Mirza Huseynali her sabah belirli saatte, siyah pardösüsü, iliklenmiş düğmeleri, ütülü pantalonu, siyah pırıl pırıl parlayan ayakkabılarıyla düzenli adımlar atar, pınarbaşı tarafındaki sokakların birinden çıkar, Mescid-i Sipehsâlâr’ın önünden geçer, Safî Ali Şah sokağından kıvrılıp okula giderdi.
Sanki aklı başka yerdeymiş gibi yolda etrafına bakmazdı. Soylu ve vakur bir görünüşü, küçük gözleri, etli dudakları ve hurma rengi bıyıkları vardı. Daima makineyle tıraş olurdu. Çok mütevazıydı ve az konuşurdu.
Zaman zaman gurup vakti Mirza Huseynali’nin sıska gövdesi dış kapıdan seçilebilirdi. Ellerini arkasına bağlayarak usul usul yürürdü. Bir şey arıyormuş gibi başı önde, sırtı eğikti. Bazen durup kendi kendine mırıldanırdı.
Okul müdürü ve diğer öğretmenler ondan ne hoşlanırlar, ne hoşlanmazlardı; belki onları gizemli ve garip bir şekilde etkiliyordu. Çocuklar aksine ondan memnundu. Çünkü kızdığı ya da birini dövdüğü görülmemişti. Çok sakin ve ketumdu. Öğrencilere dostça davranırdı. Önemsenecek biri değildi ama yine de öğrenciler dersinde terbiyeliydiler ve çekinirlerdi ondan.
Arasının iyi olduğu ve zaman zaman konuştuğu tek kişi Arapça öğretmeni Şeyh Ebulfazl’dı. Bu öğretmen çok iddialıydı. Sürekli kendisinin riyazet ve kerametinin derecesinden bahsederdi. Güya birkaç yıl cezbe âleminde yaşamış, hiç konuşmamış. Kendisini zamanın filozofu, İbni Sina, Mevlana ve Câlînus’un halefi görürdü. Ama bilgisini halka veren, kendini beğenmiş, gösteriş meraklısı mollalardandı. Hangi konudan söz açılacak olsa, derhal hiç duyulmamış Arapça bir cümleyi ya da şiiri örnek olarak getirir, muzaffer bir gülümsemeyle dinleyenlerin yüzünde sözünün etkili olup olmadığını bakardı. Garip olan şey, Farsça ve tarih öğretmeni, görünüşte yenilikçi ve iddiasız biri olan Mirza Huseynali’nin Şeyh Ebulfazl’ı dünyada kendine arkadaş seçmesi, hatta bazen Şeyh’i kendi evine götürmesi, bazen de onun evine gitmesiydi.
Eski ailelerden birine mensup olan Mirza Huseynali, bilgili, her bakımdan donanmış biriydi. Halka göre Darülfünun’dan mezun olmuştu. İki üç yıl babasıyla birlikte memuriyete gitmişti. Fakat son seferden dönüşte Tahran’da kalıp öğretmenlik mesleğini seçti. Böylece nisbeten kişisel işleriyle ilgilenebilecekti. Çünkü o garip bir iş ve güç bir imtihan üstlenmişti.
Çocukluğundan beri, daha kardeşi ve kendisi için eve mahallenin hocası derse gelirken, Mirza Huseynali, tasavvuf edebiyatını ve şiirini öğrenmekteki ve tasavvuf felsefesini anlamaktaki özel yeteneğini ortaya çıkarmıştı. Hatta sûfilerin tarzında şiir bile söylüyordu. Kendisini mutasavvıflardan sayan öğretmen Şeyh Abdullah öğrencisine özel bir alaka gösteriyor, ona tasavvufî fikirleri aşılıyor, âriflerin ve mutasavvıfların yaşamöykülerini anlatıyordu. Özellikle Hallac-ı Mansur’un makamının yüceliğinden söz ediyordu. Mansur riyazet makamında öyle bir yere gelmişti ki darağacında bile “enelhak” demişti. Bu hikâye genç Mirza Huseynali’ye çok şairane gelmişti. Nihayet bir gün Şeyh Abdullah “Sende öyle bir cevher görüyorum ki bir tarikat ehline bağlanırsan, çok yüksek mertebelere ulaşacaksın” demişti. Bu fikir Mirza Huseynali’nin aklından hiç çıkmamış, zamanla gelişip dal budak salmıştı. Bir fırsatını bulup riyazet ve ibadetle ilgilenmeyi arzu etmişti hep.
Daha sonra kardeşiyle birlikte Darülfünun medresesine gittiler. Orada da Mirza Huseynali Arapça ve edebiyatta çok kuvvetliydi. Erkek kardeşi aynı kafada değildi onunla. Onu alaya alır ve “Bu hayaller insanı hayatın gerisinde bırakmaktan, bir genci boşu boşuna kaybetmekten başka bir işe yaramaz” derdi. Fakat Mirza Huseynali içinden onun sözlerine güler, düşüncesini maddeci ve önemsiz bulur, aksine kararında daha da diretirdi. Bu görüş ayrılığı dolayısıyla babalarının ölümünden sonra birbirlerinden koptular.
Onun düşüncelerini kuvvetlendiren bir başka şey de Kirman’a son seyahatinde bir dervişe rastlamasıydı. Uzun konuşmalardan sonra derviş, öğretmenleri Şeyh Abdullah’ın sözlerini teyid etmiş, tasavvufa girip riyazet çektiği takdirde yüksek derecelere nail olacağını vaat etmişti. İşte böylece Mirza Huseynali beş yıldır kendi köşesine çekilmiş, kapısını herkese kapamış, tek başına yaşıyordu. Dersi bittikten sonra evinde ibadet ve riyazetinin önemli bölümü başlıyordu.
Evi, nohut oda bakla sofa, küçücük ve temizdi. Yaşlı bir aşçı kadınla ev işlerine bakan bir çocuk kalıyordu evinde. İçeri girince dikkatle elbisesini çıkarır ve askıya asardı. Gri hırkasını giyip kütüphanesine geçerdi. Evin en büyük odasını kütüphane yapmıştı. Pencerenin yanındaki köşede beyaz bir yatak vardı. Üstünde iki sırt yastığı, önünde kısa bir masa, masanın üstünde birkaç cilt kitap, bir deste kâğıt, kalem ve mürekkep duruyordu. Masa üstündeki kitapların ciltleri yıpranmıştı. Diğer kitaplar bölünmemiş raflarda üst üste konulmuştu.
Bu kitapların konusu irfan, eski felsefe ve tasavvuftu. Onun tek eğlencesi bu kitapları okumaktı. Gece yanlarına kadar gaz lambasının önünde masa başında bu kitapları okuyup hatmediyordu. Kendi kendine tefsir ediyor, güç ya da şüpheli bulduğu yerleri daha sonra Şeyh Ebulfazl ile tartışmak üzere not alıyordu. Mirza Huseynali bunların manasını bilmekten âciz değildi. Ruhî ve felsefî âlemlerin çoğunu geride bırakmıştı. Bazı tasavvufî şiirlerin ince anlamlarının çoğunu Şeyh Ebulfazl’dan daha iyi anlıyor, onları kendinde hissediyordu. Kendi kafasında, maddî dünyanın ötesinde bir dünya yaratmış, bu da onun kendini beğenmesine yol açmıştı. Çünkü kendisini diğer insanlardan üstün görüyor, bu üstünlükle kendine çok güveniyordu.
Mirza Huseynali dünyada büyük sûfilerin anlayabildikleri bir sırrın varlığından haberdardı. Bu sırrı öğrenme işine başlamak için bir mürşide veya ona yol gösterecek birine, Şeyh Abdullah’ın söylediği ve kitaplarda okuduğu gibi birine muhtaç olduğu aşikardı. Kitaplarda “İşin başında salikin dikkati dağınıktır. Gönlünü tüm dış etkenlerden koruyabilmesi için bir pîre bağlanması gerekir” yazıyordu. İşte böylece uzun arayışlardan sonra Şeyh Ebulfazl’ı buldu. Gerçi o, kafasına göre biri değildi ve hüküm vermekten başka bir şey bilmiyor, güç bir konuyla karşılaşınca sanki karşısında çocuk varmış gibi “Henüz erken. İleride açıklayacağım” diyordu.
Daha sonra Şeyh Ebufazl’ın tavsiye ettiği tek şey nefsi öldürmek olmuştu ve bu işi öncelikli görüyordu. Yani riyazet çekerek nefs-i emmâresine hükmedecekti. Nefsi öldürme konusunda yazdığı hadisler ve şiirlerle dolu, vaazımsı uzun bir açıklamayı da Mirza Huseynali’ye okuyordu. Bunlardan biri “Senin en büyük düşmanın, içindeki sendir”, bir başkası da “Yapacağın cihat, nefis isteklerine karşı cihat olacaktır” hadisiydi. Nitekim Evhadî şöyle diyordu:
“Nefsin küstahlaştı mı, muhalefet et ona.
Nefis bir cehalet kılıcıdır; kınına sok onu.”
Bir başka şiirde
“Nefsini öldür; budur savaş.
Budur olgunluğun son durağı”
deniyordu.
Şeyh Ebulfazl’ın vaazlarında söylediği şeylerden biri de şuydu:
“İrfan yolunda yürüyen sâlik malı, mülkü, makamı, kudreti, haşmeti hakir görmelidir. Çünkü en büyük devlet ve lezzet, nefse boyun eğdirmektir. Nitekim Mektebî der ki:
‘Nefsini uğratırsan yenilgiye,
Ebedî devleti geçirirsin eline.’
“Ey yol arkadaşım; eğer bir kez nefsinin isteklerine aldanırsan, helâk vadisine ayak basmış olursun. Nitekim Senâî şöyle buyurur:
‘Nefsine eziyet ettiğin sürece, kapında kul olur.
Ona emirlik verirsen, senin gibi bin tanesi az gelir ona.’
Şeyh Sadî de der ki:
‘Kimin muradını verirsen, sana itaat eder.
Ama nefis aldı mı muradım, sana emir veren olur.’
“Tarikat şeyhleri nefsi yırtıcı bir köpek gibi görmüşlerdir. Bu köpeği riyazet zinciriyle bağlı tutmak gerek. Onun zincirden kurtulmaması için daima dikkatli olunmalıdır. Sâlik böbürlenip de sırrını cahil insanlara açmamalıdır. Her sorunu mürşidine danışmalıdır. Nitekim merhum Hâce Hafız şöyle buyurur:
‘Sırları ifşa etmek suçundan o yâr darağacına çekildi.’”
Mirza Huseynali’nin eskiden beri Hint felsefesine ve Hint riyazetine karşı özel bir eğilimi vardı. Bu konudaki bilgisini tamamlamak için Hindistan’a gitmek, yogalarla ve mahatmalarla tanışıp onların sırrını öğrenmek istiyordu. İşte bu teklife hiç şaşmadı, aksine bunu tam bir imanla karşıladı. O gün eve döndüğü zaman elyazması Mesnevî’den fal tuttu. Tesadüfen şu şiir çıktı:
“Nefis durmaz sözünde; bu yüzden öldürülmesi gerek.
Alçaktır o; kıblesi de alçak.
Nefislerin layığıdır bu topluluk.
Ölünün layığı ise, kefenle mezar.
Kurnaz ve akıllı olsa da nefis,
Dünyadır kıblesi; ölü say onu.
Hakk’ın vahiy suyu geldi de bu ölüye,
Dirildi topraktan bir ölü.”
Bu fal Mirza Huseynali’nin kesin kararını vermesine, tüm gayretini hayvani nefsi dizginleme yolunda harcayıp riyazetle meşgul olmasına yol açtı. Hepsinden garibi, o gün tasavvuf kitaplarında okuduğu şeylerden sonra, böyle mücadele fikrinin kafasına iyice yerleşmesiydi. Nûr-i Vahdet risalesinde şunlar yazılıydı:
“Ey seyyid; bir süre riyazet çekmeli ve bu düşünce yolunda uğraşmalısın. Böylece batıl düşünceler ortadan kalkacak, doğru düşünceler onun yerine geçecektir.”
Mîr Huseynî’nin Kenzu’r-rumûz’unda da şunları okudu:
“İtaatsizlik makamından kov onu.
Emredici nefis bir yılandır; vur başma.”
Mirsâdu’l-ibâd’da da şöyle yazılmıştı:
“Şunu bil ki; sâlik mücahedeye, nefis riyazetine ve gönül arıtmaya başlayınca mülk ve melekût âlemlerine geçişi gerçekleşir ve her makamda kendi haline göre vakalar keşfeder.”
Nâsır-ı Husrev’in şiirleri arasında ise şu parçayı okudu:
“Hazinenin başında bir ejderha var.
Öldür şu ejderhayı; kurtul azaptan.
Kuvvetlendirirsen onu, korkak olursun.
Sonsuz hazineden mahrum olursun.”
Nefsi öldürmek için kaleme alınan, korku ve ümit dolu bu tehditkâr beyitler artık Mirza Huseynali’de hiç kuşku bırakmadı. Sülûk yolunda ilkin bu hayvanî ve şeytanî nefsini öldürecekti. Çünkü insanı amacına ulaşmaktan alıkoyuyordu. Mirza Huseynali Han bu işte hem görüş sahiplerinin hem de riyazet ve mücahede edenlerin yöntemiyle nefsini arıtmak istiyordu. Hemen hemen bir hafta geçti aradan. Fakat onun umutsuzluğa düşüp soğumasına sebep olan bir şey vardı: Kuşku. Bu kuşkuya özellikle Hafız’ın şu tarz şiirleri yol açıyordu:
“Mutribden, şaraptan söz et. Evrenin sırrını takma kafana.
Çünkü bu muammayı çözmedi ve çözmeyecek kimse hikmetle.”
veya
“‘Karşına çıkan her güzel ânı değerlendir.
Kimse bilmiyor ki sanımda ne olacak?”
Mirza Huseynali mey, saki, harâbat, pîr-i mugan gibi sözcüklerin âriflerin kinaye yoluyla veya terim olarak kullandığı kelimeler olduğunu biliyordu ama yine de Hayyam’ın kimi rubailerini yorumlamakta çok zorlanıyor, aklı karışıyordu.
“Cenneti, cehennemi gören olmadı, gönül.
Öbür dünyadan kim geldi ha, gönül?
Umudumuz, korkumuz hep şundan:
Oradan ne bir haber var, ne iz, gönül.”
ya da şu rubai:
“Hayyam, bâde ile sarhoşsan, mutlu ol.
Lâle yanaklı biriyle oturmuşsan, mutlu ol.
Mademki dünyanın sonunda yokluk var,
Say ki yoksun. Varmışsın gibi mutlu ol.”
Bu üstatların hepsi mutluluğa davet ediyordu. Oysa bir genç tüm mutlulukları haram etmişti kendine. Bu düşünceler, o zamana kadarki yaşantısı için acı acı hayıflanmasına neden oldu. Onca özveride bulunduğu, sıkıntılarla geçirdiği bu hayata rağmen, şimdi günleri acılar içinde mevhum bir düşünceyi aramakla geçiyordu. On iki yıldır işkence ediyordu kendine. Gençliğinin tadını çıkaramamış, mutluluktan nasibini alamamıştı. Şimdi yine elleri boştu. Bu kuşku bütün düşüncelerini, peşinden gelen korkunç gölgeler şekline dönüştürmüştü. Özellikle geceleri hep tek başına soğuk yatağında dönüp dururken, ruhanî âlemleri düşünmek için ne kadar kendini zorlasa da, uykuya dalar dalmaz yüz türlü şeytan onu kuruntulara düşürüyordu. Sık sık korku ile uykusundan sıçrıyor, yüzünü soğuk suyla yıkıyor ve ertesi gün yiyeceklerini kısıyordu. Geceleri de saman yatak üstünde yatıyordu. Çünkü Şeyh Ebulfazl ona hep şu şiiri okumuştu:
“Nefis doydu mu, azmaya başlar.
Serkeş at gibi her yana çifte atar.”
Mirza Huseynali bir hata yapacak olsa, bütün zahmetlerinin boşa gideceğini biliyor, bu yüzden riyazetini ve bedenine işkenceyi arttırıyordu.
Sonunda tek dostu ve mürşidi Şeyh Ebulfazl’a gidip yaşadıklarını ona anlatmaya, ondan rehberlik almaya karar verdi.
Bu düşünce aklına geldiğinde gurup vaktiydi. Üstünü değişti, pardösüsünün düğmelerini ilikledi, düzenli adımlarla mürşidinin evine doğru yola koyuldu. Şeyh Ebufazl’ın evinin önünde bir adamın öfkeyle bağırdığını, saçını başını yolduğunu gördü. Adam:
— Hey Şeyh efendi; yarın seni adliyeye şikâyet edeceğim. Orada cevabını verirsin bana. Hizmet etsin diye aldın kızımı; başına bin bela getirdin; hasta ettin çocuğumu. Parasının da üstüne yattın. Ya sîga yaparsın, ya karnını deşerim. Bunca yıllık şerefim mahvoldu! diyordu.
Mirza Huseynali artık dayanamadı; yavaşça yaklaştı:
— Birader, yanlış gelmişsiniz. Burası Şeyh Ebulfazl’ın evi.
— Ben de o pisliği, şeyh olacak o Allahsız kitapsızı kastediyorum. Biliyorum, onun evi, ama saklanmış. Dışarı çıkacak cesareti yok. Bak neler edeceğim ona; nasıl olsa yarın görüşeceğiz!
Mirza Huseynali baktı ki durum çok ciddi, kenara çekilip yavaşça uzaklaştı. Ama bu sözler onu uyandırmaya yetti. Doğru muydu? Yanılmış olamaz mıydı? Her şeyden önce nefsini öldürmeyi salık veren Şeyh Ebulfazl acaba bu mücahedede başarılı olamamış mıydı? Kendisi mi hata etmişti, yoksa olaylar onu böyle bir şeye mi sürüklemişti? Bunu bilmek onun için çok önemliydi. Ya doğruysa peki?! Acaba bütün sûfiler böyle mi yapmışlardı? Dediklerine kendileri inanmamışlar mıydı? Mürşid diye bula bula bu üçkâğıtçıyı mı bulmuştu? Bu durumda çektiği bütün ruhsal işkenceleri, bütün talihsizlikleri Şeyh Ebulfazl’a anlatabilir miydi? Bu molla birkaç Arapça cümle parlatıp, birkaç talimat verdikten sonra içinden kıs kıs gülüyor muydu acaba ona? Hayır, bu geceden tezi yok bu sırrı çözmeliydi.
Bir süre tenha caddelerde deli gibi dolaştı. Sonra kalabalığa karıştı. Hiçbir şey düşünmeden, hakir gördüğü, maddeci bulduğu bu kalabalığın arasında yavaş yavaş yürüyordu. Onların maddeci ve sıradan yaşantısını kendinde hissediyor ve uzun süre aralarında yürümek istiyordu. Fakat âni bir karar vermiş gibi geri dönüp Şeyh Ebulfazl’ın evine gitti. Bu defa kimse yoktu orada. Kapıyı çaldı. Kapının ardındaki kadına adını söyledi. Bir süre sonra kapı açıldı. Odaya girdiğinde Şeyh Ebulfazl şaşı gözleri, çiçekbozuğu yüzü ve kınalı sakalıyla tıpkı erik reçeli gibi kilime çöreklenmiş tespih çekiyordu. Yanında birkaç cilt açık kitap vardı. Onu görünce hafifçe doğruldu, “Hoşgeldin” dedi ve boğazını temizledi. Önünde açık bir mendil, üstünde biraz kuru ekmekle soğan vardı. Ona dönerek:
— Yaklaşın şöyle. Bir akşam da fakirlerle akşam yemeğini yeyin.
— Hayır, çok teşekkür ederim… Sizi rahatsız ettimse, özür dilerim. Buradan geçiyordum da… Sadece…
— Hayır, neler diyorsunuz? Bu evi kendi eviniz bilin.
Mirza Huseynali tam bir şey söyleyecekti ki bu sırada gürültü patırtı duyuldu. Ağzına kızarmış keklik almış bir kedi odanın ortasından hızla geçti. Bir kadın da onu kovalıyordu. Mirza Huseynali bir de baktı ki Şeyh Ebulfazl birden üstündeki abayı fırlatıp, odanın köşesinde duran çomağı kaparak don gömlek deliler gibi kedinin peşinden koşuyor. Bu olay üzerine söyleyeceği lafı da unuttu. Şaşkınlığından donup kalmıştı. Bir on beş dakika kadar sonra şeyh kıpkırmızı olmuş suratıyla nefes nefese odaya girdi.
— Biliyor musunuz, yedi yüz dinardan fazla zarar veren kedinin şer’en öldürülmesi vaciptir!
Mirza Huseynali’nin artık bu adamın sıradan biri olduğundan şüphesi kalmadı. O adamın evin önünde şeyh için söyledikleri tamamen doğruydu. Ayağa kalktı.
— Rahatsız ettiysem, özür dilerim… İzninizi rica ediyorum.
Şeyh Ebulfazl odanın kapısına kadar geçirdi onu. Sokağa çıkınca rahat bir nefes aldı. Artık kesinlikle emindi, adamını tanıyordu. Şeyhin bütün bu üçkâğıtları, hileyi hurdayı onun için yaptığını, keklik yediğini, ama insanları aldatmak için önüne kuru ekmek, küflenmiş peynir veya kuru soğandan oluşan sofra kurduğunu anladı. Ona günde bir badem yemesini tavsiye ederken kendisi evin hizmetçisini hamile bırakıyor, üstüne üstlük Attar’ın şu şiirini de ballandıra ballandıra okuyordu:
“Kötü yiyecekten sakın evlat;
Yırtıcı hayvan gibi kan dökücü olma evlat.
Nefsini oruçla zincirde tut.
Bir lokmaya razı et nefsini.
Tanrı erleri gibi oruç tut.
Nefsini her şeyden uzak tut.
Aman, içmekten alıkoy onu.
Hiçbir şeyi düşünmesine verme fırsat.”
Hava karanlıktı. Mirza Huseynali tekrar halkın içine karıştı.
Kaybolmuş çocuk gibi bir süre kalabalığın arasında ve tozlu sokaklarda rastgele yürüdü. Lambaların aydınlığında insanların yüzüne bakıyordu. Hepsi de asık ve üzgündü. Kafasının içi bomboştu ve içindeki ukde büyüdükçe büyümüştü. Hakir gördüğü bu insanlar mide ve şehvetlerinin düşkünüydü. Para biriktiriyorlardı. Şimdi onları kendinden akıllı ve büyük görüyor, onlardan birinin yerinde olmak istiyordu. Kendi kendine düşünüyordu bir yandan: Kim bilir? Belki ondan daha bedbaht olan da vardı! Görünüşe bakıp hüküm verebilir miydi? Acaba yoldan geçen dilenci, bir kıranlık parayla en zengin adamlardan daha mutlu olmuyor muydu? Oysa dünyanın bütün paraları Mirza Huseynali’nin içindeki acılardan bir şey eksiltemezdi.
Sık sık karşılaştığı tüm korkunç kâbuslar bu defa daha şiddetli ve hızlı olarak üstüne hücum etmişti. Hayatının boşa gittiğini düşündü. Otuz yıllık coşkulu ve karışık anılar gözünün önünden geçiyor, kendisini canlıların en zavallısı ve yararsızı hissediyordu. Koyu ve karanlık bulutların ardından yaşadığı dönemler belirginleşti. Bazı bölümleri ansızın parlıyor, sonra tekrar gözden kayboluyordu. Bunların tümü tekdüze, yorucu ve tüketiciydi. Karanlık bulutların üstünde çakan şimşek gibi bazen kısa ve saçma mutluluklar gözünün önünden geçiyordu. Hepsi de ne kadar anlamsızdı! Ne boş koşuşturmalar, ne saçma bir keşmekeş! Kendine soruyor ve dudaklarını ısırıyordu. İnzivada ve karanlıkta gençliği boşuna geçmişti. Mutsuz, sevinçsiz, aşksız, herkesten, kendisinden nefret eden biri olmuştu. Acaba kaç insan gecenin karanlığında feryat eden kuştan daha kayıp ve âvâre hisseder kendini? Artık hiçbir akideye bağlı kalamazdı. Şeyh Ebulfazl ile görüşmesi ona çok pahalıya patlamıştı. Çünkü bütün düşüncelerini allak bullak etmiş, içinde onu sürekli yaralayıp zehirleyen yorgun ve susuz bir şeytan ya da ejderha uyanmıştı.
Bu sırada yanından bir araba geçti. Far ışığında sinirli yüzü, titreyen dudakları, açık ve fersiz gözleri korkunç bir şekilde aydınlandı. Gözleri boş boş bakıyordu. Yarı açık ağzı uzaktaki bir şeye bakıyor gibiydi. Beyninin derinliklerinde hissettiği bir basınç, alnının altına ve şakaklarına kadar geliyor, iki kaşının arasını kırıştırıyordu.
Mirza Huseynali insanüstü acılar çekmişti. Umutsuzluk saatleri, mutluluk saatleri, âvârelik ve bedbahtlığı tanıyor, insan yığınları için herhangi bir anlam taşımayan felsefî acıları biliyordu. Ama şimdi kendisini son derece yalnız ve kayıp hissediyordu. Tüm yaşamı komik ve yalan olmuştu.
“Ömrümde elime geçen ne? Bir hiç!” diyordu kendi kendine. Bu şiir deli ediyordu onu.
Bulutların arasından hafif bir mehtap çıkmıştı ama o gölgeden geçiyordu. Onun için eskiden son derece büyüleyici ve gizemli olan mehtapta, saatlerce ayla dertleşirdi. Ama artık onu sinirlendiren, soğuk, şımarık ve anlamsız bir aydınlıktı mehtap. Sıcak günleri, uzun ders saatlerini hatırladı. Bütün yaşıtları hayatın tadını çıkarırken birkaç arkadaşıyla birlikte yaz günleri ter dökerek gramer ve sentaks okuduğu gençliği geldi aklına. O zamanlar öğretmenleri Şeyh Muhammed Taki’nin tartışma meclisine giderlerdi. Muhammed Taki uzun donuyla bağdaş kurup oturur, önüne bir kâse dolusu buzlu su koyar, kendisini serinletir ve üstünlü mü esreli mi okunacağı karıştırılan bir Arapça kelime yüzünden kıyameti koparır, boyun damarları kabarırdı.
Bu saatlerde caddeler tenha ve dükkânlar kapalıydı. Alâuddovle caddesine girince müzik sesiyle kendine geldi. Elektrik lambasının aydınlığı önündeki mavi kapının üzerinde duran yazıyı okudu: Maksim. Beklemeden perdesini aralayıp içeri girdi ve bir masaya ilişti.
Mirza Huseynali kafelere alışkın olmadığı ve şimdiye kadar böyle yerlere adım atmadığı için şaşkın şaşkın çevresine bakınıyordu. İçerisi sigara dumanı, lahana ve kızartılmış et kokuyordu. Pos bıyıklı, kısa boylu bir adam ellerini kaldırmış, barın tezgâhında hesap tahtasıyla bir şeyler hesaplıyordu. Yanında bir dizi şişe vardı. Az ötede şişman bir kadın piyano, yanındaki zayıf bir adam da keman çalıyordu. Masalarda tuhaf kıyafetli Rus ve Kafkasyalı müşteriler vardı. Bu sırada yabancı lehceli güzelce bir kadın onun masasına geldi ve gülümseyerek:
— Dostum, bana bir kadeh şarap ısmarlar mısın?
— Buyrun.
Kadın beklemeden garsona seslendi ve hiç duymadığı bir şarap markası söyledi. Garson şarap şişesiyle iki kadehi masaya koydu. Kadın şarabı doldurup ona takdim etti. Mirza Huseynali tiksinerek birinci kadehi dikti başına. Vücudu ısındı, düşünceleri karıştı. Kadın kadeh kadeh üstüne şarap içirtiyordu. Kemanın tellerinden yanık bir feryat yükseliyordu. Mirza Huseynali çok farklı bir mutluluk ve özgürlük hissediyordu kendinde. Mutasavvıfların şiirlerinde okuduğu şarabı öven beyitleri anımsadı. Lambanın acımasız ışığında, yanında oturan kadının göz kenarlarındaki kırışıklıkları görüyordu. Bunca sakınmadan sonra şimdi sarı ve ekşi bir şarapla, kaba saçlı, paçavraya dönmüş süslü bir kadın düşmüştü kısmetine. Ruhundaki bu değişiklik dolayısıyla kendini alçaltmak ve tüm acılarının sonucunu ayaklar altına almak, yok etmek istiyordu. Yüce fikirlerin doruğundan en karanlık zevklere atılmayı arzuluyordu. Elâlemin maskarası olmayı, herkesin ona gülmesini, delilikle kendine bir kaçış yolu bulmayı istiyordu. O anda kendini her türlü deliliğe layık görüyor ve mırıldanıyordu:
”Yoksulluk zamanı, sarhoş olup gününü giin etmeye bak.
Çünkü Karım eder yoksulu bu varlık kimyası.”
Karşısındaki Gürcü kadın gülerken, eskiden okuduğu, şarabı öven tasavvufî şiirler canlandı gözünde. Bunların tümünü hissediyor ve karşısında oturan bu kadının yüzündeki tüm sırları açıkça okuyordu. Mutluydu şimdi; çünkü arzu ettiği şeye kavuşmuştu. Şarabın o hoş buharının ardında tasavvur bile edemediği şeyi gördü. Şeyh Ebulfazl’ın rüyasında bile göremeyeceği, diğer insanların anlayamayacağı bir şeydi bu. Gizem dolu bir başka dünya belirdi gözünde. Bu âlemi mahkûm edenlerin bunca sözcüğü, teşbihi, kinayeyi ondan aldıklarını anladı.
Hesabı ödemek için kalkmak istedi ama ayakta duramadı. Cüzdanını çıkarıp kadına verdi. Ellerini birbirlerinin boynuna atarak Maksim meyhanesinden çıktılar. Mirza Huseynali faytondayken başını kadının göğsüne bırakmıştı. Onun sürdüğü pudra kokusunu alıyor ve dünya başında dönüyordu. Lambaların ışığı gözünün önünde dans ederken kadın Gürcü lehcesiyle yanık bir şarkı okuyordu.
Fayton Mirza Huseynali’nin evinde durdu. Kadınla birlikte girdi eve. Ama artık geceleri yattığı saman döşeğe gitmedi. Kütüphanesindeki beyaz yatağa götürdü kadını.
Aradan iki gün geçtiği halde Mirza Huseynali okula gitmedi. Üçüncü gün gazetede bir haber çıktı:
“Genç ve ciddî öğretmenlerden Mirza Huseynali Bey bilinmeyen bir nedenle intihar etti.”
Sadık Hidayet
Üç Damla Kan