmez. Dinsel doktrinlerin içerdiği gerçekler sonuç olarak o derece çarpıtılmış ve sistemli bir biçimde maskelenmişlerdir ki insanlık onları artık gerçek olarak kabul edemez. Durum, çocuklara bebekleri leyleğin getirdiğini söylediğimizde olana benzer. Burada da, büyük kuşun neyi simgelediğini bildiğimize göre, gerçeği simgesel bir örtüye sararak anlatmaktayız. Ama çocuk bunu bilemez. O, bizim söylediklerimizin yalnızca çarpıtılmış olan bölümünü duyar ve aldatıldığı duygusuna kapılır. Çocuğun, büyüklere karşı olan güvensizlik ve kayıtsızlığının aslında ne kadar büyük ölçüde bu izlenimden kaynaklandığını biliriz. Çocuklara söylediğimiz şeylerde, gerçeğin bu tür simgesel örtülenmesinden kaçınmamızın ve olayların gerçek yönüyle ilgili bilgilerin, çocukların zihinsel düzeyleriyle uyumlu olan bölümünü onlardan saklamamamızın daha iyi olacağı kanısındayız.
Sigmund Freud
Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları
Bir Yanılsamanın Geleceği
Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları