TEZER ÖZLÜ: “HER ŞEYİN DIŞINDA VE HİÇBİR YERDE” – EMEK EREZ

Tezer Özlü, üzerine çok şey söylenebilecek bir yazar. Edebiyatın “gamlı prensesi” ona yakıştırılsa da bu yakıştırma ona sadece gamlı, kederli bir yazar misyonu biçtiği için doğru gelmiyor bana. Çünkü Tezer Özlü, yıkıcı, kural tanımaz, normallik sınırlarının dışında, kurumlarla, yaşamla, dünyayla derdi olan kavgacı bir yazar benim fikrimce.

Cendrars, yazmak yaşamak demek değildir, yaşamanın dışına çıkmaktır der. Tezer Özlü’nün yazma edimi için de böyle bir tanımlama yapmak yanlış olmaz. O yazar, çünkü dünyanın dışında bireye dayatılanın ötesinde bir yaşam arzusundadır. Dayatılanın dışına çıkmayı sadece yazmaz, bu nedenle de kendi yaşamından kesitlerle haykırır. Çünkü çocukluğundan itibaren farklıdır, uyumsuzdur. Ailesi, okulla ve arkadaşlarıyla olan ilişkisi ona hep bu farklılığını hatırlatır. Kurumlarla olan derdini yazarın pek çok cümlesinden de okuyabiliriz:  “Yıllar sonra, sabah karanlığında küçük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce nemli İstanbul sabahlarında,  hiçbir yanlış değişmedi diye düşünmekten kendimi alamıyorum” (1994: 22). Tezer Özlü tek tip kıyafetlerle, vatan şiirleriyle dertlidir. Çünkü onun varoluşunda bütün bu kurumsal durumlar ona sadece acı çektirmiştir: “öğrendiklerimi unutacağım, okulun önünden bir daha hiç geçmeyeceğim” (1994: 30).  İnsanın bir kurumdan öğrendiklerini unutması ya da buna istenç duyması sanırım kendisini bir bireylik kategorisi olarak yeniden üretmesi anlamına gelir ki Tezer Özlü bu durumu başarabilmiş yalnızca bu coğrafyada değil, dünyada sayılı yazarlardan birisidir.

Tezer Özlü’nün yaşamı, aslında modern bireylik durumunun getirdiği “normalliklere” uygun olmamasından dolayı bu kadar acı ve buhran içerir.  O bu “anormalliğinin” bedelini kliniklerin soğuk odalarında narkozlarla ve elektroşoklarla öder. Çünkü modern dünyanın dışında olmak, farklılık ve kapatılmak anlamına gelir. Modern toplum, Foucault’nun ifade ettiği gibi, denetlemeyi yalnızca adâlet yoluyla değil psikiyatrik ve kriminolojik, tıbbî, pedagojik kuruluşlarla bedenlerin yönetilmesi ve bir sağlık politikasının oluşturulması içinde kullanır (Revel, 2012: 45). Tezer Özlü tam da bu durumu yaşıyor olmalıdır; çünkü çocukluğu, gençliği herkes gibi olamaması, çevresini onun kapatılması gereken bir “deli” olduğu imajına inandırmıştır. Oysa Tezer Özlü için bu farklılık durumu, yalnızca kendisi olabilmek isteğidir. Yalnızca kendisi… “Biraz istediğim gibi davranmaya başladığımda, götürülüp, demir parmakların gerisine kilitleniyorum” (1994: 50).

Camus ünlü denemesi Başkaldıran İnsan’da, başkaldırı dürtüsünün, insan doğasının özünden var olan boyutlardan birisi olduğundan bahseder; bu aynı zamanda dünyanın anlamsızlığına başkaldırmaktır (1995). İnsan bu yetisini ne kadar devam ettirebiliyor bilinmez; ancak her şeyin biçimli, kategorili, sayılı verili bir duruma karşılık geldiği toplumsallık durumunda Tezer Özlü tüm bunlara ve dünyanın anlamsızlığına başkaldırmayı başarabilmiş bir yazardır. O bütün bu dayatılanın dışındadır; dünyaya, çevresine, kendisini (hepimizi) sarıp sarmalamış gözetime karşı bir bireylik durumu geliştirmiş ve yazılarında da bunu yansıtmıştır.  “Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, iş yerlerinizle… Özel ya da resmi kuruluşlarınızla, içimi kemirttiniz. Ölmek istedim dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim serum verdiniz. Delirdim kafama elektrik verdiniz, hiç aile olamayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım, hangi tren istasyonuna, hangi hava alanına doğru gideceğimi bilemediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum” ( 1993: 58). Bir yazarı en iyi kendi cümleleri anlatır. Tezer Özlü başkaldıran bir insan olarak yaşamıyla yüzleşmesini yazıyla sağlamıştır. Çevresindeki telkinler ya da uygun görülen durumsallıklar, kurumsal dayatmalar onda çok karşılığını bulmamıştır; o çevresinin “delisidir” belki ama kendisinin de efendisidir; uyumsuz, aklın sınırsızlığında kendi varlığını ve dünyayı anlamlandırabilen bir yazardır.

Yazma edimi bir varoluş kaygısı ve çabasıdır aynı zamanda; yazarlar kendi yaşamsal durumlarıyla başa çıkamamanın verdiği bir dünya yüküyle yazmaya yönelirler. Çünkü yazmak bireyin içsel hesaplaşmasıdır, aşkla, savaşla, doğayla, nefretle ve daha pek çok insânî durumla. İnsan kendine ve dünyaya katlanamadığı anda kendi varoluşunu kaleme devreder. Yazarların kişisel yaşamlarına baktığımızda da aslında yazma çabasının bir varoluş çabasına dönüştüğünü görürüz. Tezer Özlü’nün etkilendiği yazarlar için de bu böyledir. Acı dayanılmaz olduğunda yazmak yaşatıcıdır çünkü. Kafka, Tezer Özlü’nün yaşamında önemli bir yer tutar, tıpkı Pavese ve Svevo gibi; çünkü bu yazarların ortaklaştığı bir acılı bir varoluş noktası vardır. Kafka’nın yaşamının belki de belirleyicisi Çekoslovakya’nın Naziler tarafından işgal edilmesi sonucunda üç kız kardeşinin temerküz kamplarında depo edilmesi ve öldürülmesidir; ayrıca birçok akrabası ve arkadaşı da bu kamplarda yok olmuştur Kafka’nın. İşte bu nedenle o, günlüklerinde “acıdan ve yalnızlıktan” güç aldığını belirtmiştir sıklıkla. Benzer biçimde Pavese kendini “piç” olarak tanımlayan bir yazar; daha bebekken terk edilmiş ve sadece devletten yardım almak için bir aile tarafından evlat edinilmiş. Sevgisizliğin, acının, şefkatsizliğin her türlüsünü çekmiş ve en sonunda bir otel odasında kendisi gitmişti dünyadan. Svevo ise yazma ediminin hayal kırıklıklarıyla boğuşurken en son küsüp bırakır edebiyatı ve bir bankada memur olarak çalışmaya başlar; ta ki James Joyce ile tanışana kadar. Kitabının basılmak istenmesi bu nedenle ona “kötü bir şaka” gibi gelir. Tezer Özlü için çok özel olan bu üç yazar varoluşlarını acı ve hayal kırıklarıyla perçinlemişler ve yazarak, duyurarak hayatta kalmaya çabalamışlardır. Çünkü Yine Tezer Özlü’ ye kulak vermek gerekirse “Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir ama insan bir kez sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim” (2014:10). Dünya acılı bir yerdir. Dayanılmaz hâle geldiğinde duygular taşar ve yazılır, yazı bireye dayanma gücü verir; çünkü yazmak aynı zamanda dertleşmektir. Tıpkı Tezer Özlü’nün, Kafka’nın, Pavese’nin, Svevo’nun ve birçok yazarın yaptığı gibi yazmak, dünyada kalmaya sebep olur;  bir bakıma varlık anlamını bulur. Tezer Özlü etkilendiği yazarlara çok derin anlamlar yükler. Yazmasının amacı haline getirdiği dönemler bile olmuştur denilebilir; ancak bu hiçbir zaman bir taklit olmamış, onların cümlelerinin üzerine kendi cümlelerini kurabilmiştir. Hatta bahsettiğimiz yazarların etkilendiği cümlelerini alt alta yazıp bir de ben ekliyorum “yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum” (2014: 11). demeyi bilmiştir. Tezer Özlü bireyciliği, aslında kendine has bir bireycilik örneğidir. Bencillikten uzak dünyanın bireye yük ettiği acıdan beslenen bir bireylik hâli… Umursamaz gibi görünen ama içinde etrafında olup bitenlere dair fırtınalar kopan bir durumdur bu. Bu nedenle Tezer Özlü’yü ya da onun üretimlerini tek bir kategoriye hapsetmek anlamsız olur. Çünkü sadece kendine odaklı acılı gamlı bir yazar dostu Leyla Erbil’e yazdığı mektupta “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu” (2008).cümlesini kuramazdı. Bu cümleyi kurmasına rağmen, bu coğrafyadan kaçarcasına gittiği dünyanın başka şehirlerinde, yalnızlığını Türkiye’de bulunan dostlarıyla mektuplaşarak gidermesi ise yazarın ne olursa olsun bu coğrafyaya özlem duyduğunun da göstergesi gibi. Tezer Özlü bu coğrafyanın yazınını sevememiş bir yazar gibi görünür; ancak Leyla Erbil’e göre bu durum kişisel değildir. Onun derdi zihniyetlerledir ki Ferit Edgü ve Leyla Erbil ile mektuplaşmaları bunu örnekler niteliktedir. Tezer Özlü’nün bu durumunu da garipsememek gerekir; dışarıdan bakıldığında üstten bir algı gibi değerlendirilebilir. Ancak baştan beri belirttiğimiz gibi o, zaten toplumsal algının ve bu coğrafyanın yazın dünyasının dışında bir yazardır. Sanırım bu nedenle yazılarında ya da kitaplarında üretimlerine dair çok şey söylemez. O, yazar; çünkü “yaşamla ve ölümle” görülmesi gereken bir hesabı vardır.

Tezer Özlü için kitapların yaşamında önemli bir yer tuttuğunu da hatırlatmak gerekir; o, dünyanın acılarından kitaplara sığınarak kurtulmaya çalışır. Şöyle der Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde: “Bazı kitaplar, gerçek yaşamdan daha duyarlı, daha büyük boyutlara götürüyor beni” (1994). Yalnızca edebiyat da değildir Tezer Özlü’nün ilgi alanı. “Yeryüzüne Dayanabilmek İçin (2014)” kitabını hazırlayan Sezer Duru’nun notunda da belirttiği gibi “Dikkatli okuyucu, Tezer Özlü’nün yurtdışından zamanın dergilerine gönderdiği bu olağanüstü yazıları gördüğünde onun sanatın çeşitli dallarıyla ne derece ilgili olduğunu görecektir.” Sezer Duru’nun değerlendirmesine katılmak gerekmektedir. Tezer Özlü’nün dönemin film festivallerine, ödüllendirilen filmlere dair yorumlarına, Türkiye’de çeviri sorunlarına dair yaptığı analizler, onun dönemin sanat ve edebiyat dünyasına olan hȃkimiyetinin göstergesi gibidir.

En baştan belirttiğimiz gibi üzerine çok söz söyleyebileceğimiz bir yazardır Özlü. O yazar, okur, izler. Onun için bütün bunlar, yaşama dayanabilmek içindir. Her şeyin dışında, hiçbir yerin insanı, uyumsuz bir bireyin dünyada kalma çabasıdır. Çünkü kalabalıkken bile içsel bir yalnızdır ama bu onun tercihidir; çünkü bir yere bağlı olamayacağını çok gençken hissetmiş ve bu nedenle hep gitmeyi seçmiştir. “İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sınırlarını zorluyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım (1993).”  Tezer Özlü’yü tanımlamak için sanırım çok cümle kurmaya da gerek yok “hiçbir yerde”, “hiç kimseyle”, “her şeyin dışında” demek yeterli olacaktır.

 


Kaynakça
Camus, A. (2013), Baş Kaldıran İnsan, (çev. Tahsin Yücel), İstanbul: CAN.
Erbil, L. (2008), Tezer Özlü’den, Leylȃ Erbil’e Mektuplar, İstanbul: YKY.
Fidan, B. (2010), Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları, “Her Şeyin Sonundayım”, İstanbul: Sel.
Revel, J. (2012), Foucault Sözlüğü, (çev. Veli Urhan), İstanbul: Say.
Özlü, T. (1993), Yaşamın Ucuna Yolculuk, (haz. Sezer Duru), İstanbul: YKY.
Özlü, T. (1994), Kalanlar, (haz. Sezer Duru), İstanbul: YKY.
Özlü, T. (1994), Çocukluğun Soğuk Geceleri, (haz. Sezer Duru) İstanbul: YKY.
Özlü, T. (2014), Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, (haz. Sezer Duru), İstanbul: YKY.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz