Resmi Türk Kimliğinden Özgür Yurttaşlığa – Şeymus Diken

147

Ünü Diyarbekir’in dışına taşmış ve soyadı kanunuyla “Güzelses” olacak olan Diyarbekirli Celal Bey, 1930’lu yıllarda halkevinin musiki şefidir. Celal Bey’in musikiyle ilişki halinde olduğu bu dönemde, sonraları ünlü bir tiyatro sanatçısı olarak ün yapacak olan Altan Karındaş’ın ağabeyi Mahmut Karındaş, 1930’lar itibarıyla Diyarbekir’de veteriner yüzbaşı olarak görev yapmaktadır. Karındaş yüzbaşı, karındaş olmadığı Diyarbekirlilerin gündelik yaşamdaki sözlü ifadelerini, kısmen de yerel ağzı alaya alarak bir plak yapar. Bu plak kentte ciddi ölçüde üzüntü nedeni olur.

“Resmi kültürel ırkçı Türk kimliğinin çözülerek yerine demokratizmi esas alan “Özgür Yurttaş” kimliğine evrildiğimizi söyleyebilmek için daha işin çok başındayız.”

En çok üzülenlerden biri de Mustafa Kemal’in, Başbakan Fethi Okyar Kabinesi’nde Bayındırlık Bakanlığı da yapmış olan, Lozan Delegasyonu’ndan Zülfü Bey’in oğlu ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın dayısı Pirinççizade Fevzi Bey’dir. Fevzi Bey, Mahmut Karındaş’ın plağıyla yarattığı olumsuz ve aşağılayıcı Diyarbekir görüntüsünü biraz da değiştirmek için Celal Bey’i ikna ederek plak yapmak üzere İstanbul’a götürür.

Celal Bey’in İstanbul’da ilk uğrak yeri, dönemin ünlü mekânlarından “Sahibinin Sesi” plak şirketidir. Şirketin musiki şefi Artaki Candan Efendi ile görüşülür ve hemen ilk plak yapılır. Okunan eser: “Ben şehidi badeyim, dostlar demim yad eyleyin” olur. Fevzi Bey, aynı gün Mustafa Kemal’in de onayını alarak, Celal Bey’i Dolmabahçe Sarayı’na çıkarır. Yıl 1932 ve mekân Dolmabahçe Sarayı’nda Paşa’nın sofrasıdır. Ve o akşam Celal Bey, Paşa’nın izniyle gündüz plağa okuduğu eserle başlayıp “Yaş Destanı”yla devam eder.

Mustafa Kemal, yıllar öncesini anımsayarak, Celal Bey’e hitaben “Sen yıllar evvel Diyarbekir’deki köşkte türkü söyleyen çocuktun, seni hatırladım” der. Ne yaptığını sorar. Okul durumunu da ihmal etmez! Celal Bey “Özel İdare’de çalıştığını ve musikinin hep bir adım önde gittiğini, okuldan geri kaldığını” ifade eder. Paşa, geçmişteki görüşmelerine binaen adeta doğrulandığını düşünerek başıyla onaylar.

Mustafa Kemal, yakınında duranlardan birine başıyla işaret ederek, Celal Bey’in kafasının ölçüsünü aldırır. Celal Bey bu kafa ölçme olayına bir anlam veremez. Gazi Paşa, ölçüyü alan şahıstan “uygundur” onayını aldıktan sonra, muhabbet devam eder. Dönem 1930’lardır. Ve Türkleşme çerçevesinde Türk Tarih Tezi’nin, Güneş Dil Teorisi’nin hızla sistemleştirildiği, gündem tuttuğu dönemlerdir. Bilimle uğraşma iddiasındaki bir dolu insan, her şeyi Türklüğe dayandırma gayretleri içerisindedir. Diyarbekir’den giden ve kafa ölçüsü alınan Celal Bey, bu vesileyle ölçüye tabi tutulduğunu bilmemektedir tabii ki!

Celal Bey’in sofra muhabbetine katıldığı andan itibaren sekiz saat süren musikiyle yoğunlaşılmış sofranın bir bölümünde Mustafa Kemal o akşam sofrada olan Ermeni Nobar Tekyay’a ezan okumasını emreder. Nobar, tekdüze bir sesle başlar okumaya. Tamamladıktan sonra da Paşa, Celal Bey’e dönerek onun da okumasını ister. Ardından da “Hazreti Muhammed’i nasıl bilirsin” diye sorar. Celal Bey nasılsa kafa ölçümüz alındı, bu geceden sonra iş olacağına varır diye düşünerek, kısa bir duraklamadan sonra okuduğu ezanın akabinde,

Mevlidin; Geldi bir akkuş kanadiyle revân / Arkamı sigâdı kuvvetle hemân bölümüyle başlayıp, Aşk ile şevk ile edin Esselat

diyerek merhaba ey âl-i sultan merhaba bölümüne gelir ve ayağa kalkıp el bağlar.

Bunu gören Mustafa Kemal Paşa ve masadaki otuza yakın kişi de ayağa kalkıp el bağlar. Mevlidin “merhaba” bölümünü makamıyla tamamlayan Celal Bey, Mustafa Kemal’a hitaben; “Paşam 1400 yıl öncesinde yaşayıp da bugün bizleri ayağa kaldırıp el bağlatan o sorduğunuz Muhammed’dir” der. Paşa memnuniyetini ifade ederek, “Celal Bey, burada (İstanbul’da) kal!” der. Celal Bey yanıt vermez.

Bir süre sonra, Celal Bey’in ayrılma saatine doğru Gazi Paşa, Diyarbekirlilere hitaben iletmek üzere, genç birinin dilinden bir mesaj verir Celal Bey’e:

“…bizim diyarımız Oğuz Türkün has konağıdır, biz de bu konağın has çocuklarıyız. Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki: Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türktür ve her yanı aydınlatan Türkün yüzüdür. Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur.

Türkün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği ortaya koyan da Türktür.” İşte o zaman anlaşılır, ölçülen kafanın anlamı.

Ve Celal Bey Dolmabahçe Sarayı’nın kapısından ayrılırken özel kalem görevlisi Celal Bey’e hitaben sorar. “Paşa’nın, burada kalın, sorusuna cevap vermediniz. Kalacaksanız işlemleri yapayım” der.

Celal Bey de özel kalem görevlisine hitaben şunları söyler.

“Tek başıma kalsam, Şah-ı devrane kul olmam,

Viran olası hanede evlad-u ayal var.”

1934’te soyadı kanunu çıktıktan sonra Güzelses soyadını alan Celal Bey’in bu türkü sözlerini cevaben iletmesi, hangi duygularladır bilinmez. Özel kalem görevlisi de, “Siz Doğulular adam olmazsınız. Ayağınıza kadar gelen fırsatları tepiyorsunuz. Hâlbuki burada kalmayı kabul etseydin bütün kapılar önünde açılırdı. Belki de yakın zamanda milletvekili olurdun” der.

Celal (Güzelses) Bey’in Mustafa Kemal’in mesajını Dîyarbekir’e, adresine ulaştırdıktan sonraki dalgası ise izlenmeye değerdir. 1869 yılında Süleyman Nazif’in babası Said Paşa tarafından kurulan Anadolu’nun ilk gazetesi (kimi kaynaklara göre de ikinci) Dîyarbekir 26 cemaziyelevvel (Eylül 1932) tarihli ve alt logosunda “Siyasi, İçtimai, İktisadi Türkçü Halk Gazetesi” yazan nüshasında Paşa’nın mesajını “Fahri Hemşehrimiz Gazi Hazretlerinin Dîyarbekirlilere Yüksek Hitabeleri” manşetiyle olduğu gibi verir. Gazetenin sahibi ve umumi neşriyat müdürü sonradan Çubukçu soyadını alacak olan Tahsin Cahit ilk sayfada “Büyük Gazi ve Türklük” başyazısında şunları söyler: “Biz o deha şahikasından kopup gelen bu nurlu hakikatlerde, cihana dal budak salan, medeniyet tohumu saçan asil bir ırkın lâyemut varlığını tanıdık… İnsan zekâsının fevkinde, mucize şeklinde işler yapan, eserler yaratan bu geniş kudret; şimdi de Türkün diriliği, birliği ve dili ile meşguldur… Artık dünün köhne ve muzır zihniyetiyle, aynı mekânı, aynı harsı taşıyan bu vatan evlatları arasında ayrı ve gayrilik aramak hıyanetini irtikâp eden bir gafile, bir haine tesadüf etmeyeceğiz…” der. (1)

Şimdi buradan hareketle galiba biraz gerilere gidip Şeyh Saîd Kıyamı’ndan sonra genç cumhuriyetin bağrına bir hançer gibi saplanan “Takrir-i Sükûn Kanunu” ve sonrasına değinmek gerekiyor. Anılan tarihle birlikte, sonrasında Dolmabahçe sofrasında Celal Güzelses’in kafa ölçüsünün alınmasına varan yeni ve tekçi bir kimliğe doğru hazırlığın başladığını söylemek mümkün. (2)

İstanbul Üniversitesi (o yıllarda Darül-fünun) yayını olarak 1925’te “Türk Antropoloji Mecmuası” yayınlanmaya başlanır. 1925’ten 1939’a kadar 14 yıllık zaman dilimi içinde kimi sayıları çift sayı olmak üzere sonuncu sayısında numara 22 diye yazılsa da toplam 16 sayı olarak neşredilir anılan Antropoloji Dergisi. Ana tema Dillerin orijinini, konuşulduğu coğrafyanın sınırları olarak kabul etmeyen bir “Türk Dehası”na tekabül eden bir resmi tezi hayata geçirmeyi ilke sayar kendine, anılan dergi. O denli çarpıcı tezler sunulur ki; “Afrodit” kelimesinin ‘Avrat’, “Poseidon” kelimesinin Türkçede ‘gemi’ anlamına gelen “Bostagen”, “Vulcanus” kelimesinin de Türkçe ‘bulanık’ anlamına gelen “Bulkanığ”dan türetildiğini gayet “bilimsel” yöntemlerle ve olanca heyecanlarıyla anlatırlar.

“Güneş Dil Teorisi”; sanki bir güzel ve şairane isimle, dilin (Türkçenin) güneşten çıktığını göstermekle beraber güneş gibi dünyaya yayılmışlığı ifade eder.

O denli abartılır ki; 19 Haziran ile 31 Aralık 1937 tarihleri arasındaki 6,5 aylık zaman dilimi içinde 64.000 kadın ve erkek üzerinde Trakya-Bursa, Bilecik-Çanakkale, Balıkesir, Manisa-Ege-Eskişehir, Afyon, Burdur, Kütahya, İsparta, Antalya- Orta Anadolu-Garbi Karadeniz- Kuzey- Şark I ve Şark II olmak üzere toplam on bölgede ölçüm yapılır… Irksal karakterleri esas alan on yedi farklı ölçümle gerekli aletler de Sıhhat (Sağlık) Bakanlığınca sağlanır. Antropoloji Mecmuası ile devlet ilişkilerinin en canlı ve bir başka örneği de askeriyenin denek olarak askerlerin kullanılmasına verdiği izindir. (3)

Üç önemli yöntem kullanırlar bu “bilimciler”. Sefalometri dedikleri yaşayan insanın baş ölçümü. Antropometri dedikleri insanın bedensel özelliklerinin ölçümü ve Kraniyometri dedikleri iskelet üzerinden kurukafa ölçümü esas alınır.

Kimileri sanabilir ki bu ırki tespitler ve çalışmalar 1930 ile 40’lar arasında kalmış bir “başarısız ve beyhude çaba”dır. Hatta kimileri düşünebilir ki; bunun dönemin koşulları gereği iktidar olan tek parti Cumhuriyet Halk Partisi’nin işidir. Bin kere Hayır. Çünkü anılan tek parti devlettir ve devlet adına, hatta devlet olarak bunları yapmaktadır. Zaman geçtikçe uygulamanın dönemsel olmadığı, bunun ruhlara nüfuz etmiş koca bir resmi ideolojik politikanın sıradan insanın dahi beyin damarlarına işlediğinin sık ve yaygın örnekleri her yerde karşımıza çıkar.

Uzun tarihsel süreci hızla atlayıp yakın yıllara gelirsek, 15 Şubat 1994 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 569 sayılı kararıyla öğretmenlere ve orta dereceli okul öğrencilerine bir kitap tavsiye edilir. Kitap, ürünlere standart veren bir kurumca Türk Standartları Enstitüsü’nce hazırlanıp on binlerce basılır. Yaygın olarak da dağıtılır. Kitabın ismi “Türk ve Türklük”tür. Birkaç özlü sözü kitaptan paylaşmaya ihtiyaç var.(4)

“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir.”

“Eğer bir Türk seslenirse, Tanrı korusun, köpek değil, erkek aslan bile kan kusar.”

“Türk, bütün insanlardan üstündür. Çünkü Allah onlara (Türklere) ad vermeyi kendi üzerine almıştır.”

“Türk korkmaz, fakat korkutur. Basra’nın edebi, Yunan’ın hikmeti, Çin’in san’atı Türk için çoktan belli şeylerdir.”

“Türkiye’de sizi aldatan birine mi rastladınız, biliniz ki o muhakkak Ermeni’dir.”

“Bir Türk’e iş mi yaptıracaksınız, mukaveleye lüzum yok, sözü kâfidir. Ama Rum veya başka bir Hıristiyan’la iş yapacaksanız mukavele yapınız. Ermeni ile sözlü veya yazılı hiçbir mukavele yapmayın. Zira onun yalan ve hilelerine karşı hiçbir mukavele garanti sağlayamaz.”

“Her Türk, kendini aslan, düşmanını av, atını ceylan sayar.”

“Onlara Tanrı Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim / hükümdar kıldı. Dünya milletlerinin ‘idare yularını’ onların ellerine verdi.”

Ve Türk ırkının özelliklerini de sayar kitap: Cilt beyaz (hafifçe sarıya mütemayil), boy ortadan yüksek, kafatası kısa, saç siyah, gözler siyah-Moğol gözü gibi çekik değil, burun normal basık değil, göğüs orta, yüz uzunca-oval, elmacık kemikleri hafifçe çıkık, dudaklar kalın, boyun kısa…

1925’lerden başlayarak “Resmi Kültürel Kimlik” Türklük ırki faktörü çerçevesinde, diğer bütün halklar yok farz edilerek ya da Türk varsayılarak oluşturulma gayreti devletin bütün kurumlarında yürütülüp yaygınlaşınca, ister istemez gündelik hayata, mesela ilk evvel ilköğretim kurumlarından başlayarak yansıdı.

İşte en sıradan tabiriyle “andımız” ile başlayıp “Ne mutlu Türküm Diyene -Türk, Öğün, Çalış, Güven – Bir Türk Dünyaya Bedeldir” gibi ifadelerle zuhur edip yaygınlaştı. Sadece dillerde dimağlarda kalmayıp dağa, taşa devlet marifetiyle yazdırıldı. “Türkçe Konuş Çok Konuş – Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalar halinde yürütüldü. Ve en azından kendi kuşağımda kısmen de başarılı olundu. Örneğin bizim kuşak, Kürt ana-babadan doğmamıza rağmen yoğun olarak ilkokuldan başlayarak Kürtlüğe ve Kürtçeye hayli uzak ve küçümseyici yetiştik. Büyüklerimiz, “çocuklarımız İstanbul Türkçesi öğrensinler ve konuşsunlar” diye gayret ettiler. Asli kimliğimizle yeniden yüzleşmemiz, yetmişli yıllarla birlikte Kürt gençliğinin siyasal-demokratik mücadelesi; sonrasında da 80’li yıllarla birlikte Kürt politik mücadelesinin Kürdün varlığı için kanıyla canıyla yarattığı siyasal mücadele ile kırıldı.

Doğrusu bugün tarihe dönüp baktığımızda, 1930’larda Afet İnan’ların Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorilerinin artık tedavülden kalktığını söylesek bile, hâlâ resmi kültürel ırkçı Türk kimliğinin çözülerek yerine demokratizmi esas alan “Özgür Yurttaş” kimliğine evrildiğimizi söyleyebilmek için daha işin çok başında olunduğunu söylemek ve ancak kendi sivilliğimiz ve siyasal varoluşumuz içinde özgür yurttaşlığı telaffuz edebildiğimizi, hatta yer yer yaşayabildiğimizi, ama sistemin bu kulvara girmesinin önünde çok ciddi blokajlar olduğunu eklemek gerek.

Yani ezcümle, devletin 90 yıldır oluşturmaya gayret ettiği kimlik intiharından, hatta kimlikler katlinden geçmiş “Makbul Vatandaş” ile devletin gözünde “ihanette” ısrar eden “Özgür Yurttaş” kimlik mücadelesi hâla sürüyor…

Şeymus Diken
(Bianet)

1) Dîyarbekir Gazetesi, 26 Cemaziyelevvel 1351 (26 Eylül 1932). Şeyhmus Diken Arşivi.
2) Diken, Şeyhmus. Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır, İletişim yayınları, 7. Baskı, 2011 İstanbul.
3) Maksudyan, Nazan. Türklüğü Ölçmek, Metis Yayınları, Mayıs 2005, İstanbul.
4) Bozkurt, Ömer Naci. Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, 1994, Ankara.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz