SAHTELİĞİN ÇEKİCİLİĞİ: ASIL YANLIŞLIK, AŞIRI DÜRÜSTLÜKTÜR! – THEODOR ADORNO

— Mutfak personeline duyulan bir amor in-tellectualis [düşünsel aşk] vardır, kendilerini kuramsal çalışmalara ya da sanatlara adamış kişileri hep bekleyen bir tehlike, bir tür günaha çağrı: Kendilerine yönelik tinsel taleplerini gevşetme, standartlarını düşürme ve hem konularında hem de ifade biçimlerinde, salim zihinle reddetmiş oldukları her türden kötü alışkanlığa yeniden dönme çağrısı. Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kaydadeğer bir şeyler ortaya koyabilmek için harcanması gereken çaba nerdeyse hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır.

Uyumluluğun bütün üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir başka etmendir. En genel anlamıyla zihinsel öz-disiplinin merkezidir bugün çözülme sürecine giren. Kişinin düşünsel yeterliliğini oluşturan tabular, bütün o yaşanmış deney birikintileri ve açıkça dile getirilmemiş sezişler, her zaman birtakım iç dürtülere karşı mücadele halindedirler; mahkûm etmeyi öğrendiğimiz ama ancak sormayan ve sorgulanmayan bir otorite tarafından kontrol altında tutulabilecek kadar güçlü dürtülerdir bunlar. İçgüdüsel yaşam için geçerli olan, zihinsel yaşam için de geçerlidir: Belirli bir renk ya da ses bileşimini bayağı ve yavan bularak kullanmaktan kaçınan ressam ya da besteci de, bazı basmakalıp ya da bilgiççe ifade biçimlerinden acı duyan yazar da, aslında kendi içindeki bir bölgenin bunlara doğru aktığını bildiği için bu kadar şiddetli bir tepki gösteri-yordur. Bugünkü kültürel çamuru yadsıyabilmek için, parmak uçlarımızda uyandırdığı o rahatsız edici kaşıntıyı duyabilecek kadar ona bulaşmış, ama aynı zamanda onu reddedebilecek gücü de yine bu bulaşma içinde kazanmış olmak gerekir. Bu güç kendini bireysel direnç olarak ortaya koysa da sadece bireysel bir olgu değildir: Güçlü bir düşünsel vicdanın içinde, ahlaki süperego kadar, toplumsallık ânının da payı vardır. İyi toplum ve iyi yurttaşa ilişkin bir anlayıştan doğar böyle bir vicdan. Bu anlayış sönmeye, silinmeye yüz tutarsa -kim hâlâ körce inanabiliyor ki ona!- zihnin alçalma dürtüsü de frensiz kalır ve barbar kültürün getirip bireyin içine yığdığı bütün tortu yüze çıkar: Yarım eğitim, gevşeklik, teklifsizlik, kabalık. Genellikle “insanlık” olarak, başkalarınca anlaşılma isteği ya da dünyevi sorumluluk olarak gerekçelendirilir bu. Ama zihinsel öz-disiplinden vazgeçiş fazla kolay bir fedakârlıktır: Bu fedakârlığa “katlanan” kişinin kendine duyduğu güveni ciddiye almamız mümkün olmaz. En çarpıcı örnek de maddi durumları değişmiş aydınlardır: Sadece yazıyla para kazanmanın doğru olacağına kendilerini sözümona zorla inandırdıkları anda, geçmişte tantanalı sözlerle reddettikleri ucuz şeylerden zerre kadar farklı olmayan bayağılıklar üretmeye koyulurlar. Tıpkı eski-zengin mültecilerin kendi ülkelerinde yapmak isteyip de göze alamadıkları o bencil cimriliğe yabancı topraklarda başlamaları gibi, ruhsal yönden yoksullaşanlar da kendi cennetleri olan o cehenneme sevinçle dalarlar.

Her şeyden önce, çocuğum

— Yalanın ahlak dışı olmasının nedeni, kutsal ve dokunulmaz hakikati çiğnemesi değildir. Onları daha da köşeye sıkıştırıp yok etmek amacıyla üyelerinin ağzından işkenceyle laf alan bir toplum, hakikat üzerinde hak iddia edemez. Tümel hakikatsizlik tikel hakikat üzerinde ısrar ederse, onu kendi karşıtına dönüştürmüş olur. Yine de, her yalanın içinde itici bir şey vardır ve bunun bilinci, kırbaçla aşılanmış olsa bile, zindancıların daha iyi tanınmasını sağlayacaktır. Asıl yanlışlık, aşırı dürüstlüktür. Yalan söyleyen adam utanç duyar, çünkü her yalan, hakikat ve dürüstlüğe övgüler düzerken bir yandan da yaşamak için insanı yalan söylemeye zorlayan bir dünyanın alçaltıcılığını öğretir ona. Bu utanç, daha incelmiş, daha karmaşık kişiliklerin yalanlarında gedikler açar. Beceriksizce yalan söylerler; karşıdaki kişi açısından yalanı bir ayıba, bir kabahate dönüştüren de bu beceriksizliktir. Yalan söyleyenin onu aptal sandığını gösterir bu, bir horgörü belirtisidir. Bugünün usta pratisyenlerinin elinde, gerçekliği çarpıtmaktan ibaret olan eski dürüst ve masum işlevini yitirmiştir yalan. Kimse kimseye inanmamakta, herkes her şeyin içyüzünü bilmektedir. Yalan söyleyen adamın asıl söylemek istediği, karşısındaki insana da onun kendisi hakkındaki düşüncelerine de kayıtsız olduğunu hissettirmektir. Bir zamanlar liberal bir iletişim aracı olan yalan, her bireyin, kendi çevresinde buz gibi bir atmosfer oluşturarak bu atmosferin sığınağı içinde semirmesini sağlayan küstahlık yöntemlerinden biri haline gelmiştir bugün.

Ayrılmış – birleşmiş

— İnsanca gerekçelerini yitirmiş olduğu bir çağda yine de yaşamaya devam eden evlilik kurumu, bugün genellikle bir sağkalma hilesi olarak kullanılıyor: İki suçortağı, aslında kokuşmuş bir bataklıkta birlikte yaşarken, birbirlerine yaptıkları kötülüğün sorumluluğunu da dışarıya yöneltiyorlar. Kirden uzak tek evlilik tarzı, iki eşin de bağımsız bir yaşam sürdürdüğü, cebri bir ekonomik çıkar ortaklığına katlanmak yerine birbirlerine karşı sorumluluklarını özgürce kabullendikleri bir evlilik olurdu. Bir çıkar ortaklığı olarak evlilik, ilgili tarafların alçalması anlamına gelir her zaman; ve öyle hain bir dünyadır ki bu, farkında olanlar bile kaçınamaz böyle bir alçalıştan. Bu nedenle, ahlaksızlıktan uzak bir evliliğin ancak özel çıkarlarının peşinde koşmak zorunda olmayanlara, demek zenginlere özgü bir imkân olduğu da söylenebilir. Ne var ki sadece biçimsel, içi boş bir imkândır bu, çünkü çıkar peşinde koşmak tam da bu ayrıcalıklı kesimlerde bir ikinci doğa haline gelmiştir – mutluluk da dahil hiçbir ayrıcalığa tutunmaya çalışmazlardı eğer böyle olmasaydı.

Bütün malım ve mülkümle

—Boşanma, iyi huylu, yumuşak başlı, eğitimli insanlar arasında gerçekleştiğinde bile, değdiği her şeyi kaplayan ve solduran bir toz bulutu kaldırır çoğu kez. Mahremiyetin alanı, paylaşılmış yaşamın o biraz dalgın, korunmasız güveni, ilişki koparıldığı anda öldürücü bir zehire dönüşmüştür sanki. İnsanlar arasındaki yakınlık, sabırdır, hoşgörüdür, saplantılar ve tuhaf huylar için bir sığınaktır. Açığa çıkarıldığında içindeki zaaf ânını da belli eder ve boşanmada da böyle bir açığa çıkma kaçınılmazdır. Güvenin bütün envanterine el koyar boşanma. Daha önce sevgi ve özenin göstergeleri olan şeyler, barışın ve karşılıklı uzlaşmanın imgeleri, bağımsız değerler olarak serbest kalırken, kötücül, soğuk, habis yönlerini de gösterirler. Profesörler, ayrıldıktan sonra, karılarının dairelerine gizlice girerek yazı masalarının çekmecelerinden bir şeyler aşırırlar ve hali vakti yerinde kadınlar da eski kocalarının vergi kaçakçısı olduğunu ifşa ederler. Evliliğin şu evrensel şefkatsizlik içinde insanca hücreler kurmanın son imkânlarından biri olduğu söylenebilir belki; ama evrensel de evliliğin bozulmasıyla kendi öcünü alır: Kural dışı kaldığını sandığımız şeye el koyarak onu hakların ve mülkiyetin yabancılaşmış taleplerine bağımlı kılar, hayali bir güvenlik içinde yaşamış olanları alaya alır. Tam da en korunmuş olan şey hunharca meydana çıkarılarak teşhir edilir. Ayrılmış çift daha önce ne kadar “cömertse”, mülkiyet ve yükümlülük gibi şeylere ne kadar az kafa yormuşsa, alçalışı da o kadar sefilce olur. Çünkü çekişmenin, sövgünün ve sonu gelmeyen çıkar çatışmalarının asıl gelişme ortamı, tam da bu hukuksal olarak belirsiz, tanımlanmamış alandır. Evlilik kurumunun altındaki bütün o karanlık temel; karısının emeği ve mülkiyeti üzerinde kocanın o barbarca iktidarı; bir erkeği yatmaktan vaktiyle zevk duyduğu bir kadınla evlenmeye zorlayabilen ve bir öncekinden daha az barbarca olmayan o cinsel baskı – ev yıkılınca bütün bunlar da mahzenlerden ve temellerin arasından sürünerek gün ışığına çıkarlar. Daha önce iyi evrenseli kapalı ve kısıtlayıcı bir bağlılığın içinde bulmuş olanlar, şimdi toplumun baskısı altında, dışardaki kısıtlanmamış kötülüğün evrensel düzeninden hiç farklı olmayan alçaklar olarak görmek zorunda kalırlar kendilerini. Evrensel, evlilikte tikelin utanç lekesi olarak açığa vurur kendini, çünkü bu toplumda tikelin, demek evliliğin, doğru evrenseli gerçekleştirmesi imkânsızdır.

Minima Moralia – Theodor Adorno


MİNİMAMORALİA, Adorno’nun başyapıtıdır. İlgilendiği bütün alanları bu kitapta-bazen birkaç sayfalık tek bir fragman içinde- bir araya getirmiştir: Felsefe, günlük yaşam, siyaset ve işçi hareketinin tarihi, edebiyat ve müzik, psikoloji, Faşizm, ırkçılık ve savaş. Bir polemik kitabı olarak da görülebilir: Bütün bu konuları, karşılarında eleştirel bir tutum aldığı düşünce sistemleriyle (örneğin varoluşçuluk veya psikanaliz) ve Heidegger gibi düşünürlerle kimi zaman açık kimi zaman örtük bir tartışma içinde işlemektedir. Adorno’nun kendine özgü yöntemi de bu kitapta en güçlü ifadesini bulur: İlk bakışta önemsiz görünebilen tek bir olay ya da nesne (örneğin astroloji) Adorno’nun merceği altında, büyük tarihsel eğilimleri açıklayan bir şifre olarak belirmektedir. Sunuş yazısında kendisi şöyle diyor: “Kitabın her üç bölümünde de çıkış noktası, en dar haliyle özel alandır… Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir.” Ama bu parçalar kitabına herhangi bir yerinden girmek de mümkündür: Amacının “her noktası merkeze aynı uzaklıkta olan bir yazıya” ulaşmak olduğunu yine bu kitabın bir yerinde Adorno’nun kendisi söylemiştir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz