Hastalığın tedavisini değil de hafifletilmesini amaçlıyordur ve tedavinin imkânsızlığının bilinci de sonunda bu imkânsızlığın safına geçirir onu. Böylece iyilik kendi içinde de kısıtlanmış olur. Suçu, mahremiyettir, insanlar arasında dolaysız ilişkiler kurulabileceği sanısını yaratır ve evrenselin tecavüzlerine karşı bireyin tek savunması olan mesafeyi yok sayar. Birey, giderilmemiş farklılığın en acılı bilincini tam da en yakın ilişkiler içindeyken duyar. Yabancılaşmanın tek panzehiri, yabancılığın korunmasıdır…
HAZ, BİLİNÇTEN PEK ESKİ DEĞİLDİR
Cüretkârlığımı bağışlayın:
— Schnitzler’in Atlı Karınca adlı oyununda, yumuşak ve şefkatli hareketlerle yanaşmaya çalıştığı cilveli yosmadan şu cevabı alır şair: “Hadi ordan! Oturup biraz piyano çalsana sen!” Yapılan teklifi pekâlâ anlıyor, ama aşırı bir direnç de göstermiyordur. Toplumsal ya da psikolojik ketlenmelerden daha derindedir tepkisinin kaynağı. Çok eski bir soğukluğu açığa vurur: Dişi hayvanın, ona acıdan başka bir şey vermeyen çiftleşme ediminden duyduğu korku. Görece geç bir kazanımdır haz, bilinçten pek eski değildir. Hayvanların öyle efsunlanmış gibi karşı konulmaz hareketlerle çiftleşmesini izleyen kişi, “mutluluk solucanındır” sözünün idealist bir yalan olduğunu hemen anlar; en azından dişiler için böyledir bu, esir gibi maruz kalırlar aşka, bir şiddet eyleminin nesnesidirler. Bunun silik de olsa bir anısı, kadınların, en çok da küçük burjuva kadınların bilincinde, geç endüstriyel çağa kadar sürüp gelmiştir. Uygarlaşma sürecinde fiziksel acı ve korkunun dolaysız biçimi aşılmış olsa da eski yaralanmanın anısı silinemiyordur. Toplum, kadının teslimiyetini bir kurban ayini olmaktan çıkarıp özgürleştirirken bir yandan da her defasında yine aynı deneyime mahkûm eder onu.
KADIN, BAŞINDAN BERİ “ALDATILAN” DURUMUNDA OLDUĞUNU BİLİYOR
Eğer tümüyle duyarsız değilse hiçbir erkek, öksesine düşürmeye çalıştığı çaresiz kızın direncindeki o belli belirsiz haklılık ânını görmezden gelemez: Ataerkil toplumun kadına bıraktığı tek imtiyaz: Reddetmenin anlık zaferini yaşadıktan sonra, ikna olup faturayı ödemekten başka çaresi yoktur. Kadın, verici olarak, başından beri “aldatılan” durumunda olduğunu biliyordur. Ama kendini vermekten kaçındığında daha da kötü duruma düşecektir. Wedekind’in bir oyununda, genelev sahibesinin yeni kızlardan birine verdiği öğüt de bunu anlatır: “Bu dünyada mutlu olmanın tek yolu vardır: Başkalarını olabildiğince mutlu kılmaya çalışmak.” Mutluluk deneyiminin koşulu, kişinin kendini sınırsızca savurmaya hazır olmasıdır ki, buna da ne kadının arkaik korkusu, ne de erkeğin kibri ve küstahlığı izin verir. Mutluluğun yalnız nesnel imkânı değil, öznel hazırlığı da ancak özgürlük içinde elde edilebilir.
KADINLARIN SADECE EV-İÇİ EMEĞİ, KISITLANMIŞ YAŞAMLARINI DEĞİL, KENDİLERİNİ DE DÜŞÜNMEMİZ GEREKİR
Kazı
— Ibsen’in izleklerinin artık gününü doldurmuş ve eskimiş olduğu söyleniyor. Altmış yıl önceyse aynı seslerin Nora ve Hortlaklar’ın modernist yozluğuna ve ahlak dışı aşırılığına yönelttiği itirazlar işitilmekteydi. Ibsen, o sert ve yıkıcı burjuva, öfkesini topluma kusuyordu – üstelik kendi uzlaşmazlığı ve idealleri de o toplumun kurucu ilkesinden türemişti. Tantanalı ama kalıcı bir anıt yarattı: Halk düşmanını yuhalayan sağlıklı çoğunluğu betimleyen bir anıt; ama bu tabloyu hâlâ tatsız buluyor o çoğunluk ve üstünde çok durmadan günün acil işlerine geçiyor. Makul insanların başkalarının davranışlarını makul bulmamakta birleştiği her durumda, çözülmeksizin ertelenmiş bir sorunun, acılı bir yara izinin bulunduğundan emin olabiliriz. Kadınların durumunda da geçerlidir bu. “Eril” liberal rekabetçi ekonominin çözülmesi, kadınların erkeklerden ne daha fazla ne daha çok bağımsızlığa sahip oldukları maaşlı işler sektörüne katılmaları, ailenin büyülü aylasının silinmesi ve cinsel tabuların gevşemesi sonucunda bu sorun, en azından görünürde, eski “adiliğini” gerçekten yitirmiştir bugün. Öte yandan, geleneksel toplumun sürüp gitmesi de kadınların özgürleşmesini içten içe çarpıtan bir etkendir. İşçi hareketinin yaşadığı çürümenin en açık belirtilerinden biridir, bunun farkına varamaması. Kadınların gözetim altındaki bütün etkinliklere kabul edilmesi, sürüp giden insanlıktan çıkarılmalarını gizlemektedir. Büyük sermayenin denetimindeki örgütlü iş alanlarında da devam ediyordur ailedeki konumları: Birer nesnedirler. Kadınların sadece sefil iş günlerini ve endüstriyel bir dünyanın ortasındaki ev-içi emeğin koşullarıyla anlamsızca kısıtlanmış ev yaşamlarını değil, kendilerini de düşünmemiz gerekir. Gönüllü olarak, karşıt yönde herhangi bir dürtü taşımaksızın, egemenliği yansıtmakta ve onunla özdeşleşmektedirler. Erkek toplumu, kadınların ezilmesi sorununu çözmek şöyle dursun, kurbanların artık soruyu bile ortaya atamayacağı ölçüde yaymıştır kendi ilkesini. Yeterli miktarda metaya kavuşturulmak koşuluyla, yazgılarına da razı olmakta, düşünmeyi erkeklere bırakmakta, her türlü sıkı düşünüşü kültür endüstrisinin ortaya sürdüğü dişilik idealine bir saldırı olarak nitelemekte ve cinsiyetlerinin gereğinin yerine getirilmesi olarak gördükleri o esaret durumunu büyük bir gönül rahatlığıyla kabullenmektedirler. Teslimiyetin bedeli olan kusurlar, en başta da o nevrotik budalalık, durumun sürüp gitmesine yardımcı olmaktadır. Ibsen’in zamanında bile, burjuva toplumunda belli bir yere ulaşmış kadınların çoğu, toplumsal zindanın dört duvarını onların yerine umutsuzca yıkmaya uğraşan histerik kızkardeşlerinin gözlerini oymaya hazırdılar. Ama o hanımların torunları olan kızlar, kendilerini hiç işin içine katmadan ve sorumluluk duygusu taşımadan, hoşgörüyle gülümsüyor bu histeriklere ve onları hayırsever sosyal yardıma havale ediyor. Mucizevi olanı isteyen histeriğin yerine de yıkımın zaferi için sabırsızlanan ebleh geçiyor böylece. – Ama belki de her türlü eskimişilik ve günü geçmişliğin yazgısıdır bu. Sadece aradan geçen zaman değil, tarihin verdiği hüküm de rol oynar burada. Bu hükmün dünyadaki ifadesi, olgunlaştırmayı ihmal ettiği daha eski bir imkânla karşılaştığında ahfadın yüzünü kaplayan o utanç yalımıdır. Geçmişte başarılmış olan şeyin unutulması da korunması da mümkündür. Eskimişlikse sadece başarılamamış olan şey için geçerlidir: Boşa çıkarılmış bir yeni başlangıç vaadi için. Nedensiz değildir Ibsen’in kadınlarına “modern” denilmesi. Modernlikten nefretle eskimişlikten nefret birdir.
İNCE ZEVKE VE HAK GÖZETEN DÜŞÜNCELİLİĞE SAYGISIZLIK ETMEYECEK HİÇBİR İYİLİK EDİMİ YOKTUR
Hedda Gabler’in gerçek yaşamı
— Ön dokuzuncu yüzyılın este-tizmi, düşünce tarihinin içsel bir konusu olarak değil, toplumsal çatışmalar içindeki gerçek temeline bakarak kavranabilir ancak. Ahlak dişiliğin temelinde rahatsız bir vicdan yatıyordu. Eleştirmenler, burjuva toplumuna sadece ekonomi alanında değil, ahlak alanında da o toplumun kendi kurallarıyla karşı çıkmışlardı. Bu da yönetici tabakanın savunma seçeneklerini kısıtladı: Eğer saray şairleri ve devlet romancıları gibi iktidarsız bir yalancılığa razı olmayacaklarsa, toplumun yargılanmasını sağlayan ilkenin kendisini, demek kendi ahlakını reddetmekten başka çare yoktu. Ne var ki, radikal burjuva düşüncesinin ona saldırmak için benimsediği yeni konum, ideolojik yanılsamanın yerine kendi kendini tahrip eden ve sonunda teslim olan öfkeli bir isyanın benimsenmesinin de ötesine geçmişti. Güzelliğin burjuva “iyi” kavramına karşı ayaklanışı, iyiliğe karşı da bir ayaklanmaydı, iyilik, iyinin çarpıtılmasıdır: Ahlaki ilkeyi toplumsaldan ayırmak ve kişisel vicdan alanına kaydırmakla onu iki bakımdan kısıtlamış olur. Ahlak ilkesinin öngördüğü biçimde insanlara yakışır bir düzeni gerçekleştirme yükümlülüğünden böylece sıyrılır, iyiliğin bütün eylemlerinde belli bir kabulleniş ve avunma vardır: Hastalığın tedavisini değil de hafifletilmesini amaçlıyordur ve tedavinin imkânsızlığının bilinci de sonunda bu imkânsızlığın safına geçirir onu. Böylece iyilik kendi içinde de kısıtlanmış olur. Suçu, mahremiyettir, insanlar arasında dolaysız ilişkiler kurulabileceği sanısını yaratır ve evrenselin tecavüzlerine karşı bireyin tek savunması olan mesafeyi yok sayar. Birey, giderilmemiş farklılığın en acılı bilincini tam da en yakın ilişkiler içindeyken duyar. Yabancılaşmanın tek panzehiri, yabancılığın korunmasıdır, iyiliğin rehavetle benimsediği o pek kısa ömürlü uyum imgesi, budalaca yadsıdığı uzlaşmazlığın acısını daha da şiddetlendirir. İnce zevke ve hak gözeten düşünceliliğe saygısızlık etmeyecek hiçbir iyilik edimi yoktur; ve bu saygısızlık da o güçsüz güzellik ütopyasının karşı durmaya çalıştığı düzleşmeyi tamamlar. Böylece, kötülük öğretisi, sanayileşmiş toplumun başlarından beri, sadece barbarizmin habercisi değil, iyinin de maskesidir. iyide değerli olan ne varsa kötüye aktarılmıştır – o kötü ki, kötülüğünü tam bir gönül rahatlığıyla yapabilmek için iyiyi de kendi saflarına katmış bir düzenin bütün nefretini kendi üstüne çekiyordur şimdi. Hedda Gabler, Julle Teyze’nin generalin kızı onuruna satın aldığı gülünç şapkanın aslında hizmetçiye ait olduğunu kasıtlı biçimde iddia ederek o çok iyi niyetli teyzenin kalbinde onulmaz bir yara açar; ama tatminsiz kadının böylece yaptığı, acı-nası evliliğinin acısını savunmasız bir kurbandan çıkarma sadistliği değildir sadece: Kendi yaşamındaki en iyi şeylere karşı da suç işlemekte, çünkü en iyiyi iyinin alçaltılması olarak görmektedir: Beceriksiz yeğenini taparcasına seven yaşlı kadına karşı, bilinçsizce ve saçma bir biçimde, mutlakı temsil ediyordur. Hedda’dır kurban, Julle değil. Hedda’nın sabit fikri olan güzelliğin ahlaka karşı çıkışı, onu alaya alışından bile öncedir. Çünkü genel olan her şeyden uzak durur ve yalnızca varoluşun belirlediği bütün farkları -şunu değil de bunu kayırmış olan rastlantıyı- bir mutlak olarak görür. Güzellikte, inatçı ve nüfuz edilmez tikellik, norm olarak öne sürer kendini: Sadece o geneldir, çünkü normal genellik fazla saydam hale gelmiştir. Böylece meydan okur o normal genelliğe, özgür olmayan her şeyin eşitliğine. Ama bunu yaparken kendisi de suçlu durumuna düşer: Genelle ilişkisini koparırken, o olumsal varoluşu aşma imkânlarını da tümüyle bir yana atmıştır – oysa tikel varoluşun nüfuz edilmezliğinden yansıyan da aslında sadece kötü genelliğin hakikatsizliğidir. Böylece doğruya karşı yanlışın yanında bulur kendini güzellik: Doğruya karşı haklıyken bile. Güzellikte, narin gelecek, şimdinin Molok’una kendi kurbanını veriyordun Şimdinin evreninde iyi diye bir şey olamayacağı için, kendini kötü kılar; böylece kendi yenilgisiyle yargıcı da mahkûm etmiş olur. Güzelliğin iyiye karşı isyanı, trajik kahramanın aldanışlarının laik burjuva biçimidir. Toplumun her türlü aşkınlığın berisinde kalan bugünkü hali, kendi olumsuzluğunun bilincini de engellediği için, ancak soyut olumsuzlama hakikatin yerini tutabilir. Anti-ahlak, ahlakta ahlaksız olan şeyi, baskıyı, reddederken, ahlakın en derin tasasını da devralmıştır: Her türlü sınırlanmayla birlikte bütün şiddet ve tecavüzün de ortadan kaldırılması. Ödünsüz burjuva öz-eleştirisinin itici güçlerinin materyalizminkilerle örtüşmesinin nedeni de budur – birincisi kendi bilincine ancak ikincisine geçerek ulaşabilir.
Theodor Adorno
Minima Moralia
Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar