Eğer insanların ve meleklerin dilleriyle konuşursam, ama sevgim olmazsa, ses çıkaran bir bakır ya da öten bir zil olmuş olurum. Eğer tanrının elçisi olsaydım bütün sırları bilir ve her türlü bilgiye sahip olursam, eğer dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir inancım olursa ama sevgim olmazsa yine bir hiçim. Eğer bütün malımı sadaka olarak dağıtır ve bedenimi yakılmak üzere teslim edersem ama sevgim olmazsa, bunun bana hiçbir yararı yoktur. Sevgi sabırdır, sevgi şefkattir. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolayca öfkelenmez, kötülüğü anmaz. Sevgi haksızlığa sevinmez. Ama gerçek olanla sevinir. Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi ümit eder, her şeye dayanır. Sevgi asla son bulmaz. Peygamberlik bitecek, diller sona erecek ve bilgi ortadan kalkacaktır.
Bir başyapıt: Bu, mutlak geçerliliği içinde gerçeklik hakkında verilmiş kusursuz ve tam bir yargıdır ve bu yargının değeri, manevi olanla karşılıklı ilişki içinde insan kişiliğini ne kadar kapsamlı ifade etmeyi başarmış olmasıyla ölçülür.
Böyle büyük bir sanat eseri hakkında konuşmak ne kadar da zordur! Hiç şüphesiz, bir başyapıtı diğer çalışmalar yığınından çekip çıkarmamıza yarayan son derece genel bir uyum duygusu dışında başka bazı kesin ölçütler de vardır. Ayrıca bir sanat eserinin değeri onu algılayanlara göre de değişebilir. Genelde bir sanat eserinin taşıdığı önemin, insanların bu esere gösterdikleri tepkiyle, eser ile toplum arasında oluşan ilişkiyle ölçülebileceği sanılır. En genel anlamıyla bu doğrudur. Garip olan, yalnızca, böyle bir durumda sanat eserinin onu algılayanlara tümüyle bağımlı kılınması, bu algılayıcının eseri hem bir bütün olarak dünyaya hem de insanın varolan bireyselliğine bağlayan şeyi bulmayı becerip beceremeyeceğine bağımlı kılınması ve bu arada bizzat bu bireyselliğin, insanın gerçeklikle olan ilişkisinin bir ürünü olduğunun unutulmasıdır. Goethe, bir kitap okumak bir kitap yazmak kadar zordur, derken son derece haklıydı. Bir insan, verdiği kararların, yaptığı değerlendirmelerin nesnel olduğunu hiçbir zaman ileri süremez. Bir kararın en görece nesnel olma olasılığı bile yorum çeşitliliğine bağlıdır. Şayet bir sanat eseri, kitlelerin, çoğunluğun gözünde hiyerarşik bir değerlilik kazanırsa bu, genelde rastlantısal bir durumun, örneğin eserin, yorumcuları açısından şanslı olmasının bir sonucudur. Ayrıca bir insanın estetik beğenisi de sanat eserinden çok o insanın kendisi hakkında ipuçları verir.
Sanat eserini yorumlayan bir kimse, genelde belli bir soru karşısında aldığı tavrı sergilemek amacıyla belli bir alana yönelir, bunu yaparken de eserin kendisinden yayılan, duygu bakımından canlı ve dolaysız ilişkiyi ele almaktan kaçınır. Çünkü bu tür katışıksız bir algılama için, olağanüstü derecede gelişmiş, özgün, bağımsız ve deyim yerindeyse “masum” bir yargılama yeteneğinin varolması gerekir. Halbuki genelde insan, o ana kadar bildiği örnekler ve olgular bağlamında kendi fikrinin onaylanması peşinde koşarak sanat eserlerini öznel tahminleriyle ya da kişisel deneyimleriyle benzeşmesine göre değerlendirir. Öte taraftan bir sanat eseri de, hakkında verilen sayısız yargılar sonunda değişik, değişken bir yaşama kavuşarak zenginleşir ve böylece varlığı belli bir doygunluğa ulaşır.
“… Büyük şairlerin eserleri henüz insanoğlu tarafından okunamadı, ancak büyük şairler bu eserleri okuma yeteneğiyle donanmıştır. Kitleler onları yıldızları okur gibi okurlar, yani en fazla bir müneccimbaşı olarak; bir astronom bile değil. Çoğu insana okuma yazma sırf onun rahatlığı için öğretilir, tıpkı harcamalarında aşırı gitmesini engellemek için öğretilen toplama çıkarma gibi. Bu insanlardan hiçbirinin, soylu bir zihin alıştırması olarak okumadan haberi yok; ayrıca en ulvi duygularımızı körelterek bizi tatlı tatlı uyutan bir okuma değil, parmak uçlarımızda yaklaşmamızı gerektiren, en uyanık saatlerimizi ayırdığımız bir okuma, kelimenin en yüce anlamıyla okumadır.”
Bu sözleri Thoreau, şaheser esir Walden,de söylemiştir.
Bence sanatta güzellik, kusursuzluk ve ustalık, içinden düşünsel ya da estetik anlamda tek bir bölümün bile ancak bütüne zarar vermesi pahasına çıkartılabildiği ya da vurgulanabildiği yerde ortaya çıkar. Bir başyapıtta, bazı etmenleri diğerine yeğlemek mümkün değildir. Nihai amaçlarını ve görevlerini şekillendiren yaratıcısına, deyim yerindeyse “yol göstermek” mümkün değildir. Bu konuda örneğin Ovid, sanat göze çarpmaktadır derken, Engels de “yazarın görüşleri ne kadar iyi gizlenmişse sanat açısından o kadar iyidir,” demiştir.
Her doğal organizma gibi sanat da birbiriyle çelişen öğelerin mücadelesi sonucu yaşar ve gelişir. Zıtlıklar burada iç içe geçer, yani bir anlamda düşünceyi sonsuza dek tekrarlar. Bir eseri sanat haline dönüştüren düşünce, temelinde yatan çelişkilerin dengesinde ve uyumunda gizlidir. Sonuçta, sanat eseri üzerinde nihai bir “zafer” elde etmek, anlamını ve görevini kesin bir açıklığa kavuşturmak mümkün değildir. İşte bu yüzden Goethe, sanat eseri yargılamaya ne kadar kapalıysa o kadar değerlidir, demiştir.
Bir başyapıt, ne fazla soğuk, ne fazla sıcak; kendi içinde kapalı bir mekandır. Güzelliği parçaların ahenginden doğar. Tuhaf olan, böyle bir eserin kusursuz olduğu oranda az çağrışımlara yol açmasıdır. Kusursuz olan, benzersizdir. Ya da aynı anda sonsuz çağrışım üretecek durumdadır, ki bu da son tahlilde aynı anlama gelir.
Sanat tarihçilerinin bir sanat eserinin anlamıyla ya da bir eserin diğerine oranla üstünlüğüyle ilgili sözlerinde ne kadar da çok rastlantı biraraya gelmiştir, acaba?
Bu bağlamda, tabii hiçbir nesnellik iddiası taşımadan, güzel sanatlar, özellikle İtalyan Rönesansının tarihinden birkaç örnek vermek istiyorum: Bu konuda, bana oldukça garip gelen ne kadar da çok yargıya varılmış!
Raffaello ve “Sistina Madonnası” hakkında kimler neler yazmamış ki! Bu görüşlere göre, yüzyıllar boyunca Ortaçağ Tanrısının önünde diz çöküp kalmış ve gözleri ondan başkasını görmediği için de ahlaksal güçlerini yeterince geliştirememiş, ama sonunda kesin kimliğine kavuşarak kendi içindeki ve çevresindeki dünyayı, Tanrıyı keşfeden insanı canlandırmakla Urbino’lu dahi, bu resimde insan düşüncesini tutarlı ve mükemmel bir şekilde temsil etmiştir.
Önce bu görüşlerin doğru olduğunu varsayalım. Çünkü gerçekten de bu sanatçının elinde Kutsal Meryem, resimde yansıtılan ruh hali yaşamın gerçekliğinden kaynaklanan sıradan bir orta tabaka kadını olup çıkmış. İnsanlara kurban edilen oğlunun akıbetinden endişeli. Oğlunun, insanları kurtarmak, onların günah işlememek adına verdikleri mücadeleyi hafifletmek için kurban edileceğini bilse de bu endişesinden kurtulamıyor.
Burada her şey, hakikaten de açıkça “yazılı”dır. Hatta kanımca fazla açık, çünkü sanatçının görüşü ne yazık ki fazlasıyla ön plana çıkmış. Bu ressamın, tüm biçime hakim olan, üstelik de görüntünün salt resimsel niteliğini de belirleyen o tatlımsı alegori sevgisi insanı çok rahatsız ediyor. Sanatçının burada güttüğü tek amaç, bir düşünceyi açıklığa kavuşturmak, çalışmasının spekülatif bir taslağını yaratmak; bunun da bedelini resminde görülen o yüzeysellik ve kocaman bir boşlukla ödüyor.
Burada üzerinde durulması gereken, güzel sanatların vazgeçilmez öğeleri olan istek, enerji ve gerilim yasalarıdır. Güzel sanatların bu yasalarını, Raffaello’nun bir çağdaşında, Venedikli ressam Vittore Carpaccio’nun eserlerinde bulmak mümkün. Bu ressam, Rönesans devrinde üzerlerine yağan “insancıl” gerçeklikle adeta körleşen insanların karşılaştıkları bütün ahlaksal sorunları işlemektedir. Ve bunun için kullandığı tek araç resim tekniğidir; biraz vaaz, biraz ulviyet kokan “Sistina Madonnası”nda olduğu gibi edebiyat tekniğine sığınmak aklının ucundan geçmemiş. Carpaccio’da birey ile maddi gerçeklik arasındaki yeni ilişki cesur ve onurlu bir ifadeye kavuşuyor. Ressam, aşırı duygusallığa kapılmıyor, insanın özgürleşme süreci karşısında duyduğu coşkuyu, yürekten desteği, frenlemesini biliyor.
1848 yılında Gogol, Şukovski’ye16 şu satırları yazmıştı:
“… vaaz vererek öğretmek benim işim değil, sanat zaten başlı başına bir öğrenme süreci. Benim işim, yaşayan görüntüler aracılığıyla konuşmaktır, yargılar aracılığıyla değil. Hayatı, hayat olarak ele almalı ve asla ucuzlatmamalıyım.”
Ne kadar doğru! Aksi takdirde her sanatçı kendim izleyenlere kendi görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışırdı. Ama kim, sanatçımın salonda oturan ya da elinde bir kitap tutan bir kimseden daha akıllı olduğunu iddia edebilir ki? Sanatçının tek üstünlüğü, görüntülerle düşünebilmesi ve kendisini izleyenlerden farklı olarak dünya görüşünü bu görüntülerin yardımıyla düzenleyebilmesidir. Yoksa aramızda sanatın hiç kimseye hiçbir şey öğretemeyeceği düşüncesini paylaşmayanlar mı var? insanoğlu, dört bin yıldır hiçbir şey öğrenemediğini yetirince göstermedi mi?
Sanatın deneyimlerini, sanatta ifade edilen idealleri hakikaten benimseme yeteneğimiz olsaydı, hiç şüphesiz, çok daha iyi insanlar olurduk. Ancak ne yazık ki sanat, insan ruhunu yalnızca sarsıntıyla, katharsis’le iyiye yöneltebiliyor. İnsanın iyi olmayı öğrenebileceğini sanmak saçmalık olurdu. Bu imkansızdır, Sovyet edebiyat derslerinde iddia edildiğinin aksine, Puşkin’in kadın kahramanı Tatyana’nın “olumlu” örneğinden “sadık” bir kadın olmanın öğrenilmeyeceği gibi.
Ama biz, bir kere daha Rönesans devri Venedik’ine dönelim. Carpaccio’nun bol figürlü kompozisyonları insanı masalsı güzellikleriyle büyülüyor. İnsan, bu resimlere baktığında heyecan verici bir umuda kapılıyor: Yoksa açıklanamaz olan burada birden açıklanacak mı? Bu tablonun bizi neredeyse korkutacak derecede sarsması yüzünden etkisinden kolay kolay kurtulamadığımız o psikolojik gerilim alanının nasıl oluştuğunu uzun bir süre kavrayamamıştım. Carpaccio’nun resimlerindeki uyum ilkesini görmeye başlayana dek muhtemelen saatler geçer. Ancak bu ilke sonunda kavrandı mı da, artık kimse, bu güzelliğin ve ilk bakışta edindiği izlenimin cazibesinden bir daha kendini kurtaramaz.
Andrey Tarkovski
Mühürlenmiş Zaman