Beynimde bin türlü şaşılası düşünce dönüyor, dolaşıyor. Onların tümünü görüyorum. Ama yazmak için en küçük bir his, ya da gelip geçici en küçük bir hayal yok; yaşamımı baştan başa açıklamalıyım, o da mümkün değil. Bu düşünceler, bu duygular yaşamımın bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim ya da zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığımı oluşturmuş.
Yatağımda yuvarlanıyorum. Anılarımı birbirine karıştırıyor, bozuyorum. Perişan ve delicesine düşünceler beynime basınç yapıyor. Ensem ağrıyor, ok gibi bir ağrı giriyor, şakaklarım dağlanmış gibi yanıyor, kıvranıyorum. Yorganı üzerime çekiyorum; yorulduğumu düşünüyorum. Kafatasımı açıp, bütün bu gri yumuşak kıvrım kıvrım yığını çıkarıp uzağa atsaydım, bir köpeğin önüne atsaydım, ne iyi olurdu.
Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkmaza düşen kimseye “Al başını ve git geber” derler. Ancak, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm…!
Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum.
Ölümün insanı istemeyip, geri durması ne korkunçtur! Yalnız bir şey beni teselli ediyor. İki hafta önceydi. Gazetede okudum. Avusturya’da biri tam on üç kez çeşitli yollarla kendini asmaya teşebbüs etmiş, intiharın bütün basamaklarını geçmiş. Kendini ipe çekmiş, ipi kopmuş. Kendisini nehre atmış, sudan çıkarmışlar vesaire. Nihayet son defa evi boş bulunca, mutfak bıçağıyla ne kadar damarı varsa kesmiş ve bu on üçüncü kez, ölmüş!
Bu bana teselli veriyor!
Hayır, hiç kimse intihar kararına varamaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar. İşte bu alın yazısının hakimiyet gücü vardır. İnsana hükmeder. Fakat aynı zamanda bu, benim. Kendi kaderimi kendim yarattım. Şimdi artık elinden kaçamam, kendimden kaçamam.
Kısacası ne yapılabilir? Yazgım benden daha güçlü.
…
Bir haftadır kendimi ölüme hazırlıyordum. Ne kadar yazı ve kağıdım varsa, tümünü yok ettim. Kirli eşyalarımı, benden sonra kontrol edip de kirli bir şey bulmamaları için uzağa attım. Beni yataktan çektikleri ve muayene için doktor geldiği vakit şık olayım diye yeni satın aldığım elbiseyi giydim. Kolonya şişesini aldım, güzel kokması için yatağa serptim. Fakat yaptığım işlerden hiçbiri sonucuna varmadığından bu defa da tatmin olmuş değildim. Çıkmaz canımdan korkuyordum. Bu imtiyaz ve üstünlüğü kolay kolay kimseye vermezler. Hiç kimsenin böylesine ucuza ölmeyeceğini biliyordum.
…
Hiç kimse intihara karar vermez. İntihar bazılarına mahsustur. Onların yaradılışında vardır. Herkesin yazgısı alnına yazılmıştır. İntihar da bazı kimselerle birlikte doğmuştur. Ben, yaşamı sürekli alaya aldım. Dünya, tüm insanlar, gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. Uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum, rüya görmekte istemiyorum.
…
Ne yapılabilir? Yazgım benden daha güçlü.
İnsan hayatta edindiği bu deneyimlerle, tekrar dünyaya gelip yaşantısına çeki düzen verebilseydi ne iyi olurdu! Ama hangi yaşantı! Acaba benim elimde mi? Ne yararı var? Kör ve korkunç bir kuvvet başımızda dolaşıyor. Bunlar öyle kimseler ki, uğursuz bir yıldız onların alın yazılarını yazıyor. Onun yükü altında ezilip ufalanıyorlar ve ufalanmak istiyorlar…
Artık ne arzum kaldı, ne de kinim. İçimdeki insanı yitirdim. Kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst insan, ya da hayvan. Ben onlardan hiçbiri olmadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi artık geri dönüp, başka bir yolu seçmem imkansız. Bundan böyle anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. Yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. Sizler, gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. Elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? Ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola, ne de sağa gitmek istiyorum. Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum.
Hayır, kendi yazgımdan kaçamam. Başıma gelen bu delice düşünceler, bu duygular, bu gelip geçici hayaller bir gerçek değil midir? Her ne olursa olsun, benim mantıklı düşüncelerime göre, bunlar daha doğal ve daha az yapmacık geliyor. Özgür olduğumu zannediyorum. Fakat alınyazım önünde en ufak bir direnme gösteremiyorum. Dizginlerim onun elinde. Beni o yana bu yana çeken odur.
Alçaklık, hayatın alçaklığı! Ne elinden kaçabiliyorlar, ne bağırabiliyorlar. Ahmak hayat!
Diri Gömülen -Sadık Hidayet
Sâdık Hidâyet’in (1903-1951) öyküleri, hem onun kendi yapıtına hem de modern İran edebiyatına giriş için birer anahtar niteliği taşır. Özellikle ilk öykü kitabı Diri Gömülen (Zinde be-gür, 1930), bu büyük yazarın-başyapıtı Kör Baykuş’ta iyice geliştireceği -temel izleklerini haber veren ve Kafka, Poe, Rilke gibi modernlerle buluşma noktalarını göz önüne seren bunaltıcı atmosferiyle dikkate çekmekle birlikte Sadık Hidayet, çocukluğundan belki de doğumundan taşıyıp ve birlikte acı içinde yaşadığı; ölme isteğini 49 yaşında intihar ederek gerçekleştirdi. Öykülerinde sık sık anlattığı odaların birinde yaşamını noktalayarak bu hastalığa da birlikte son verdi.
Sadık Hidayet’in ölüme eğilimli ruh hali daha ilk kitabında kendini ele veriyor. Onu en iyi anlatan ilk kitabın ilk öyküsü olan ”Diri Gömülen” öyküsüdür denebilir. Öykü kahramanı bir odada, yalnız, kendinden ve bulunduğu durumdan nefret eden, esrar ve zehir içerek sürekli intihar etmek isteyen bir kişiliktir. ”Diri Gömülen” öyküsünde görüldüğü gibi Hidayet, daha ilk kitabı ve ilk öyküsünde henüz yirmi yedi yaşındayken (kendinde bir hastalık halinde olan) ve kahramanına söylettiği bu intihar düşünceleri ve ölme isteğini yıllar sonra da olsa, kendi bedeninde başka bir biçimde deneyip gerçekleştirmiştir. Sadık Hidayet’te ölüm, yaşamdan çok daha ağır basıyordu. Zaten öykülerinin büyük bir bölümünde, baş rolü ölüm oynuyor demek mümkün. ”Abacı Hanım” öyküsünde, kız kardeşinin güzelliğini kıskanan çirkin bir ablanın intiharını; ”Ölü Yiyenler” öyküsünde ise, öldü sanılan ve daha sonra dirilen bir adam anlatılıyor. Hemen öldükten sonra iki karısı tarafından paylaşılamayan mal ve insanların para pul için söyledikleri yalan ve ikiyüzlülük anlatılıyor. Ölüme bağlantılı olarak, ”Çıkmaz” adlı öyküden de söz edilebilir. Bu öykünün kahramanı olan maliye reisi Şerif’in geçmişteki en yakın arkadaşının oğlu gözünün önünde boğulurken hiçbir müdahalede bulunmadan, ölümünü seyretmesini anlatıyor. Sadık Hidayet bu öyküde de ölümü çok çarpıcı ve biraz da içten gelen bir istekle anlatmış. ”Ağzı açık, ikircikli ikircikli baktı Muhsin’e. Muhsin ondan yardım istiyormuşçasına ikinci bir hareket daha yaptı umutsuzca. Olağanüstü bir çabayla elini kaldırdı ve çatallanmış bir sesle bağırdı; ‘Ge…el!’ Ve boğuldu.” (…) ”Şerif hayretten yerinde donakalmıştı. Tek gördüğü, devrile devrile uzaklaşan yeşil dalgalardı. O kadar dehşete düşmüştü ki ne hareket edebiliyor, ne düşünebiliyordu. Gözleri denize çevrili kalmıştı. Dalgalar daha da azarken, su ayağının altındaki kumlara kadar yükselmişti. (…) Hava kararmaya yüz tutmuştu. Şerif elinde olmadan geri döndü ve ağır adımlarla yağmurda ormana doğru yürümeye koyuldu. (…) Boğuk bir ses sürekli şu cümleyi tekrarlıyordu: ‘Sen alçaksın, sen insan katilisin!…”’ (Aylak Köpek s. 38) Bu ölüm sahnesinden sonra Şerif’in (Hidayet’in ölme isteği yine ön plandadır) ölüm hakkındaki düşüncesi: ”Ölüm son derece kolay ve doğal geliyordu bu sırada. Yaşam denilen şey alaycı bir aldatmadan başka bir şey değildi.” (s. 38) ”Oysa ne kadar kolay ölünebiliyormuş! Ölmek istiyordu. İstiyordu ki birkaç saat sonra deniz suyu onun vücudunu işe yaramaz şeyler gibi kıyıya atsın ve tekrar büyüleyici ve gamlı uğultusuna başlasın” (s. 39) Sadık Hidayet öykünün kahramanına bunları söyletirken; aslında kendisindeki intihar ve ölüm isteğinin tıpkı ”Diri Gömülen” öyküsünde olduğu gibi, başka bir şekilde dile getirilmiş ölüm isteği olduğu görülür. ”Alacakaranlık” kitabında, öykülerinde diyaloglara pek yer vermeyen Sadık Hidayet, diyaloglarla kurulu ”S.G.L.L.” öyküsünde, öykünün sonunda intiharı başka bir şekilde anlatarak, intiharla ölme isteğini bir kez daha pekiştirir. S.G.L.L. öyküsündeki iki kahramanı arasında geçen konuşmada:
”- Ne yapmak istiyorsun? Atropine, ooo, ne eski bir sözcük! Üstünde bir karış toz var. Bu ilaçlar iki bin yıl öncesi için iyiydi. Etkisini biliyor musun? Sara, hezeyan, bayılma, sonra kâbus ve toplu kıyım manzaraları, kesik başlar ve öldürene kadar bin türlü işkence. Bekle öyleyse.
Susan kalktı, odanın köşesindeki dolabın zulasından bir tüp çıkarıp Ted’e verdi.
– Bu maskeyi geçir başına ve şu balonun ağzından çok yavaş bir nefes çek ama hepsini bitirme. Bana ve Şişi’ye de bırak!
– Nedir bu?
– Protoksiddazot. Uyuta uyuta götürür, hem de keyifle. Biraz şehveti uyandırır ve gündelik işleri hatırlatır; gözünün ferini alır, kulakta çınlama yapar. Ama genelde keyif vericidir.” (Alacakaranlık s. 30) Ve sonra ölüm.
Görüldüğü gibi Sadık Hidayet’te ölüm, ama mutlaka intiharla ölme isteği hiç eksik olmamış. Hidayet, varlıklı bir ailenin çocuğuydu; hayatından da anlaşıldığı kadarıyla, bir dediği iki edilmemiş, çok iyi okullarda eğitim görmesine karşın hep intihar düşüncesiyle iç içe yaşamış ve sonunda bir odada kendini kilitleyip havagazıyla intihar etmiştir. Sadık Hidayet’te ölüm isteği bir takıntıydı, bir hastalıktı. Öykülerinde göze batan bir başka uç ise ”yalnızlık” temasıdır. Belki de ‘intihar’ isteğine umutsuzlukla gelen ‘yalnızlık’ bunaltısı ulaştırmıştı onu.. Öykülerindeki ‘yalnızlık’ ve ‘yalnız’ kişiler hiç de azımsanacak gibi değil.
”Alacakaranlık” kitabındaki ”Perde Arkasındaki Bebek” adlı öykünün kahramanı Mihrdad Fransa’daki eğitimini tamamladıktan sonra, bir mağazanın vitrininde görüp âşık olduğu cansız vitrin mankenini üzerindeki giysiyle satın alıp ülkesine geri döner. Her akşam içki içip odasına kapanan Mihrdad mankenin karşısına oturur ve saatlerce bakar.
Ailesinin bütün ısrarlarına rağmen nişanlı olduğu kızla evlenmeyen ve kendisini içkiye ve bu vitrin mankenine adayan; zaten içe kapanık ve hiçbir yakın dostu olmayan Mihrdad kendisini iyice yalnızlığa mahkûm eder. Nişanlısının bütün gayretlerine rağmen değiştiremediği Mihrdad’ı sonunda, kendisini bu mankene benzeterek karşılamaya karar verir. Bir gün tepeden tırnağa kendisini değiştirerek, hatta mankenin yüzündeki gülümseyişi bile taklit ederek tıpa tıp mankene benzer ve bir akşam Mihrdad eve gelmeden mankenin yerine geçer oturur. Mihrdad o akşam mankeni öldürmeye ve ondan kurtulmaya karar vermiştir. Her zamanki gibi odasına içkili döner, bir süre oturup mankeni izledikten sonra; cebindeki revolveri çıkarıp arka arkaya üç el ateş eder, bir mırıltıyla manken yere yığılır. Şaşırarak eğilip başını kaldırdığında nişanlısı Dırahşende olduğunu fark eder. Sadık Hidayet bu korkunç yalnızlık içindeki Kafkavari kişiliği çizerken, bu kişiliğin ne kadarı kendisidir acaba. Yalnızlığı ve içe kapanıklığı, öykü kahramanı Mihrdad’ın içe kapanıklığı ve yalnızlığına ne ölçüde uyuyordu acaba, merak edilecek bir konu doğrusu.