Bohça
Evimize ilk geldiği akşamı pekâlâ hatırlıyorum: Ben, bizim dut ağacının dibinde mahalle çocuklarına o günkü oynadığımız oyundan, sudan ve su kenarından bahsetmekteydim. Bütün heyecanım üzerimdeydi. Bu yüzmek bilmeyen gruba, nasıl yüzmek öğrendiğimi o kadar hararetle anlatıyordum ki çocuklar en küçük bir kıpırtı yapamıyorlar. Bütün sualleri gözlerine birikmişti. Heyecanımla beraber artan sürati intikalimle bana ne sorulmak icap ettiğim derhal anlıyor, arkadaşlarıma bir kelime söyletmiyordum.
Evimizin bahçemize açılan kapısından gözüktüğü ve beni çağırdığı zaman, onu ilk defa görmekten doğan hayretimi hiç belli etmeden devam ettim:
— Artık ayağım yerden kesilmişti. Su yutmaya da başlamıştım. Ama aklıma hiç korku gelmedi. Ne yapacağımı düşünüyordum.
— Küçük bey, anneniz sizi istiyor. Bu cümleyi o söylemişti.
— Geliyorum, dedim.
Ve arkadaşlarıma tam boğulmama az kalmışken, birkaç saniyede nasıl yüzmek öğrendiğimi anlatmaya devam ettim.
Neden sonra arkadaşlarım gitmiş; ben evin bahçe kapısına doğrulmuştum. O, hâlâ kapının önünde beni bekliyordu. Bana bakmıyordu. Gözleri ayva ağacında öten bir saka kuşundaydı.
— Bülbül mü? dedi.
— Yok kız, dedim, saka. Anlamamazlığa vurdu. Bir mahalle şivesiyle:
— Hadi ordan, dedi. Saka biraz evvel geçti.
— Sus kız, dedim, terbiyesiz, ben öyle şakaları sevmem. Mahzun gözleriyle bana uzun zaman baktı. Mutfağı ben
önde o arkada geçtik. Ona, evimize niçin geldiğini sormak işkencesini de yaptım. O şöyle bir cevap vermişti:
– Ben eskiden Binbaşı Hidayet Bey’in evinde besleme idim.
Ben ne hain bir burjuva çocuğu idim, bilmezsiniz. Ona ne eziyetler etmedim. Esmer teninde yer yer çürükler peyda oldu; yaralar açıldı. Küçük, şekilleri bozulmuş ellerinin yukarısında-ki narin ve mor damarları okunan bileklerine ne tırnak yaraları açmadım.
Bütün işkencelerime, eziyetlerime rağmen yine benimle laubali oluyordu. O zaman suratına tükürür, o zaman tokatlardım.
Nüfus kâğıtlarına göre resmen benden bir yaş büyüktü, ikimiz de bir çocuk cılızlığı içinde afacan ve ele avuca sığmazdık.
O, siyah fistanının göğsünde, daha doğrusu uzun ve kemiksiz boynuna çok yakın bir yerinde, bir kırmızı turp kadar büyük memeleri, güneşten uçları sararmış saçları, yüzünün esmerliğine nazaran fevkalade beyaz, muntazam çıplak ayakları ile bir kış gecesi rüyama girdi. Rüyamda o zamanlar dedeme, sonraları Nur baba ve şimdi Noel Baba’ya benzettiğim bir adam, elimden tutarak onun elini avucuma koymuştu. — Sakın demişti, kavga etmeyin.
Ve o ihtiyar gür kaşlarını alt kirpiklerine kadar eğerek çatmıştı. Ondan sonra kavga etmemiştik. Bu kavga etmeyişin rüyada vaki bir hadise olduğunu işaret etmek lazım. Evet bu bir rüya idi. Şöylece devam etti:
Dut ağacının dibinde el ele idik. Saka kuşu ötede, ayva ağacında ötüyordu. Gökte büyük büyük yıldızlar vardı. Bir göl kenarında sazlı ve çakıllı bir koy kadar kocaman bir ay, ufkun bir köşesini doldurmuştu. Biz bu göl kenarına benzeyen aya doğru yürüyorduk.
Rüyamın bu kadarını hatırlayabiliyorum. Bir yemiş yemeden evvel alınan ihtisaslar, onu yedikten sonra alınan lezzetten daha berrak ve vazıhtırlar. Ben de, rüyamın nihayetinde acayip, cennetten insanları kovduran acayip, bir yemiş yediğimi hayal meyal hatırlıyorum.
Ertesi sabah, hakikat güneşle beraber doğdu. Yüzümü, bahçe çeşmesinin musluğundaki buzlan kırıp bol su ile yıkamıştım. Fakat hâlâ rüyamın içinde yürüyen bir halim vardı.
Ona evin taşlığında rastladım. Sağ elinde ayakkabı bezini tutuyordu. Yüzünü daha yıkamamış gibiydi. Badem gözlen şişkindi. Boynunda pire yeniklerini andıran benekler vardı.
O ayakkabılarımı silerken eğilmiştim. Ağzım şimdiye kadar duymadığım bir iştiha ve bambaşka bir hasretle saçlarına dokundu. Kafasından bir iki tel saç kopardım. Yolda hâlâ rüyamın içinde gibi mektebe giderken bu saçları tetkik ettim. Yarısı simsiyah, öteki yarısının ılık ve sarı bir rengi vardı.
Onunla konuşmalarımız hep şöyle olurdu: — Kız, potinlerimi silmemişsin?
— Vallahi sildim, küçük bey.
— Silmemişsin diyorum sana!
Ellerimde yarısı siyah, öteki yarısı ılık sarı saçları kalırdı, Olduğu yere büzülürdü. Hıçkırıksız ve sessiz ağlardı. O ağladıkça ben sinirlenirdim.
— Kız bu defteri sen mi yırttın?
— Vallahi, ben yırtmadım küçük bey.
— Sen yırttın diyorum sana!
Bir ikinci defa ben yırtmadım, diyemezdi.
— Kız gene mi çantamı karıştırdın?
— Kitabınızın resimlerine baktımdı küçük bey!
— Ne diye bakıyorsun?
— Hoşuma gidiyor.
Ona şu aşağıya yazacağım cümleyi bir gün, yukarı ki hoşuma gidiyor cevabını aldıktan sonra, söylemek istemiştim. Unutmadım, aşağı yukarı şöyle idi: “Kız sen de benim hoşuma gidiyorsun. Hem de her gün yiyip sana vermediğim, çok sevdiğim şamfıstıklarmdan daha çok. Ama ben, hoşuma gidiyor diye, seni kabuklarından sıyırıp şamfıstığı gibi yeşil ve tatlı içini yiyor
muyum?..”
— Kız!
— Ne var küçük bey?
— Hiç…
— Küçük bey!
— Ne var kız?
— Hiç…
Yan yana dut ağacının dibinde idik. Şu yukarıda cevapları hiç olan konuşmayı yapmadık. Fakat bu şekilde çoktan konuşmuşa benzer bir halimiz vardı. Kafası dizimde idi, kokusu burnumda ve annem bizi bu şekilde yakaladığı zaman bir yaz öğlesi idi. Ben, bahçe kapısından sokağa fırlayıp su kenarına kaçmış, akşama kadar ılık sudan çıkmamıştım. Akşam olunca yine arka bahçede mahalle çocuklarıyla toplanmıştık. Bütün heyecanım sönmüş gibiydi. Arkadaşlarımı dinler gibi yapıyordum. Fakat her an evin bahçeye açılan kapısına bakıyordum. Gelip beni çağırmadı. Nihayet çocuklar gitti. Ben eve doğru yürüdüm. O mutfakta da yoktu.
Bohçasını sandık odasının bir köşeciğinde olduğunu evde herkes bilirdi. Evde bir şey kaybolduğu zaman, evvela gizlice bu üzeri kırmızı, beyaz, sarı, lacivert yamalı bohça aranırdı.
Aradığım bohçayı sandık odasının naftalin kokan köşesinde bulamadım.
Sait Faik Abasıyanık
Varlık, (37), 15 Ocak 1935