“Ulan, boynunuzu iyice bükün ha!” Zıkkımın Kökü – Muzaffer İzgü

Alıyor alıyor, diyor ve ekliyordu: Çocuk dediğin güle benzer, bugün solar, yarın açar… Ama babam bilmiyordu ki, bugün solan başka bir güldür, yarın açan başka bir gül. Ve bir gül, o gün ilk kez doktorun masasına yattı. Doktor Bahri Bey, oramı dinledi, buramı dinledi.
-Nerdeydiniz şimdiye dek, dedi.
-Evdeydik, dedi babam. Yoksul babasıydı Bahri Bey… Babamın, avcuna koyduğu şıngırtılı bozuk paralara ne baktı, ne de bir ses etti, yalnız,
-Yarın gene getirin, dedi.
Orada yediğim üç iğne, bir de kocaman kocaman güllaçlar, bir haftada ayağa kaldırdı beni. Ama o gece, ne anam uyudu, ne de babam. Doktor meğer sulu saplıcan demiş. Eee, sulu saplıcan da çocuk düşmanı o zamanlar.

Terleyen vücuduma havlunun birini koydu, birini kaldırdı anacığım. Arada bir soluğumu dinlemeyi de unutmadı. Çünkü, soluk önemlidir yoksul evinde. Zavallı, benden bir yaş büyük olan ağabeyim bir hafta boyunca ayrılmadı başucumdan. Ne masallar uydurdu, ne şarkılar söyledi başucumda, yaşamla bağımı koparmayayım diye… oysaki ben, yaşamayı, o koşullar içinde bile seviyordum.Bir hafta sonra artık ne başım dönüyordu, ne de ateşim vardı…

Yılda bir kez ev sahibimizin evine giderdik. Adana’da ev kiraları muharremden muharreme toptan ödenir. Muharrem ayı da nedense hiç değişmez, hep eylüle denk gelir ve narların olgunlaştığı mevsimdir. Anam, bahçemizdeki çatlamayan narlardan kocaman bir sepet hazırlardı. Sonra, abimle benim elimizi yüzümüzü bir güzel yıkar, boyama pantolonlarımızı giydirir, bayramlık ayakkabılarımızı (varsa tabii) ayaklarımıza geçirir, ev sahibimizin yolunu tutardık. Narlar, ev sahibimize rüşvet, biz iki kardeş de acıma duygularını devinime geçirecek birer uyarıcı… Babam yolda uyarırdı:

-Ulan, boynunuzu iyice bükün ha, diye… Nah şöyle bükeceksiniz!

Biz artık, ev sahibimizin oraya dek iyice alışkanlık kazanalım diye, sokakta bile boynumuzu kırar yürürdük.

-Namussuz karı, ulan ne var sanki bizi evden çıkaracak be! Kaltak, yetmedi mi o konaklar sana? Baksana şu iki sabiye. N’ederim ben bu iki sabiynen sokaklarda? İnsan bunlara acır be!

Bilmiyorum, kaç liraydı bu bizim oturduğumuz toprak parçasının yıllık kirası! Toprak parçası diyorum, çünkü üzerindeki çerden çöpten odayı yüksek mühendis babam kondurmuştu.

-Ulan, derdi babam, baktınız kocagarı ıngır cıngır ediyor, ağlamayı unutmayın ha! Ağlayın, sulu sulu dökün!

Biz iki kardeş, bir tiyatronun dram aktörleri gibi sahneye yaklaştıkça, biraz daha boynumuza, gözyaşı ayarımıza çekidüzen verirdik. Kolay değil, biraz sonra büyük izleyicinin karşısına çıkacağız. Olur ki, rolümüzü iyi kesmezsek, eylül ayından sonra dışardayız… Ondan sonra Adana’nın on beş yirmi gün hiç dinmeksizin pisem pisem yağan yağmurları tepende… Kalekapısı semtinde, kocaman bir konağın kapısını çalan babam, bir kez daha,

-Ulan eyice kırın boynunuzu ha, demeyi unutmazdı.

Kırık boyunla, kıvrım kıvrım merdivenleri çıkar, geniş bir odanın orta yerindeki koltuğa kurulmuş şişman bir kadının elini öperdik. Nedense bu el her zaman keçi gibi kokmuştur bana. Ama, işin ucunda ölüm kalım olduktan sonra, evelallah öpmek değil ya, yala deseler yalardım bu kalın damarlı keçi keçi kokan eli… Babam, Münevver Hanım, derdi, sayenizde böyüyüp gidiyor işte sabiler.

Göz kırpardı babam, Boynuzu biraz daha kırın! demekti.

-Size nar yolladı bizimki.

Kadın konuşmazdı hiç. Bir besleme hemen narları boşaltır, sepeti tutuştururdu elimize… Babam, bir çıkına sardığı parayı, bu kocakarının avcuna saydığı zaman, işte o anda başlardı hiç konuşmayan kadın konuşmaya:

-Amet Efendi, derdi, marol eksem daha çok kazanırım bu paradan!

-Doğru Münevver Hanım, çok doğru. Ama biliyon ki…

-Olmaz, şöyle birkaç lira daha ver bakalım!

-Vallahi yok hanım!

İşte o zaman tüm görev bizim omuzlarımıza yüklendiği için, babamdan görevi devralır, başlardık boyun kırıp ağlamaya…

-Deeze deeze atma bizi sokağa deeze… Eh, yürekler dayanır mı, boyunlar kırık, gözler yaşlı… Kocakarı konuşur,

-Hadi, bu yıl da çocukların hatırı için oturun. Amma seneye hiç karışmam ha Amet Efendi, derdi.

Kadın beslemeye seslenir,

-Kıız, çocukların karınlarını doyur, derdi. Besleme bizi, mutfağa bir köpek eniği gibi sokar,

-Ne yiyeceniz lan, diye sorardı.

Sanki, şunu isteriz, bunu isteriz desek, olacakmış gibi…

-Heç abla, derdik, ne verirsen.

-Ne verim lan ben size, et verim mi? Sorduğu şeye bak! Kocaman bir tabak et koyardı önümüze. Sonra, adını bilmediğimiz, adını duymadığımız tatlı ve kompostolar… Ceplerimize de erik kurusu. İki kardeş, tıkanana dek
yerdik bunlardan.

-Şerbet de yapim mi lan size?

-Yap abla!

-Ne açgözlüsünüz lan siz?

Ne bilelim, sonradan öğrendik, meğer Teşekkür ederiz abla dememiz gerekirmiş bu çok kibar beslemeye…
Nemize gerek teşekkür, buz gibi kocaman bir bardak vişne şerbeti varken… Delimsirek kız,

-Ben evlencem ha, derdi.

-İyi abla, derdik.

-Kimnen biliyor musunuz?

-Kimnen abla?

-Ezzacı kalfasıynan. Büyükannem evlendirecek beni. Durun lan size çörek de verim. Oğlan beni deliler gibi seviyor. Bu çörekleri ben yaptım ha!

-Eline sağlık abla:

-Size kalem verim mi?

-Ver abla!

-Amma iki dane yok!

-Olsun, biz ortadan böleriz. Dışardan kocakarının sesi duyulurdu:

-Kız, aşşadan o eski dolu bohçayı getir! Besleme, bize yan yan bakar,

-Büyükanne size eski verecek, der. Beslemeyle birlikte dışarı çıkardık. Hemen babamızın yanına diz çöker otururduk. Ama aradan zaman geçtiği için, ne abimin aklında kalırdı boyun kırmak, ne de benim. Babam, ters ters bakardı suratımıza. O dakika anlar, kırardık boyunlarımızı… Kocakarı bohçadan bir yığın eski şeyler seçer, başka bir bohçaya doldururdu. Pek mutlu ayrılırdık oradan, hem bir yılı daha garantilemiş, hem de bir yığın eski püsküyü sahiplenmiş olarak… Üstelik mideler tıka basa dolu, ceplerde erik kurusu. Ama babam, yine de yolda söylenir dururdu:

-Toprak doyursun gözünü, diye. Birkaç lira dahaymış. Kefin paran olur inşallah o birkaç lira…

Bazen, bu eskilerin içinden bir palto, bir manto da çıkardı. Anacığım bunları keser biçer, elinde dikerek boyumuza uydurmaya çalışırdı. Çok dua almıştır bu kocakarı anamdan çok… Evin bir yıllık garantisi de böylece taraflar arasında imza altına alındıktan sonra, babam kış hazırlığına başlardı. Çamuru karar, içine samanı döker, üç gün dinlendirirdi. Ondan sonra girişirdi en meraklı olduğu işe. Evin dört bir yanını sıvardı. Biz de yardım ederdik.

-Su ver, çamur ver!

-Al su, al çamur!

Bu sıva günlerinde tüm eşyamız avluda kalırdı. Sanki hırsızlar eskiye püsküye meraklılar mış gibi babam, o üç gün üç gece çanakarın tabakların arasında yatar kalkardı. Anam,

-Bre herif, hırsızlar n’etsinler o eski püsküleri, dedikçe, babam,

-Ulan avrat, evimiz dediğin şeyler bunlar be, bir de bunlar giderse, ortada ne kalır, derdi.

Doğru, ortada ne kalırdı gerçekten evimiz diyebileceğimiz… Bir yatak, bir çul, iki tencere, altı sahan, üç sepet, bir tava, iki tepsi, bir maltız, yastık ve yorganları saymazsak evimize ev dedirten şeyler bunlardı…
Geceleri bir şangırtı duysak, hemen sıçrardık.

-Ana hırsız!

-Yatın ulan korkmayın, babanız bir yanından o yanına döndü!

Aşağıdan babamın sesi duyulurdu:

-Avrat! ..

-Hı…

-Diyorum ki, bu sene doğudaki pencereyi kapayıp, batıdan açak diyorum.

-Yahu herif sabah düşünek, şimdi gece yarısı.

-Şimdi düşünsek n’olur? Batıdan açarsak akşam güneşi..!

-Ben bilmem, ne halin varsa gör! Benim dizlerim titriyor çamur taşımaktan.

-Yok sanki bizimki titremiyor. Pekiy, batıdan açsak n’olur?

-Allah Allah, aç yahu. Nereden isterse canın oradan aç, istersen depesinden aç!

-Ulan avrat sen hep böylesin zaten. Sen demiyor muydun doğuyu ağaç kapıyor diye.

-İyi iyi, batıdan aç! Şindi uyu!

On dakika sonra babam yine aşağıdan seslenirdi:

-Avrat!

-Hı!

-Ben batı dedim amma, sen haklısın, nar ağacını unuttuk, bu sefer o kapar. En iyisi kuzeyden açak!.

-Sen bilin!

-Soğuk mu alır den?

-Ne biliym!

-Ne bilin sen?

-Allah Allah, yatsana yahu.

-İki tane açak mı?

-Dört tane aç!

-Demir, demir var mı sanki bunları kapayacak?

-Sen dedin iki tane diye.

-Amma ben dört demedim ki…

-Bre herif düşünmek için sabahlara kıran mı girdi be!

-Bre avrat, şindi karar verirsek, ben ona göre kafamdan sabaha kadar planlar yapacam da…

-İyi iyi, iki tane aç!

O sırada abimin sesi duyulurdu:

-Ana su!

Babam gürlerdi:

-Yemen’den gelmiş itoğluitler, Yemen’ den…

Anam kalkar, tahttan aşağıya iner, su soğusun diye tulumbayı biraz çeker, doldururdu tasa.

-Avrat, bana da ver!

Babam, su içerken gene açardı pencere sözünü. Üstelik ayağa da kalkarak:

-Avrat diyorum ki, işte birini şurdan, birini de burdan açak.

-İyi olur…

-Bakmadın ki…

-Karanlık bre herif !

-Ben nasıl görüyorum?

Abim yine bağırırdı:

-Ana suu!

Babam yine gürlerdi:

-Yemen’den gelmiş itoğluitler, Yemen’ den… Ver avrat ver, biraz daha içiyim o buz gibi sudan!

Anam, bana da sorardı:

-İçecen mi oğlum, diye.

-İçecem ana!

Babam yine gürlerdi aşağıdan:

-Hiç içmez olur mu? İyi ki lan su paraynan değilmiş.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz