Sigmund Freud: İlkel insanın başka hiçbir seçeneği yoktur

Bir monolog gibi kesintisiz ilerleyen bir soruşturma tümüyle hatasız olamaz. Kişi, araya girmeye çalışan düşünceleri kolayca bir kenara itmeye kapılabilir ve sonuçta aşırı kararlılık gösterileriyle bastırmaya çalıştığı bir belirsizlik duygusuyla baş başa kalır. Bu nedenle, tartışmamı kuşkuyla izleyen bir karşıtım olduğunu varsayacak ve arada bir bazı yorumlar yapmasına izin vereceğim.

Onun şöyle söylediğini duyuyorum: “Defalarca, ‘bu dinsel düşünceleri uygarlık yaratır’, ‘uygarlık bunları mensuplarının kullanımına sunar’ ifadelerini kullandınız. Bu konuda bana garip gelen bir şey var. Neden olduğunu tam kestiremiyorum ama, uygarlığın, emek ürünlerinin bölüşümü veya kadın ve çocukların hakları konusunda kurallar yarattığını söylemek pek de doğal gelmiyor.”

Ben, gene de kendimi bu şekilde ifade etmekte haklı olduğum kanısındayım. Dinsel düşüncelerin, uygarlığın diğer tüm ilerlemeleri gibi, bir tek gereksinimden, insanın kendisini doğanın ezici derecede üstün gücüne karşı savunma gereksiniminden doğduğunu göstermeye çalıştım. Buna ikinci bir güdü -uygarlığın, kendilerini acı verici bir biçimde hissettiren yetersizliklerini düzeltme isteği- eklenmişti. Dahası, bireye bu düşünceleri uygarlığın verdiğini söylemek özellikle uygun olacaktır, çünkü birey bunları uygarlıkta zaten mevcut bulur; bu düşünceler bireye hazır olarak sunulurlar, birey onları kendiliğinden keşfetme yeteneğini göstermez. Bireyin içine girmekte olduğu şey, çok sayıdaki kuşağın mirasıdır ve bu mirası tıpkı çarpım tablosu, geometri ve benzer şeyleri devraldığı gibi devralır. Aslında bu düşünceler konusunda bir ayrım vardır ama, bu ayrım bir başka yerdedir ve ben henüz bunu incelemek durumunda değilim. Sözünü ettiğimiz gariplik duygusu, bu dinsel düşünceler bütününün genellikle gökten indirilmiş bir açıklama olarak ileri sürülmeleri gerçeğine kısmen bağlı olabilir. Ama bu düşüncelerin bizzat bu şekilde sunuluşu da dinsel sistemin bir ölümüdür ve söz konusu düşüncelerin bilinen tarihsel gelişimini, farklı çağ ve uygarlıklarda gösterdikleri farklılıkları görmezlikten gelir.

“Bana, daha önemliymiş gibi gelen bir diğer nokta ise şu: Korku duyduğu güçler karşısında insanda beliren akıl karmaşası ve çaresizliğe bir son verme, bu güçlerle bir ilişkiye girme ve sonuçta onları etkileme gereksiniminin doğanın insansallaştırılmasına yol açtığını ileri sürüyorsunuz. Bu tür bir güdü yapay görünüyor. İlkel insanın başka hiçbir seçeneği yoktur, o başka bir biçimde düşünme yeteneğine sahip değildir ki. Kendi varlığını dış dünyaya yansıtmak ve gözlediği her olayı temelde kendisi gibi olan insanların bir belirtisi saymak onun için doğal, hatta yaratılış gereğidir. Bu, onun olayları kavramadaki tek yöntemidir. Ve eğer doğal yatkınlığına bu şekilde kapılıp en büyük gereksinimlerinden birini doyuma ulaştırmayı başarmışsa bu, zaten beklenen bir sonuç değil, aksine dikkate değer bir rastlantıdır.”

Ben, bunu çok çarpıcı bulmuyorum. İnsan düşüncesinin pratik güdülerinin bulunmadığını, çıkar gözetmeyen bir merakın basit bir belirtisi olduğunu mu sanıyorsunuz? Bu kesinlikle çok olasılık dışıdır. Ben, insanın doğa güçlerini kişileştirdiğinde daha ziyade çocuksu bir model takip ettiğine inanmak eğilimindeyim. İnsan, en erken çevresindeki kişilerden, onları etkileme yolunun onlarla ilişki kurmaktan geçtiğini öğrenmiştir; böylece çok sonraları bile, karşılaştığı her şeye, aynı amaçla o insanlara olduğu gibi davranır. Böylelikle sizin tanımlayıcı gözleminizle çelişmemiş oluyorum. Aslında ileride denetimine almak amacıyla anlamak istediği her şeyi kişileştirmek (fiziki sahiplenmeye hazırlık olarak psişik sahiplenme) insan için doğaldır. Ama ben ek olarak insan düşünüşünün bu kendine özgünlüğü için bir güdü ve bir başlangıç da sunmuş oluyorum.

“Ve işte üçüncü bir nokta daha. Dinin kökeni konusuna Totem ve Tabu başlıklı kitabınızda bir kez daha değinmiştiniz. Sorun başka bir ışık altında görünüyordu o kitapta. Orada her şey baba-oğul ilişkisinden ibaretti. Tanrı, yüceltilmiş babaydı ve babaya duyulan özlem din gereksiniminin köküydü. O zamandan bu yana, din oluşumunda genellikle temel rolün atfedildiği, insanın zayıflık ve çaresizliği unsurunu keşfetmiş görünüyorsunuz. Ve bir zamanlar baba kompleksi olan her şeyi çaresizlik kavramlarına aktarıyorsunuz. Bu dönüşümü açıklamanızı isteyebilir miyim?”

Memnuniyetle. Tam da bu çağrıyı bekliyordum. Ama bu, gerçekten bir dönüşüm sayılabilir mi? Totem ve Tabu ‘da amacım dinlerin kökenini değil; totemciliğin kökenini açıklamaktı. Koruyucu ilahî varlığın kendini insana gösterdiği ilk şeklin bir hayvan şekli olması, bu hayvanın öldürülüp yenmesinin yasaklanması ve buna rağmen bu hayvanın yılda bir kez öldürülüp toplulukça yenmesinin daima yerine getirilen bir gelenek olması gerçeğini, sahip olduğumuz görüşlerin herhangi biriyle açıklayabilir misiniz? Totemcilikte olan budur. Ve totemciliğin bir din sayılıp sayılmaması gerektiğini tartışmak ise, hiç de amaca hizmet etmez. Daha sonraki tanrılı dinlerle yakın ilişkileri vardır. Totem hayvanlar tanrıların kutsal hayvanları oldular. En eski ama en temel ahlaki kısıtlamalar -insan öldürme ve ensest yasaklamaları- totemcilikte ortaya çıkar. Totem ve Tabu’nun vardığı sonuçları kabul etseniz de etmeseniz de, o kitapta çok dikkate değer ama birbirleriyle ilişkisiz çok sayıda gerçeğin birbirini tamamlayan bir bütün haline getirilmiş olduğunu teslim edeceğinizi umarım.

Uzun vadede hayvan tanrının neden yeterli olmayıp yerini bir insan tanrının aldığı sorusuna Totem ve Tabu’da şöyle bir değinilmiş, din oluşumuyla ilgili diğer sorunlardan ise hiç söz edilmemiştir. Bu türden bir sınırlamanın bir inkârla aynı şey olduğunu mu düşünüyorsunuz? Benim eserim, din sorununun çözümüne psikanalitik tartışmanın önerebileceği özel katkının kesin soyutlanmışlığının iyi bir örneğidir. Eğer şimdi daha az gizli kalmış olan diğer örneği de eklemeye çalışıyorsanız, beni daha önce, tek taraflı olmakla suçlamış olduğunuz gibi şimdi de kendi kendimle çelişmekle suçlamamanız gerekir. Daha önce söylediklerimle şimdi ileri sürdüklerim arasındaki, gizli olanla açık olan güdüler arasındaki, baba kompleksiyle insanın çaresizliği ve korunma ihtiyacı arasındaki birleştirici bağlantılara dikkati çekmek elbette benim görevimdir.

Bu bağları bulmak zor değildir. Çocuğun çaresizliği ile, bunu sürdüren erişkinin çaresizliği arasındaki ilişkiden oluşurlar. Böylelikle, dinin oluşumu konusunda psikanalizin ileri sürdüğü güdülerin beklendiği gibi, açığa vurulmuş güdülere çocuksu katkıyla aynı şey olduğu ortaya çıkar. Kendimizi bir çocuğun zihinsel yaşamında farz edelim. Psikanalizin sözünü ettiği anakliktik bağlılık tipine uyan nesne seçimini sanırım hatırlıyorsunuz. Bu seçimde libido, narsisistik ihtiyaçlar yolunu izleyerek kendisini bu ihtiyaçların doyumunu sağlayan nesnelere bağlar. Bu şekilde çocuğun açlığını gideren, anne onun ilk sevgi nesnesi ve hiç kuşkusuz aynı zamanda onu tehdit eden belirsiz tehlikelere karşı ilk koruyucusu -endişeye karşı ilk koruyucusu da diyebiliriz- olur.

Bu koruma işlevinde annenin yerini kısa zamanda daha güçlü olan baba alır ve çocukluğun geri kalan dönemi boyunca yerini korur. Ama çocuğun babasına olan tavrı kendine özgü bir kararsızlıkla renklenmiştir. Bizzat baba, belki de annesiyle olan daha eski ilişkisi nedeniyle, çocuk için bir tehlike oluşturur. Dolayısıyla çocuk babasından, ona duyduğu özlem ve hayranlık derecesinde korkar. Babaya karşı tavrındaki bu kararsızlığın belirtileri, Totem ve Tabu’da gösterildiği gibi, her dinde derin izler bırakmıştır. Büyüyen birey, sonsuza dek çocuk olarak kalmaya mahkûm olduğunu, bilinmedik üstün güçlere karşı korunmaya mutlaka muhtaç olduğunu anladığında, bu güçlere kendi baba figürüne ait özellikleri aktarır; kendisine, korktuğu, yatıştırmaya çabaladığı ve gene de kendi korunmasını emanet ettiği tanrılar yaratır. Dolayısıyla, bir babaya olan özleminin, kendi insani zayıflığının sonuçlarından korunma ihtiyacıyla aynı özellikleri taşıyan bir güdü olduğu görülmektedir. Erişkin insanın gerçekliğini bizzat kabul etmesi gereken çaresizliğe karşı tepkisine -ki bu tepki tam da dinin oluşumudur- karakteristik özelliklerini veren şey, çocukça çaresizliğe karşı geliştirilmiş olan savunmadır. Ama ben Tanrı düşüncesinin gelişmesini daha fazla incelemek niyetinde değilim. Burada bizi ilgilendiren, uygarlığın bireye aktardığı biçimiyle dinsel düşüncelerin tamamlanmış bütünüdür.

Sigmund Freud
Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları | Bir Yanılsamanın Geleceği

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz