Aziz Nesin: Peyami Safa! “O adam”, “Bu adam”, “Şu adam “ olmaktan vaz geç, adam ol, adam!

Uğurlu olmasını, iyi geçmesini dilediğim yeni yıla, Peyami Safa’dan başlamak istemiyordum. Onun için kendisine cevabım iki gün geçikti. Peyami Safa, beni çok ağır suçlamaya çalıştığı, jurnal ettiği bir yazısında kendisine özgü kalem kabadayısı para ile şöyle diyor : “Hem de bir mizahçının her gün gittiği mevzularda fikir beyan etmesi, bir cambazhane İbiş’inin dünya ahvaline dair konferans vermesine benziyor. Güldürmüyor, gülünç oluyor.
Bay Safa’nın bu yazısını okumuş olanlar şaşmışlardır. Durup dururken, ortada hiçbir şey yokken bay Safa’nın bana böyle saldırması neden? Bir fıkra durup dururken yazılır mı? Hani “Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü?” diye bir söz vardır. Bay Safa’nın yazısını okuyunca “bayram değil seyran değil, bay Safa beni neden ısırdı” diye düşündüm.

Nâzım Hikmet ve Peyami Safa Kavgası’nı oku >>

Doğrusunu isterseniz ısıramıyor da. O eski ısırgan Peyami de kalmamış, artık. Perde’de gördüğümüz Metro Goldwin Mayer aslanı gibi, başını yorgun yorgun bir sağa bir sola çevirip kükreme taklidi yapıyor. Takma dişli aslan ısıramıyor, ısırma rolü yapıyor.

Bay Safa’nın bu yazısını okuyanlar, durup dururken neden böyle bir yazı yazdığına şaşmasınlar. Bu işin bir öncesi var, anlatayım.

19 Aralık günü Milliyet’teki yazısında bay Safa “Türkçemiz” adlı bir kitaptan söz ederken şöyle demişti:

“Kitabın ön sözünü dikkatle okumalarını bütün dil ve edebiyat öğretmenlerine, genç şair, hikayeci ve tenkitçilere, yazılarında “Tilcik”, “Pilcik”, “Cülcük” biçiminde kelimelerle cıvıldaşan kuş beyinli öz Türkçecilere hararetle tavsiye ederim.”

Ben de ertesi günü Akşam’da Bay Safa için saygılı bir dil kullanarak şunları yazmıştım:

“Peyami Safa gibi kırk yıllık bir yazara, dilde kendisi gibi düşünmeyenlere “Kuş beyinliler” demek yakışır mı? Ayıp, çok ayıp. Bu sövgüye karşılık, öz Türkçecilerden birisi çıkıp da, dilde Peyami Safa ve onun gibi düşünenlere “Kaz kafalılar” dese, ben onu da kınarım. Böyle şey olur mu? Kuş beyinli ne demek? Bunca yazarı “Kuş beyinli” diye aşağılamak, küçümsemek neden? Bir düşünceniz varsa söyler, tartışırız. Ağız bozmak, güçsüzlere özgüdür. Eskiler “Uslub-u beyan ile aynı insan” demişler. “Kuş beyinli” sözünden, bu usluptan, bu söze uygun bir sonuca varmak, Peyami Safa için hiç de iyi olmaz.

Ne yapmalı bu 60 yıllık yaramaz çocuğa bilmem ki. Yoksa yatırıp ağzına biber mi doldurmalı? ”

Bay Safa asıl cevap vermesi gereken bu yazıma, hiçbir cevap vermedi, veremezdi. Ama “Kuş beyinli” sözüne karşılık “Kaz kafalı” benzetişini de bir türlü sindiremedi. Bekledi, bekledi, artık dayanamadı, durup dururken,

– Canbazhane İbişi!.. diye patlıyıverdi.

Bay Safa’nın her suçlamasına ayrı ayrı cevap vereceğim. Sakın “Değmez” demeyin. Değer. Bu Bay Safa ile benim aramdaki bir tartışma değil, bitik saldırgan, jurnalcı, dedikoducu, içi başka dışı başka bir eski kuşakla, yeni kuşağın çatışmasıdır.

Şimdi düşünüyorum da, Bay Safa’ya o yazıyı yazmamalıymışım diyorum. Bay Safa’ya taş attığım için değil. Benim yazımın çıktığı gün, bay Safa Miliyet’teki fıkrasında şu “itiraf” da bulunuyor:

“Geçen salı sabahından beri birtek sigara içmedim. Psiko-Analize, Narko-Analize, Kripto-Analize, hiç bir-analize girişmeden iki büyük neticeyi arzedeyim: Yirmi otuz seneden beri nefes borularında, haykırışları derinden derine gelen puğu kuşları, çaylaklar, kargalar, kurbağalar birdenbire sustular. Göğsümde bir meydan ferahlığı ve aydınlığı var.

İkinci netice berbat: Başım… Başım… Aman başım… Ne oluyor? Ağrıyor mu? Ağrıması için mevcut olması lazım. Başım gitmiş, yerine benden daha budala birinin başı gelmiş. Bu satırları yazarken, en basit kelimeleri, hafızamın zifiri karanlığı içinde arıyor ve zor buluyorum. İki üç gündür, belki siz de bunun farkındasınızdır.”

Öz Türkçecilere “Kuş beyinliler” dediğinin ertesi günü Bay Safa işte bu itirafta bulunmuştur. Şimdi Bay Safa’nın o yazıyı hangi kafayla yazdığı daha iyi anlaşılıyor. Ben bunu bilmiş, anlamış olsaydım, hiç Bay Safa ve onun gibi düşünenlere bir Öz Türkçecinin, “Kaz kafalı” diyebileceğini düşünür, yazar mıydım? Demek, Bay Safa’nın o yazıyı hangi kafayla yazdığını anlayamamışım. “Benden daha budala birinin başı” dediği o başyazı gelmeden önce, öyle bir yazıyı Bay Safa’nın bile yazmıyacağını düşünmeliydim.

Bay Safa bana öğütler veriyor. Ben de ona küçük bir öğüt vereceğim. Beni “Canbazhane ibişi”ne benzettiği o yazıyı yazacağına, açık açık söylese, “ben o yazıyı, ** “Giden, yerine benden daha budala birinin başı geldi” dediğim başla yazmıştım, dese, çok daha doğru olmaz mıydı?

Biz bay Safa’nın başlarından hangisini taşırken hangi yazıyı yazdığını nasıl anlayalım? Hiç olmazsa yazısının altına bir not koymalıdır.

Bay Safa 2

Dünkü yazımda Bay Safa’nın öztürkçecilere “kuş beyinliler” dediğini, ertesi günkü yazısında da, “başım gitmiş, yerine benden daha budala birinin baaşı gelmiş. İki gündür, belki siz de bunun farkındasınızdır” diye açık itirafta bulunduğunu anlatmıştım.

Cinayetlerden sonra çoğu zaman caniler, sorgularında şöyle söylerler:

– Çok sarhoştum, ne yaptığımı bilmiyorum.

– Başım yerinde değildi. Elime bıçağı aldıktan sonrasını hatırlamıyorum.

Ama bütün bu “çok sarhoşluk”, “başı yerinde olmamak”, “bıçağı aldıktan sonrasını hatırlamamak” suçluyu kurtarmaz. Bunlar “hafifletici sebep” bile değildir. Bay Safa da tıpkı bıçağı eline aldıktan sonrasını hatırlamayanlar gibi, sar’a nöbeti içinde bir kere o zehirli kalemi eline aldıktan sonra ne yazdığını hatırlamıyor. Ancak ertesi günü,

– Başım gitmiş, yerine benden daha budala birinin başı gelmiş… diye kendini savunmaya çalışıyor. İyi ama, kendisinin “benden daha budala bir baş” dediği başla bu Bay Safa, on binlerin okuduğu bir gazetede her gün yazılar yazıyor. Yeryüzünün beş kıtasında, böyle bir başla gazetede yazılar yazan başka bir yazar biliyor musunuz?

Bay Safa, başlarından hangisini taşırken yazdığını, sizin anlayışınıza bıraktığım bir fıkrasında benim için şöyle diyor:

“Ben de eşsiz kabiliyete acıyorum. Yalnız çok yazdığı için değil. Görüyorum ki mahud fikirlere bağlılığını azgınlık derecesine vardıran bu arkadaş, büyük dünya meselelerini kavramaya müsait bilgiden mahrumdur. Sadece inat ediyor veya iyi saatte olsunlara boyun eğiyor. Yazık, çok yazık. “

İleriki yazılarımda daha açık belirteceğim üzere, Bay Safa’nın bu sözlerinde, bizden önceki kuşağın doğu kafalı olan yazarlarına özgü bütün hastalıklar görülmektedir.

Bence doğu kafalı yazar, şu belirtileriyle tanımlanır:

Bunlarla bir tartışmaya girilirse, söylemediğiniz sözleri söylemişsiniz gibi davranır, düşüncenizle, yazınızla hiç ilgisi olmayan bir yerden saldırır, sizi vurmağa çalışırlar.

Yazıya, hasımlarını över görünen sözlerle girerler. Böylece, tarafsız olduklarını, doğruluktan ayrılmadıklarını göstermeye çalışırlar.

Jurnal, iftira, çamur atmak bunların en bellibaşlı silahlarıdır.

Şimdilik yalnız birkaç belirtisini yazdığım doğulu kafa numaralarının hepsi de Bay Safa’nın bu yazısında vardır. Benim kendisine yazdığım yazıya cevap vermiyor. Ama benim yazıma tam on gün sonra, hıncını almak için, durup dururken bana çatıyor hem de hiç kanıtsız, hiç belgesiz, havadan konuşarak… Siz onun benim için “eşsiz kabiliyet” dediğine inanmayın. Bu “eşsiz kabiliyete” yani bana acıyormuş. Vah vah vah… Demek bana acıyor Bay Safa? Neden? Çünkü ben “mahud fikirlere azgınlık derecesinde bağlı”ymışım. Üstelik “dünya meselelerini kavramağa müsait bilgiden mahrum”muşum da “sadece inat ediyor, iyi saatte olsunların emrine boyun eğiyor”muşum. Bana “yazık, çok yazık”mış. Bu Bay Safa ne kadar da iyi yürekliymiş. Acımasını da biliyormuş.

Onun gerçek ereği çok başka. Bay Safa demek ister ki:

– Ey hükümet, ey polis, ey jandarma, ey bekçi, ey gençlik! Uyanın, gözünüzü açın! Bu Aziz Nesin, yazılarında komünizm propagandası yapıyor. Hem de şöyle böyle değil, işi azgınlık derecesine vardırdı. Birşey de bildiğinden değil “sadece inat ediyor, yahut iyi saatte olsunların” emrinden dışarı çıkamıyor.

Bay Safa’nın dilindeki bu “iyi saatte olsunlar”ın kimler olduklarını elbette anlıyorsunuz.

Bay Safa! Siz, bir fabrikatörsünüz. Evet, evet, siz bir fabrikatörsünüz de haberiniz yok. Çok kişinin de bundan haberi yok. Siz, yeryüzünün sayılı fabrikatörlerinden birisiniz. Ne fabrikatörü mü? Söyliyeyim: Siz, bir komünist fabrikatörüsünüz. Hiç bir fabrika, çıkardığı mallara sizin kadar bol etiket yapıştıramadı. Sizin etiketiniz, on parmağınızdaki on karadır. Bir fabrikatör olduğunuzu biliyor muydunuz? Bilmiyorsanız, bunu benden öğreniniz. Çünkü sizin ve sizin gibilerin nasıl birer komünist fabrikatörü olduğunuzu benim kadar hiç kimse bilmez. Bunun acısını ben, karşı koymaya “tenezül” bile etmeden yıllar yılı çektim. Bu yazım da, kendimi savunmak için değil, “mümessili” olduğunuz çirkin, yanlış bir anlayışın bütün iç yüzünü kamuya açıklamak içindir. Sizin gibi daha beş, on Peyami Safa olsaydı, aramızda komünist olmayan tek kişi kalmayacak, en sonunda aynada o suratınızı görüp, kendinizden korkacak, aynadaki hayalinize parmağınızı uzatarak,

– Mahut, mahuuut… Azılı mahut! Yakalayın, tutun… Azılı mahut!… diye bağıracaktınız.

Bay Safa, dışardan yüz propagandacı getirilseydi, sizin yaptığınızı yapabilir miydi, pek kestiremiyorum. Size göre kim komünist değil, söyler misiniz? Komünizm, her kılığa giriyor. Öztürkçeci komünist, yurtsever komünist, dindar komünist, gerici komünist, ilerici komünist, sizin gibi düşünmeyen herkes komünist…

Bay Safa, artık bu işi, bu sorunu açıkça çözümlemenin sırası geldi. Bu kez yakanız kalemimden kurtulamayacak, sizi kaçtığınız yere değin kovalayacak, ama orda da, sığındığınız yerde de sizi barındırmayacağım.

Bay Safa 3

Bay Safa’nın, yazarlar arasında bir dokunulmazlığı vardır. Ama onun bu dokunulmazlığı, kendisi için övünülecek bir şey değildir. Çok kişi şöyle der:

– Aman Peyami mi, bırak bırak… Yandan dolaşmalı daha iyi…

Neden böyle diyorlar? Çünkü Bay Safa yılardan beri herkese çamur atıyor!

Bay Safa! Siz, başkalarına o kadar çok çamur attınız ki, o attığınız çamurlardan küçücük birer parçası üstünüze sıçrasa, daha bitmemiş bir heykel çamuruna dönerdiniz. Hem de en sonunda size de “komünist” demediler mi? Havadis Gazetesinde Mümtaz Faik Fenik, komünistlerin her kılığa büründüğüne göre, sizin de komünist düşmanı görünerek, komünizm propagandası yaptığınızı söylemedi mi? İşte en sonunda, yıllarca başkalarına attığınız taşların altında kaldınız.

Bay Safa, siz benim yazılarımda “azılı mahutluk” ettiğimi söylerseniz, ben de asıl sizin “azılı mahut” olduğunuzu söylerim. Yurdumuzda az-çok halkın sevgisini kazanmış kim varsa, siz hepsine açıkça ya da örtülü “komünist” dediniz. Peki, Bay Safa, sizin yazılarınızı okuyup inananlar,

– Bu nasıl iştir, kimi seviyorsak, komünist çıkıyor… diye komünizme sempati duymazlar mı?

Sait Faik öldü, arkasından böyle söylediniz. Orhan Veli öldü, ardından şöyle yazdınız. Cahid Sıtkı öldü, bir başka türlü dediniz. Ataç öldü, neler yazdınız. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü iken hiç sesinizi çıkarmadığınız Muhsin Ertuğrul, görevinden uzaklaştırılınca arkasından neler neler yazdınız.

Bütün bunlar, halkın sevgisini kazanmış, yararlı işler görmüş kişilerdi. Birçok kişinin kafasında bir soru beliriyor. “Sakın Bay Safa, üstü kapalı bir yoldan azılı mahutluk yapmış olmasın, asıl azılı mahut yoksa kendisi mi? ” diyorlar.

Hayır, hayır, ben böyle bir şey demiyorum. Hiç bir zaman sizin yolunuzu tutup, sizin bir başka kalıba bürünüp azılı mahutluk yaptığınızı söyliyerek demagoji yapmak istemem. Siz, ne komünist, ne de komünist düşmanısınız. Siz, yalnızca bir azılı kıskançsınız. Her ün, her iyi tanınmış kişi sizi tedirgin ediyor. Öyle ki ölülerin ününü bile çekemiyor, bir ünlünün ölümü arkasından yazılan övgüleri bile kıskanıyorsunuz Bay Safa. Ulusumuzun geleneklerinden biri, ölülerin arkasından konuşmamaktır. Oysa siz, kaleminizin arkasında pusuya girmiş “Ah şu ünlü kişi ölse de, arkasından mahutluğunu yazsam…” diye bekliyorsunuz.

İşte sizi, yalnız dirileri değil, ölüleri bile jurnal etmeye iteleyen, içinizdeki öfke öfke kabaran bu kıskançlık, bu tedirginlik, bu çekememezlik, bu didişkenliktir. Siz, bir asabiye kliniğine konu olacak azılı bir kıskançsınız.

Bay Safa, düşmanlık da bilinçli olmalıdır. Siz, yurdumuzda öyle bir ortam yarattınız ki, kırk yıllık Rus salatası lokanta listelerinde Amerikan salatası diye değiştirildi. Rus çorap pazarı, Us çorap pazarı oldu. Siz, bunları doğrudan doğruya yapmadınız. Ama yarattığınız havayla günün birinde Mareşel Fevzi Çakmak’a komünist dediler. Çukulataların içindeki ulus bayrak kartları içinde Rus bayrağı da var diye, çukulatacı mahkemelerde süründü. Yurt yönetimi işinde biraz eleştirili konuşup, birbirlerine içini döken iki kişi “Aman beni haber verecek” diye birbirlerinden korkup, ikisi de birbirlerine “komünisttir” diye ihbarda bulunup iftira ettiler. Trende portakal soyan bir yurttaş, portakal kabuklarını orak biçiminde soyuyor diye yakalandı. Daha neler oldu.

İşte Bay Safa, komünizm düşmanlığı adına, insanları bu gülünç, bu korkulu duruma düşüren, sizin yarattığınız havadır.

Bana gelince, evet ben, bir yazıdan ötürü 16 ay hapse mahkûm oldum. Benim bu mahkûmluğum, sizin düşüncenize bile sığmayacak bir namuslu davranış örneğidir. Bunu şimdiyecek söylemedim, yazmadım. Ama siz zorladınız, yazıyorum. Bu olayın üstünden af geçtiği için şimdi açıklıyorum.

Ben, kendi yazımdan değil, başka birinin bir çevirisinden ötürü mahkûm oldum. O yazı, Fransızca bir felsefe kitabının önsözünden çeviriydi. Ben, Fransızca bilmem. Tanıyanlar da, benim Fransızca bilmediğimi bilirler. Bütün bunları mahkemede söylediler. Ama yalnız bir şeyi söylemedim. O yazıyı çevireni… Onun adını versem, elbet kurtulacaktım, şimdi de siz bana saldırmak için bir tutanak bulamayacaktınız. Neden onun adını vermedim, biliyormusunuz:

1- O yazıyı çevirenin de hiç bir zaman komünizm propagandası yapmak niyetinde olmadığını çok, ama çok iyi biliyordum.

2- O yıl yüksek öğrenimini bitirmiş, o günlerde memurluğa girecekti.

3- Yine o günlerde evlenmek üzereydi.

Adını verseydim, bir gencin, hayatı, bir daha düzelmemek üzere mahvolup gidecekti, bir daha kendisini kurtaramıyacaktı.

Bakınız Bay Safa, bu gün sizin durup dururken, hiç yoktan beni jurnal etmenizi, ben o zaman kendimi 16 ay hapisten kurtarmak için bile yapmamıştım. Üstelik kendimi kurtarmak için, suçluyu ihbar etmek de benim görevim değildi. Bu iş, polisin, mahkemenin işiydi. Ben kendimi savunmuştum.

Şu sözlerimden hemen o Cingöz Recai kafanızla “İşte bunlar böyledir. Aralarındaki gizli bağ, birbirlerini ele vermeğe engeldir” diye yeni bir demagojiye girmeyin. Ben hayatımda, hiç bir gizli, karışık, kanuna aykırı işe girmedim. Açıkça hesabını veremeyeceğim hiç bir iş yapmadım. İlerde sorulunca doğrusunu söylemeyeceğim hiç bir iş görmedim.

Peki Bay Safa, siz ikide bir bana “Azılı mahut” diyeceksiniz de, bundan kim ne kazanacak? Siz ne kazanacaksınız bundan? Bana gelince ben, güvenli, rahat, ne yaptığını bilir bir yazarım; bu sözleriniz bana hiç bir şey kaybettirmez. On sekiz yıldır yazı yazarım. Sizin bildiğiniz imzalı yazılarımdan başka, bunların beş on katı da imzasız, takma adlarla yazılar yazdım. Haydi bakalım, şimdi siz, bunca yazımın içerisinden bir tek satır komünizm propagandası bulup da çıkarın. Haydi, bulun da koyun ortaya.

Bay Safa, kendinize geliniz, ben her şeyden önce enayi değilim.

Aka Gündüz, çok yıllar önce bir gece sarhoşlukla taş atıp Tokatlıyan’ın büyük camını paramparça etmiş. Artık o günden sonra, ama yıllarca, kim hangi konuda Aka Gündüz’le tartışmaya girecek olsa,

– Hani biliyorsun ya, Tokatlıyan’ın camını taşlamıştın, diye söze başlarmış.

Yıllar yılı süren bu yüze vurmadan Aka Gündüz de bıkmış usanmış artık. Bir gün yine bir toplulukta bir edebi tartışmaya başlarken, karşısındaki daha ağzını açmadan Aka Gündüz elini adamın ağzına uzatıp,

– Bak, demiş, ben bir zamanlar Tokatlıyanın camını taşlamıştım. O bir kere elde bir. Onu geç… Ondan başka bir söyleyeceğin varsa, buyur söyle!..

Bay Safa,

– Ben bir zamanlar, yazmadığım bir yazıdan 16 aya mahkûm oldum. Onu geç bir kere… Ondan başka söyliyeceğin bir şey varsa, buyur söyle!

Var mı söyleyeceğiniz başka bir söz?

Ben size Öztürçecilere “kuş beyinli” demek ayıptır, dedim, siz bana konuyla hiç ilgisi yokken “Azılı mahut” diyorsunuz. İş söylentilere, dedikodulara kalırsa, bizim hem de kanıtlara, belgelere dayanarak söyliyecek çok sözümüz var. Ama ben böyle yapmayı kendime yakıştırmam. Bakınız, konu birliğini hiç bozmadan sizinle konuşuyorum.

Siz bir zamanlar Tunç Yalman’a da böyle çamur atmıştınız. Kime atmadınız ki… O zaman Tunç Yalman, size gereken cevabı vermiş de,

“Şaşıyorum Peyami Safa, geceleyin yatağınızda nasıl uyuyabiliyorsunuz? ” demişti.

Buna yalnız Tunç Yalman değil herkes şaşıyor. Bay Safa, geceleyin yatağınızda nasıl, nasıl uyuyabiliyorsunuz?

Bay Safa 4

Dünkü fıkramda Bay Safa’nın ölüleri bile kıskandığını, ünlülerin ölümü arkasından yazılan övgüleri bile çekemediğini yazmamış mıydım? İşte bu yazının çıktığı gün Bay Safa, Milliyet’te şunları yazıyor:

**Yahya Kemal’i bu manzum yaveleriyle değil, mazmunlarını divan ve Fransız edebiyatından aynen aldığı şiirleriyle de değil, yüzde yüz kendi yaratma eseri olan bir kaç nefis manzumesiyle değerlendirip onun edebiyat tarihimizdeki hakiki yerini tayin edecek halis tenkitçiyi bakalım ne zamana kadar bekleyip duracağız?

Bu azılı kıskanca göre Yahya Kemal hırsızdır. Şiirlerini Fransız edebiyatından “aynen” aşırmıştır. “Mazmun”larını da divan edebiyatından çalmıştır. Geri kalanı da “yave”lerdir. Eh, bir iki şiiri de vardır.

Önce böyle söyleyecek, sonra o bir ikilerin de ya metelik etmediğini, ya hırsızlama olduğunu söyleyecek. Böylece Türk edebiyatına kimini hırsız, kimini “azılı mahut”, kimini de değersiz diye sokmayacak. Böylece bomboş kalan Türk edebiyat tarihine “Matmazel Noralya’nın koltuğu” üstünde Bay Safa geçip oturacak.

Ölülerin arkasından konuşmayı huy edinen Bay Safa, kendisine kalırsa, Türk sanatının trafik amiridir. O ne isterse, nasıl isterse, Türk şiiri, Türk hikâyesi, Türk romanı, Türk mizahı, Türk tiyatrosu, onun isterlerine uygun biçimde yürüyecektir. Tıpkı bir trafik memuru gibi, düdükten hiç ayırtı olmayan kalemini havaya kaldırır sanatçılara, yazarlara şöyle seslenir:

– Yoo… Sen ileri gittin dur bakalım.

– Sen fena değilsin, iyi, iyi. Böyle devam et.

– Aaa… Sen işi azıttın, yerinde say bakalım.

Bay Safa, yıllardan beri işte bu pozdadır. Ona sataşmaktansa dolaşmayı yeğ tutan genç kuşağın sözlerine aldırmazlığı yüzünden o da bu işi iyice benimsemiş, ortalığı boş bulmuştur. İşte bu Bay Safa benim için de şunları yazıyor:

“Nükteli, nüktesiz, her mesele üzerinde konuşmak hakkı, Bernard Shaw gibi büyük kültür adamlarına tanınmıştır. Aziz Nesin gibi, böyle bir kültürün büyüğünden değil, zerresinden mahrum piyasa mizahçılarının sevimlilikleri ancak kendi hadlerini bilmeleri şartına bağlıdır. Sınır aşılınca, termometre düşmeğe başlar, okuyucu da titrer ve yazıyı elinden atar.”

Görüyorsunuz ya, yazarların trafik memuru Bay Safa bana da,

– Yoo!.. diyor, sen öyle her konuda yazacak bilgide bir yazar değilsin. Haddini bil bakalım. Sen bir kere cahilin birisin.

Burada, doğu kafalı eski kuşak yazarlarının kokmuş bir numarasıyla karşı karşıyayız. Bunlar, bir tartışmaya girince, kendilerini üstün göstermek için karşılarındakini bilgisizlikle suçlarlar. Akıllarınca başkalarına “bilgisiz” demek, kendilerinin “bilgili”, “bilgin” olduğunu anlatır. Başkalarına, “hain!” derlerse kendileri “yurtsever” olurlar. Başkalarına “alçak” derlerse, kendileri “yüksek” olurlar. Bay Safa yıllardan beri bu numaranın canbazıdır.

“Cibali Karakolundaki komiser gibi, Türk sanat ve fikir hayatına gülünç bir komiser kesilen Bay Safa, ölülerin ün soyucusundan başka bir şey değildir.

A Peyami, senin gibilerinin kendi kendilerini düşünür saydıkları bir toplumdan Bernard Shaw gibi bir mizahçı çıkmadı ya.

Benim kültürüme gelince, onu “tayin” etmek senin haddine kalmamış. Sen kimsim a fikir komiseri? Çevreme, okurlarıma kültürlü, bilgili görünmek için senin gibi numaralar yapmam. İki de bir yazımın arasına, ayağa düşmüş frenkçe kelimeler karıştırmam. Senin “Matmazel Noralya’nın koltuğu” romanında bir cümlede on altı frenkçe kelime vardır. Okuyanlar “maşallah, ne de bilgiç şu Peyami… “ diyorlar.

Bay Safa, benim sizin gibi bilgiç görünmek numaralarım yok. Neysem oyum. Ama bilmediğim konuya da el atmadım.

Bana “haddini bil! ” diyorsunuz. A gözüm, hangi bilginizle, hangi yetkinizle?

Benim şanssızlığım şurda ki, benim karşıma en foslamış, en çürümüş, en bitik, en yok olduğunuz zamanda çıktınız. Bunları, sizin için değil, okurlarıma saygımdan ötürü yazıyorum; bir büyük gazetede her gün “allame” numaraları yapan şakrabanın gerçek kimliğini iyice anlasınlar diye…

Bay Safa 5

Bay Safa, fıkrasının sonunda bana beş öğüt veriyor. Birinci öğüdü şudur:

“Mizah mecmualarının çoğuna ve günlük bir gazeteye çalakalem yazı yetiştirmeye uğraşmak yüzünden kalitesi gittikçe düşen bir piyasa yazarı halinde kalmak istemiyorsanız, para kazanmak hırsınızı firenleyiniz ve daha az yazınız.”

Bay Safa, onsekiz yaşından beri yazı yazar. Türkiye’de en çok yazı yazmış, kitabı çıkmış bir yazardır. Bir yazarın kalemiyle kaç para kazandığını bilmez olur mu? Bilir ama, beni korur ve kollar gibi görünerek, para kazanma hırsı içinde eli ayağı titreyen, bu yüzden de çalakalem yazılar yazan biri gibi göstermek istiyor.

Bay Safa! Sizin bu öğüdünüzü dinleyip bir ruh doktoruna muayene oldum. Bana “siz ne yapsanız, para kazanma hırsından kurtulamazsınız. Onun için kazanabildiğiniz kadar kazanmanıza bakın! ” dedi.

Ben de durmadan çalakalem yazıp paraları bankalara yatırıyorum. Üç apartman yaptırdım, iki han aldım. Bir de çifliğim var. Yine de bir türlü gözüm doymuyor. Bu günlerde yangın kulesini mi alsam, Kız Kulesini mi alsam diye düşünüp duruyorum.

Bay Safa! Ayıp, ayıp… Bir yazar, bir yazara böyle çatmaz. Son çıkan bir kitabını bir öncekinden kötüyse, bunu belgeler, kanıtlar göstererek yazmak, yermek, eleştirmek, elbette sizin hakkınızdır. Ama bana “para kazanma hırsınızı firenleyiniz” diyebilmeniz için, benim ne kazandığımı bilmeniz gerekir. Siz, demir tüccarı, kâğıt karaborsacısı değilsiniz; bir yazarsınız. Yazıdan ne kazanıldığını, bir yazarın neden çok yazmak zorunda olduğunu çok iyi bilirsiniz. Sanırım sizin yüz kırktan çok kitabınız çıktı. Benim de yirmi altı kitabım çıktı. Demek, ben sizin kazandığınızın beşte, altıda biri kadar kazanmışım. Peki, siz bu kadar parayı ne yapacaksınız?

Bir yazarın kendi özel yaşayışını açıklaması bence ayıptır. Beni zorladığınız için, bu ayıp sizin boynunuza olmak üzere şu kadarcık söyliyeyim ki, ben bir hafta yazı yazmasam, sekizinci günü, benim yedi kişilik evime ekmek girmez, ekmek… Değil az yazmaya, hasta olmaya bile hakkım yok. Siz, bunca yıllık yazar olarak bunları çok iyi bilirsiniz, yine de beni para canlısı bir yazar gösterip küçültmek istersiniz. Ayıp! . .

Bay Safa’nın ikinci öğüdü şudur:

“Yazdığınızdan fazla okuyunuz…”

Bu öyle bir iddiadır ki, hiç kimse bunun karşısına “ben çok okuyorum diye” çıkamaz. Ama Bay Safa böylece, kendisinin çok okuyan bir yazar olduğunu anlatmak ister. Bir yazarın nice okuduğu, baba hindi gibi şişmesinden değil, yazılarından anlaşılır. Bu da Bay Safa’nın yazılarından belli. Fransızca magazin sayfalarına geçmiş bilgi kırıntılarını allayıp pullayıp yutturmaya çalışması onun ne bilgin yazar olduğunu gösterir.

Bay Safa, ben burada bir fıkra yazarıyım, bir hikâyeciyim. Fıkra köşesi, üniversite kürsüsü değildir. Ama iş sizin isteğiniz üzere Sulukuleliler gibi “Sen çok okuyorsun, ben çok çok okuyorum”a ** ben ona da varım ve siz pek yaya kalırsınız.

Üçüncü öğüdü de şu:

“Bir yabancı dili karikatür lejandı sökecek kadar değil, Kapital’i okuyup çok iyi anlayacak kadar öğreniniz.”

Doğru söylüyor Bay Safa. Benim bildiğim yarım yamalak bir İngilizcedir. Ama iş Kapital’i okuyup anlamaya gelince, orda biraz dur, yavaş gel Bay Safa… Kendini, Kapital’i okuyup anlamış bir yazar pozunda gösteriyorsun ki, buna kimseyi inandıramazsın. Sakın böyle bir şey söylemeye kalkma. Hangi yüksek matematik bilginle, hangi iktisat, hangi tarih, hangi sosyoloji bilginle? Bir iki kapital özeti, bir iki el kitabı okuyup da, kendini bana Kapital’i okumuş gibi yutturamazsın.

Hem sana bir şey daha söyliyeyim: Hiç bir yazar ille de Kapital’i okuyacak, okuduktan sonrada anlayacak kadar bilgin olmak zorunda değildir. Ben böyle yazarı Türkiye’de göremiyorum.

Ama siz başka Bay Safa, size sözüm yok. Siz, bir yazınızda “Burda ben dururken, filan hastalığı gidip Tıp Fakültesi profösörlerine sormuşlar” diye yazmamış mıydınız? Hem de bunu ciddi ciddi yazdınız. E pes doğrusu… Bir gazete yazarı ki, tıb biliminde kendisini tıb profösörlerinden üstün sayar, onu hemen yakalayıp gereken işlemi yapmaktan başka çıkar yol yoktur.

Siz bir yazınızda “Hayatımda beni ilk defa maça götürdüler. Sahaya çıkan takımlara bir baktım, eski mücadeleci ruhumla, hangisinin galip geleceğini hemen anladım” diye yazmadınız mı? Ama suç sizin değil, siz bu yazıyı yazdıktan sonra, hâlâ futbol maçlarına devam edenlerin. Ne diye çayırda bir buçuk saat didişir dururlar?

Her klüp, takımını size gösterecek. Siz, kalın camlı gözlüklerinizin altındaki kısık gözlerinizi kırpıştıra kırpıştıra bir o takıma, bir bu takıma bakacaksınız. Sonra hemen, -Bu takım 5-1 galip gelecek. Yalnız, şu santrfor azılı mahutun biri. Gözünden çaktım, onu çıkarın!.. diyeceksiniz.

Bay Safa! Sizin bilmediğiniz ne var? Yok… Maşallah her şeyi biliyorsunuz. Siz harika bir şeysiniz ki adınız yok.

Siz, iki takıma bakar, hangisinin galip geleceğini şıp diye anlarsınız. Doktorlardan tıb profösörlerinden çok tıb bilirsiniz. İktisat profösörleri sizin öğrenciniz olamaz.

Pedagojiden söz açılsa “Şimdiye kadar yazdığım binlerce makale…” diye başlarsınız. Siz bir “ilim kırkayağı”sınız ki, hangi taşı kaldırsak altından çıkarsınız. Bu ne kafa, bu ne zeka, bu ne bilgi? Sizin yeriniz aramızda değil üstad, siz bu yüksek, bu derin, bu yüce bilginize uygun bir yere kaldırmalı.

Bakınız, daha üç gün önceki yazınızda ne buyuruyorsunuz,

“Jeolojiyi karıştırdım, siyasi coğrafyayı alt üst ettim, tarihi araştırdım, etnografyayı didik didik ettim, idraki mıncıkladım.”

Ah Bay Safa ah, sizin tıb profösörlerinden daha iyi bildiğiniz tıb ilminde, bu sözleri söyliyenin bir teşhisi yok mu? Jeolojiyi nasıl karıştırdınız, bir anlatsanıza. Bu kadar çok karıştırmayın! Alt üst ettiğiniz siyasi coğrafya döşek pamuğu mu? Bilginlerin bir ömür verdikleri tarihi, nasıl da araştırmışsınız? Hele etnoğrafyayı didik didik dideklemişsiniz. Hepsini az çok anladım da şu idraki nasıl mıncıkladığınızı bir türlü anlayamadım, sizin ellerinizle mıncık mıncık mıncıklanan zavallı idrak…

Bay Safa! Siz, düpedüz kutsal ve ulusal duyguların yazı alışverişini yapan bir demagogsunuz.

“Ona bir kaç ağabey öğüdü vereceğim” deyip “haddimi bilmemi” salık veriyorsunuz. Ben haddimi bilirim. Ne olur biraz da siz haddinizi bilsenize!..

Şimdi de ben size bir kaç öğüt vereceğim: Haddim olmayarak değil, haddim olarak.

Bay Safa, elinizden gelirse, bir kaç gün için kimseye çamur atmayın, doğru olun, kendi kendinizle didişmeyin, kıskaçlıktan, çekememezlikten vaz geçin! … Göreceksiniz ki çok rahat edeceksiniz.

Bundan sonra çurçurlarını paçama saldırtacak olan Bay Safa’ya sözüm burda bitiyor. Bu da ona yeter, çok bile…

Uşak Kalem

Peyami Safa, beni suçlayan yazısının 6ncı maddesinde şöyle diyor: “Bu habis, ‘Başdan’ kapanınca, başka birine ‘Yeni Başdan’ adı altında bir imtiyaz aldırmış ve bu yeni propaganda gazetesinin ikinci sayısının dördüncü sayfasında ‘Başdan ve Yeni Başdan’ serlevhası altında ‘Bıraktığımız yerden başlıyoruz’ ikinci serlevhasıyla bu gazeteyi de kendisinin çıkardığını imzasiyle ilan etmiştir.”

Bir gazetenin sahibi ve yazı işleri müdürü, gazetenin üstünde bu sanla adı yazılı olan kişidir. Ben gazetenin sahibi olsaydım, kendi adımı koyardım. Bundan çekinseydim, o dergide yazdığım yazılara da imzamı atmazdım. Bir derginin herhangi bir düşüncesini benimsiyerek yazı yazmak, o gazetenin sahibi olmak değildir. Milliyet Gazetesinin sahibi Ercüment Karacan’dır. Ama zaman zaman bu gazetenin yazarları, Abdi İpekçi, Peyami Safa ve öbürleri, gazetelerinin herhangi bir tutumunu benimseyerek yazı yazarlar. Böyle yapıyorlar diye, o gazetenin sahibi, sorumlusu olmazlar. Kendi imzamla “Bıraktığımız yerden başlıyoruz” diye yazmam, ne gazetenin sahibi, ne de sorumlusu olduğumu gösterir. Böyle olsaydı, çekinir, o yazıyı da imzasız yazardım.

Ben, Peyami Safa gibi yazılarımın altına imzamı atmaktan çekinmem. Gerektiği zaman, imzasız bir yazımı “Ben yazdım” diye ortaya çıkarım. “Ben yazdım” diyemeyeceğim yazıyı da yazmam. Ama Peyami Safa, her okuyanın yüzünü kızartan iftira dolu, altına adını koyamadığı yazılar çok yazmıştır. Bir örnek vereyim. Peyami Safa, Ulus’tan çıkıp işsiz kaldığı günlerde, Yeni Sabah Gazetesi ile Vatan Gazetesi arasında bir tartışma vardı. Bu tartışma ilkin bir düşün planında yürürken bizde çoğu zaman olduğu gibi iş dedikoduya, “sensin, benim”e döküldü. Her işin ehli vardır. Bu işin ehli de Peyami Safa… İftirada, çamur atmakta esas tartışma konusunu bırakıp dedikodu yapmakta Peyami Safa’nın üstüne kim var? Hemen Peyami’yi buldular. Pazarlık başladı. Peyami Safa, Ahmet Emin Yalman aleyhindeki, elinde bulunan vesikaları (!) dokuz bin liraya satacaktı. Bin lira da bunları yazmak için alacaktı. On bin liraya pazarlıkta uyuştular. Böylece Peyami Safa, imzasını atmadan Yeni Sabah gazetesinde Ahmet Emin için okuyanların yüzünü kızartan seri yazılar yazdı. Hiçbir “meslek haysiyeti”, “insanlık haysiyeti” tanımadan yazılan bu yazılar, yalnız okuyanların değil, Türk basın tarihinin de yüzünü kızartır. Günün birinde Türk basını incelendiği zaman, Peyami’nin imzasız çıkan o yazıları, basın tarihimizde “büyük bir rezalet” diye yer alacaktır. Bu imzasız rezaletin kahramanı da, önüne gelene ahlak dersi vermeye, haddini bildirmeye kalkan Peyami Safa’dır.

Neden o yazılarının altına Peyami Safa imzasını atmamış, atamamıştır? Utanmış mıdır? Hiç sanmıyorum. Gazeteler, bu türlü satılık, uşak kalemleri zaman zaman kiralayarak şuna buna saldırtsalar da, bu çirkin işleri yapanın adiyle sayfalarını sürekli olarak kirletmek istemezler.

Peyami Safa o yazıları bugün bile “Ben yazdım” diye ortaya çıkabilir mi? Bunlar o türlü iğrenç yazılardır ki, yazanı utandırmasa bile, onun soyundan gelen, gelecek olan bütün kişileri utandırır.

On bin liraya kalemini satıp, bir başka yazarın haysiyetini ayaklar altına almaya, ona çamur atmaya, çocukluğundan başlayıp ev hayatının en gizli yönlerine kadar dedikoduları yazmaya ne denir? Ben söyliyeyim: Buna kalem uşaklığı denir.

Geçim sıkıntısının ne olduğunu Peyami’den çok iyi biliriz. Hiçbir sıkıntı, kalem namusunu lekelemeye değmez. Şimdi böyle bir Peyami, benim de kalem uşaklığı ettiğim tek satırımı bulup gösterebilir mi? Benim, kalemim, başkalarının değil, yurduma yararlı olduğuna inandığım kendi düşüncemin emrindedir.

Ben Yeni Başdan dergisinde “Bıraktığımız yerden başlıyoruz” diye yazmışım. Yazdım, altına da imzamı attım. Şöyle yada böyle, imzamı atmadığım yazılar varsa, onların benim yazım olduğunu her zaman, hem de övünerek söyleyebilirim.

Yeni Başdan dergisinin herhangi bir düşüncesini benimseyerek imzamla yazdığım yazı, o derginin sahibi olduğum demek değildir. Peyami Safa, Yeni Sabaah’da, altına imzasını atmadığı yazılar, başyazılar yazdı diye, Yeni Sabah’ın sahibi mi sayılıyor?

Dinleyelim Peyami Safa’yı:

“Yeni Başdan gazetesinin 27-1 sayısında Karl Marx’ın kocaman bir resmi ve Kapital’in Türkçeye çevrilip gazetede yayınlanacağını müjdeliyen çerçeveli bir ilan birinci sayfayı kaplamaktadır. Gazetede “İşçilerin kalbinde bir ayaklanma hissi, mukavemet duygusu uyandırmak için, çıktığı ilan etmiştir.” **

Peyami Safa, çok küçük kurnazlıklara kadar düşüyor. Çünkü onun için “hak” yok, her yola başvurup, nasıl olursa olsun “haklı”çıkmak vardır. Önce beni Yeni Başdan’ın sahibi gösterip, sonra da o derginin bütün sorumluluğunu bana yüklemek istiyor! Ben o derginin sorumlusu değilim. Karl Marx’ın kocaman bir resmi varmış. Bundan ne çıkar? Resimlerden mi korkuyoruz? Hiç bir makam, hiçbir mahkeme de Karl Marx’ın resmi basılmış diye o derginin sorumlularını sorguya çekmemiştir.

Peyami, tırnak içine bir cümle almış, o sözü ben yazmışım

(Devamı 5 inci sayfada)

Not: Yazının devamını dosyada bulamıyorum. Dilek

Bir Sahtecilik

Sayın okurlarım, şimdi sizlere Peyami Safa’nın nasıl bir sahteci olduğunu “delil ve vesika” ile ispat edeceğim. Ama benim “delil ve vesika”larım, onunkiler gibi uydurma değil. Bu öyle bir sahteciliktir ki, sahte para basan kalpazanlar bile bu türlüsünü yapamamışlardır.

Saldırgan yazısının 7nci maddesinde şöyle diyor:

“Bu habis, iddia ettiği gibi, bir arkadaşının yazısını üstüne aldığından dolayı değil ‘Yeni Başdan’ gazetesinin 1-4 sayılarında komünist propagandası yaptığı için 16 aya mahkûm olmuştur.”

Bu yazısından sanırsınız ki, Peyami Safa bu iddiasını ispat edecek. Bakalım, nasıl ispat ediyor:

“İstanbul Üniversitesi Ceza Hukuku ve Ceza Usül Hukuku Doçenti Dr. Tarık Z. Tunaya’dan mürekkep bir bilirkişi heyeti bu gazetenin komünist propagandası yaptığı neticesine varmıştır.”

Görüyorsunuz ki Peyami Safa, ne sahibi, ne de neşriyat müdürü olduğum bir derginin bütün sorumluluğunu bana yükleyip, sonra da bu dergi için verilmiş bilirkişi raporunu, benim için verilmiş gibi gösteriyor. Sahteciliği bununla da kalmıyor. Yazısının arasına “Bilirkişi Raporu” diye bir başlık koyuyor, bundan sonra da, değişik puntolu harflerle, bilirkişi raporundan bir parçayı alıyor. Bu başlık altında, değişik puntolu harflerle yazılan bölümü okurlar, bilirkişi raporu sanarak okuyorlar. Hayır, değil. Peyami Safa, bilirkişi raporu diye kendi düşüncesini, raporda olmayan şeyleri yazmış. Bu, ne küçük, ne iğrenç kurnazlıktır. Bu, sahtecilik değil de nedir? Peyami Safa okurlarını kandırıp da ne kazanacak? Yalanı yüzüne vurulmayacak mı?

“Bilirkişi Raporu” başlığı altında şunları yazmış:

“Rapor Aziz Nesin’in çıkardığı ‘Yeni Başdan’ gazetesinin dört sayısındaki propaganda yazılarını tahlil ettikten sonra, bu gazetede…”

Yalan söylüyor, uyduruyor. Raporda bu sözler yoktur. Bilirkişi raporunun hiçbir yerinde “Aziz Nesin’in çıkardığı ‘Yeni Başdan’ gazetesi” diye bir söz yoktur. Olamaz da. Çünkü o gazeteyi ben çıkarmadım. Ben o gazeteye yazı yazdım. Yazdığım yazılardan ötürü de, ne sorguya çekildim, ne mahkûm oldum. Benim mahkûm olduğum yazı, Fransızca bir kitaptan çevidir. Kaçtır söylüyorum, ben Fransızca bilmem. Bilmediğim dilden nasıl çeviri yapabilirim? O kitap da benim bildiğim İngilizceye çevrilmemiştir. Bunu daha başka nasıl anlatayım?

Ben şimdiye dek birçok dergiler çıkardım. Bunların hesabını vermekte alnım açıktır. Ne bir kimseden, ne bir partiden, ne hükümetten para aldım. Ama Peyami Safa, çıkardığı Türk Düşüncesi dergisinin sermayesini nerden, nasıl aldığını açıkça söylebilir mi? O söyleyemezse, ben söyleyeyim. Hükümetten almıştır. Türk Düşüncesi dergisi, hükümetten alınan parayla, bundan başka, daha çıkmadan bankaları, resmi yerleri abone yapılan paralarla çıkmıştır. Hükümetten alınan parayla dergi çıkarmak ayıp mı? Elbette ayıp… Haydi bakalım, siz bir dergi çıkarın da hükümetten para alın, ayrıca, daha dergi çıkmadan abone paralarını toplayın. Olur mu böyle şey? Hükümetin verdiği parayla çıkan dergide bir düşün bağımsızlığı, özgürlüğü olabilir mi? İktidar partileri elbette para verirler. Bu bir politika işidir. Ama o parayla nasıl bir dergi çıkarılır? Bir yandan hükümetten para al, o parayla dergi çıkar, sonra da bir gazetede üst perdeden yazılar yaz, daha sonra da ona buna ahlak dersi ver. Oooh, ne güzel iş… Böyle bir yazarın sözlerine inanabilir misiniz?

Vah Türk düşüncesi vah… Düşünce, Peyami Safa’nın eline düşünce, bakınız ne hale geliyor.

Şimdi gelelim, şu keçi hikayesine. Peyami Safa 9uncu madde olarak, benim için şunları yazıyor:

“Bu habis, Harp Okulunu bitirip ordumuza katıldıktan sonra, askeri birliğine ait keçileri satarak parasını cebine attığı için ve ayrıca Çankırı Vilayetinin Çerkeş kazasında subay olarak bulunduğu sırada vuku bulan büyük zelzelede enkaz altından çıkan eşyayı zimmetine geçirerek çapulculuk ettiği için subaylıktan terk’e ve hapse mahkûm edildiğini milliyetçi gazete ve dergiler (Toprak, Ocak… ) neşir ve ilan ettikleri halde, gık diyememiş, hiçbirine cevap verememiştir.”

Gık diyememişim, hiçbirine cevap verememişim. Yok, ne yapacaktım, bunlara cevap mı verecektim? Onların istediği de bu. Böylelerine cevap vermem. Peyami Safa’ya cevap veriyorsam, Peyami Safa olduğu için değil, Milliyet gazetesinde yazdığı için cevap veriyorum. Onun saygı duymadığı Milliyet okurlarına benim saygım var da ondan. Neden mi cevap vermedim? Söyleyeyim:

1- O iki dergi, kendilerine cevap vermemi, dava etmemi bekliyorlardı. Gürültü patırdı çıkarmak işlerine geliyordu. Böylece dergilerini satabileceklerini bekliyorlardı. Doğru yoldan, bir işin çilesini çekerek üne kavuşulduğu gibi, onların yoluyla da üne kavuşulabilir. Onlar da bunu bekliyorlardı. Cevap verip de ekmeklerine yağ sürmedim. Hem cevap versem ne olacaktı? Peyami Safa yine de bunları yazmayacak mıydı?

2- Bu iki dergi, benim için yazdıkları bilgiyi nerden almışlardı? Söyliyeyim. Hiçbir sırrın dışarı sızmaması gereken bir devlet dairesinden. Burası çok önemlidir. Çok gizli bir devlet dairesinde, bana ait bir dosyadan istedikleri yazıyı okumuşlar, sonra da bunu değiştirip aleyhime kullanmışlardır. Nasıl mı almışlardır? Bunun cevabını verecek olan ben değilim. Kendilerine sorulsun, nerden alıp, nasıl öğrendiklerini söylesinler.

Görüyorsunuz ki cevap versem, dava açsam işler ne kadar karışacaktı. Benim dosyamın açıklanması önemli değilse, bu yolla o resmi daireden çok daha başka önemli sayılan sırların da dışarı çıkabileceği düşünülmelidir. Şu kadarını açıklayayım. O yazıyı yazanın babası, dosyaların çok gizli tutulması gereken dairede memurdur.

3- Neden mi cevap vermedim? Kime cevap verecektim? Kendilerine Milliyetçi Dergi adını verip, bu perde altında hükümetten aldıkları kâğıdı karaborsada satanlara mı? Kâğıt karaborsacılarına mı cevap verecektim? İşte açıkça kâğıt karaborsacısı olduklarını söylüyorum. Ben onları mahkemeye vermedim. İspat hakkı tanıyarak, onlar beni mahkemeye versinler, kâğıt borsacısı olduklarını hemen ispat edeyim.

Görüyorsunuz ki Peyami Safa, beni küçük düşürmek için, hiç de kendisinden ayırdı olmayanların yardımına el açmıştır.

Peyami Safa “askeri birliğe ait keçileri” sattığımı söylüyor. Siz hiç “askeri birliğe ait keçi” duydunuz mu? Peyami Safa söyler… Çünkü Peyami Safa, Ordu’nun ne olduğunu bilmez ki. Onun ordu diye bütün bilgisi, geçitresmi törenlerinin gazetelerde basılan fotoğraflarıdır.

Peyami bu gün 60 yaşındadır, bu yaşına kadar 60 dakika askerlik yapmamıştır. Bir zamanlar Ahmet Haşim’e de, bir tartışmada onunla baş edemeyince “Sen Türk değilsin, Arap’sın!” diye çamur atmıştı. Bu Peyami kime çamur atmadı ki… Büyük Türk şairi Haşim’in, büyük Cingöz Recai romanları yazarı Peyami’ye yazılı cevabı şöyledir: “Evet ben Arab’ım. Ama Çanakkale Harbine giden benim. Sen ne yaptın?”

Ne yapacak, Meyhane köşelerinde içip ona buna çamur attı.

Bir gün, bir saat bile askerlik yapmayıp ona buna ahlak dersi, yurtseverlik dersi vermek ne güzel şey!..

Peyami Safa, Türk ulusu yediden yetmişe Kurtuluş Şavaşı’na katıldığı zaman tam 23 yaşındaydı. Yazılarında kendisini pek dinamik bir adam olarak tanıtan Peyami Safa’nın 23 yaşındayken her halde kanı kaynıyordu. İşte bu 23 yaşındaki Peyami, 23 saniye bile askerlik yapmamıştır. Hem de ne zaman? İstiklal Savaşını kazanmak için, kucaklarında yavruları emzikli anaların omuzlarında cepheye mermi, ak sakallı ihtiyarların cephane taşıdığı, çocukların habercilik ettiği, çocuk yaşta delikanlıların gönüllü olarak silaha sarıldığı, gelinlerin ateşe koştuğu, kötürümlerin bile yurt yararına bir iş gördüğü sırada, Peyami askerlik yapmadı. Neden? Zavallıcık sakattı da ondan… Gönüllü yazılamaz mıydı, geri hizmette çalışamaz mıydı, istihbaratta iş alamaz mıydı? Yazıcılık da mı yapamazdı? Onu da kendisine sorun. Sakat Peyami Safa, onunla bununla didişmekte, dalaşmakta, iş çamur atmaya geldi mi hiç sakat değil. 200 cilt kitap yazmış, sakat değil.

23 yaşındaki genç yazar Peyami Safa, yoksa kalemiyle Kurtuluş Savaşımızı mı desteklemiştir? Çıkarsın da yazdıklarını görelim. Ama bu sakat Peyami, yurduna çoook büyük, çook yararlı işler yapmıştır. Ne mi yapmış? Server Bedi takma adıyla Cingöz Recai romanları yazmıştır.

İkinci Dünya Savaşında Türkiye, demokrasiler cephesinde yer almışken, Peyami ne yapmıştır? O zamanki yazılarını hatırlamayanlar var mı?

Peyami Safa! Ben, İkinci Dünya Savaşı sırasında üç yıl çadır altında yatarak Trakya sınırında, üç yıl da doğu sınırında Kars Kalesi’nde askerlik yaptım. Askerliğimi nasıl yaptığımı komutanlarım, arkadaşlarım bilir; sicilimde de yazılıdır. Benim bu yaptığım kahramanlık değil, o yaşta her Türk’ün yaptığı gibi vazifemdi. Ama ben sınır boylarında kendi küçük rütbem içinde yurt savunmasındaki yerimi aldığım zaman sen ne yapıyordun? Söyliyeyim mi ne yaptığını? Hitler’in, Musollini’nin kandırılmış zavallı faşist sürüleri, aç kurtlar gibi bizim de içinde bulunduğumuz demokrasi cephesine saldırırken, dünyayı kana bularken, milyonların canına kıyarken, sen onlara destanlar yazıyor, övgüler düzüyordun. O zamanki yazılarını çıkarayım mı birer birer ortaya? Başka ülkelerde senin fikir arkadaşların Nüremberg Mahkemesinde bütün Birleşmiş Milletler’e hesap verdiler. Sen paçanı kurtardınsa bunu, Türkiye’nin savaşa girmemiş olmasına borçlusun.

Bir tek kelime Almanca bilmediğin halde, savaş yılları boyunca her gün radyodan büyük bir vecd içinde Hitler’in nutkunu dinlediğini, bir gün de Hitler’in azgın naralarında çoşup, birden fırlayarak.

– Kahahayy! diye iki elini havaya kaldırdığını, sonra yüzü koyun yere kapaklanıp, sar’a nöbetleri içinde titreyerek, ağzın köpürerek çırpındığını, sonra da donup kaldığını, Cumhuriyet gazetesinde görenler, bilenler var.

“Ordu” mu dedin? Dur bakalım, sen bu sözü ağzına almamalısın.

Peyami Safa! Sen sayı ile kendine gel, *ben sana, kendimi değil, gölgemi bile çiğnetmem. Şunu da iyi bil ki, bu sefer kafan sert kayaya çarptı.

“Delil, Vesika”

Dün, okurlarını nasıl dolandırdığını, daha doğrusu dolandırmaya çalıştığını açıkladığım Peyami Safa şöyle diyor:

“Ben hiçbir yazımda, komünist olduğuna dair elimde deliller ve vesikalar bulunmayan hiç kimse için ‘Mahuddur’ hükmünü vermedim.”

Peyami Safa, o yazısının her satırında olduğu gibi, bu sözleriyle de yalan söylüyor.

Önce şunu anlayalım, “elimde deliller ve vesikalar bulunmayan hiç kimse için,” ne demek? Bu Peyami Safa yazar mıdır, siyasi polisin arşiv memuru mudur? Yoksa siyasi polisle ortak mı çalışıyor?

Bir yazar için “delil ve vesika” demek, onun yazdığı yazılar demektir. Peyami Safa namuslu bir adamsa, işte kendisine meydan okuyorum: Ben onsekiz yılda, onun 40 yılda yazdıklarından daha çok yazı yazdım. Onda olmayan yazılarımı da, ben kendisine vereceğim. Bunca yazımın içinden, bir tek satır “komünizm propagandası” bulsun da çıkarsın ortaya.

“Delil” ile “vesika” ile işte böyle konuşulur. Ama ben Peyami’nin faşist olduğunu, Nazi uşağı olduğunu, demokrasi düşmanı olduğunu kendi yazılarıyla ortaya kor, ispat ederim. İster mi bunu yapmamı Peyami Safa? Cevap versin, ister mi?

“Elinde delil, vesika” olmayanlar için “komünist” demezmiş. Yalan söylüyor. Yalnız böyle yazmakla kalmaz konuşur da… Onun bu iddiasını çürütecek en azından elli örnek verebilirim. Bir örnek versem, Peyami’nin nasıl bir yaratık olduğunu anlarsınız.

Peyami, Ulus’tan çıkarılmıştır. İşsizdir, parasızdır. Bütün bunlar, her zaman, her yazarın başına gelebilir. Peyami bu sıra öyle sıkıntıdadır ki, evinin kirasını bile verememektedir.

Sonradan hepsinin Peyami ile selamı bile kestikleri birkaç arkadaşı, hükümet adamlarından Peyami’ye yardım etmelerini rica etmişlerdir. Ama Peyami’yi zamanın hükümeti de anlamıştır, onu tutmuyordur. Para yardımlarında bulunmuşlardır ama, bunlar hep geçicidir.

İşte bu sıralarda Yeni İstanbul gazetesinin sahibi sayın Habib Edib Törehan, Fikret Adil’den tanınmış bir yazardan gazeteye bir roman bulmasını rica etmiştir. Fikret Adil de her iyi yürekli insan gibi davranarak, o sıra işsiz olan Peyami’yi Yeni Istanbul’a getirerek Habib Edib Törehan’a tanıştırmıştır. Böylece Peyami’nin tefrikası Yeni Istanbul’da yayınlanmaya başlamıştır.

Böyle bir arkadaşlık, iyilik karşısında Peyami’ye düşen nedir? Teşekkür etmek, hiç olmazsa susmak değil mi? Hayır, Peyami’nin sözlüğünde böyle bir şey yoktur. Habib Edib Törehan’a gidip, Fikret Adil’in komünist olduğunu, gazetede çalıştırmasının doğru olmadığını söylemiştir.

Sayın Törehan’ın cevabı şudur:

– Rica ederim Beyfendi. Sizi bana tanıtan, romanınızı tavsiye eden Fikret Adil’dir. Onun için nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsunuz?..

Peyami, böylece kovulduğu Yeni Istanbul’a bir daha gidememiştir. Fikret Adil, hâlâ o gazetenin yazarıdır.

Şimdi kendi kendimize soralım: “Peyami’nin şu davranışı insanlığa sığar mı?”

Bunun cevabınıda Peyami versin.

Bir kimsenin komünist olduğunu polis bilmez, savcı bilmez, mahkemeler bilmez, hatta o kimsenin kendisi de bilmez, ama bunu Peyami bilir.

Elinde delil vesika olmayanlara “mahud” demezmiş. İsterse Peyami, daha böyle, iftiralarına en az elli örnek gösterebilirim. Ben Peyami gibi havadan konuşmuyorum; yeri ile, zamanı ile, tanıkları ile…

Hepsi Yalan

Peyami Safa şöyle diyor:

Aziz Nesin’in yalan dolanlarını ve mahiyetini şu delil ve vesikalarla ortaya koyuyorum:

Şimdi okurlar “benim mahiyetimi ortaya koyacak delil ve vesika” bekliyor Peyami’den değil mi? İşte “delil ve vesika”sının ilki:

“Bu habis, Nazım Hikmet’ten sonra Moskova’ya kaçan Sertel’lerin gazetelerinde uzun zaman günlük siyasi yazılar yazmıştır.”

İşte benim için bulduğu ilk “delil” budur. Önce, Sertel’ler Moskova’ya kaçmadılar. Pasaport alıp Avrupa’ya gittiler. Peyami, herzamanki gibi yalan söylüyor.

Şimdi de ben Peyami’ye soruyorum:

“Peyami, “Moskova’ya kaçtılar” diye yalan söylediğin Sertel’lerin gazetesinde, onların dergilerinde sen yazı yazmadın mı? ”

Benim için Sertel’lerin gazetelerinde “uzun zaman günlük siyasi yazılar yazmıştır” diyor. Hayır uzun zaman değil Peyami’nin, Sertel’lerin gazetelerinde, dergilerinde yazdığı zamanın dörtte biri kadar, yalnız beş ay. .

“Sertel’lerin gazetelerinde” diyor. Hayır, “gazetelerinde” değil, bir tek gazetesinde; TAN’da… Sertel’lerin birçok gazetelerinde, dergilerinde yazan Peyami’dir.

Şimdi bu gazetede yazdığım gibi, Sertel’lerin gazetesinde de fıkralar yazdım. Hem Sertel’lerin gazetesinde yazı yazmak suç mudur? Yazdımsa ne olacak? Sertel’lerin gazetesinde yalnız ben yazmadım ya… Peyami’nin kapı yoldaşı Ulunay yazdı, Refik Halit yazdı, Burhan Felek yazdı, Turhan Tan yazdı, Ömer Rıza yazdı, herkes yazdı.

Sen ne demek istiyorsun Peyami? Bir yazar, yazdığı yerden değil, yalnızca yazdığı yazılardan sorumludur. Ozamanki yazdığım yazılarımı karıştır bakalım, işine yarar bir şey bulabilecek misin? Ben, her zaman yazdığım yazıların sorumluluğunu şerefle taşımaya hazırım. Sen de faşizm propagandası yaptın, demokrasi düşmanlığı ettiğin eski yazılarından bugün şeref duyuyor musun?

Sana bir şey daha söyliyeyim. Sertel’lerin bir suçları varsa, hesabını kendileri versinler. Ama ben Sertel’lerden hiç bir kötülük görmedim, tersine iyilik gördüm. Babıâli’de benim elime kalemi rahmetli Sedat Simavi verdi, sonra da Sertel beni gazeteciliğe başlattı. Ben, senin gibi nankör değilim. Her ikisini de, bana iyilik yapan herkesi de saygı ile anarım.

Sonra ben yalnız Tan gazetesinde yazmadım ki… Milliyet de içinde, birçok gazetelere adımla, değişik adla türlü yazılar yazdım.

Peyami Safa, yüzüne vurduğum yalanlarla utanacağını hiç sanmıyorum. Ama seni yine de bir değer sanan okurlar varsa, onlara gerçeği anlatmaya çalışıyorum.

Kaç Türlü Peyami Var?

Peyami Safa aklınca beni şöyle suçluyor:

“Bu habis, Bulgaristan’a kaçarken vurulan Sabahattin Ali ile ortak olarak ‘Marko Paşa’ adındaki komünist mizah gazetesini çıkarmıştır. Bu gazete birkaç kere toplatılmış ve nihayet kapatılmıştır.”

Peyami, oturup kalkıp, tek ayak üstünde seksen yalan söylüyor. Marko Paşa komünist mizah gazetesi değildi. Marko Paşa için bir çok davalar açıldı. Ama hiçbir dava, hiçbir soruşturma, hiçbir kovuşturma komünizm propagandasından olmadı.

Marko Paşa çıktığı zaman, Türkiye’de en çok satan gazete 40 bin satabiliyordu. Yalnız bir gün, o da seçimlerde Vatan Gazetesi 50 bin satmış, herkesi şaşıtmıştı. İşte böyle bir zamanda Marko Paşa 70 bin satmaktaydı. Bunu, herkes bilir. Zamanın hükümeti, Marko Paşa’nın satılmaması için her türlü kanun dışı baskıyı yapıyor, taşraya göndertmiyor, taşra bayilerini karakola çağırtıp “Satmayacaksınız!” diyor, Istanbul’da gazete satıcısı çocukları Emniyet Müdürlüğüne toplattırıp korkutuyor, matbaalara sivil polisler gönderip “Bu dergiyi basmayacaksınız!” dedirtiyordu. Eğer, bu kanun dışı baskılar olmasaydı, Marko Paşa o zaman 200 bin satabilirdi. Fiyatı 10 kuruş olan Marko Paşa, bir liraya satılıyor, elden ele dolaşıyordu.

Şimdi Peyami Safa’ya soruyorum: Marko Paşa, komünist mizah gazetesiydi de, komünizm propagandası yapıyordu da, onun için mi, 70 bin satıyor, yüzbinlerce kişi okuyordu? Cevap veriniz. Demek, sizin yargınıza göre, Türkiye’de komünizme susamış aman bir gazete komünizm propagandası yapsın diye bekleyen yüzlerce kişi vardır… Öyle mi Peyami Safa?

Marko Paşa’ya o zamanın hükümeti neden baskı yapıyordu? Bunu bilmeyecek ne var? Marko Paşa koleksiyonlarını her bakan bunu kolayca anlayabilir. Çünkü Marko Paşa, tek parti rejimine karşı en şiddetli savaşan gazeteydi. Bunu mizah yoluyla yaptığımız için de, gazetede yazdığımız demokratik düşünceler halk arasına kolayca yayılıyor, genişliyordu. Hükümet bunu önlemek istiyordu.

Marko Paşa, komünist mizah dergisiydi de, neden bir kere bile Marko Paşa’ya bu suçtan kovuşturma açılmadı?

Türk basınının tek parti rejimini devirmekte bir rolü olmuşsa, bu işin en başında Marko Paşa’nın payı vardır.

O Marko Paşa yüzünden benim uğramadığım zulüm, işkence, kanunsuzluk kalmadı. Peyami gibiler adımı “vatan haini”ne kadar çıkardılar. Hapislerde yattım, sürgünlere gittim, aç kaldım, evim ocağım yıkıldı, çoluğum çocuğum dağıldı. Ben bütün bunlara yurduma demokrasinin gelmesi, halkımın demokratik haklara kavuşabilmesi için katlandım. Kendi gücümce, tek parti rejimiyle savaştım.

O zamanki rejimi, bugünkü C.H.P.’liler de beğenmiyorlar. Ve bugün muhalefet her ne istiyorsa, biz onları o zaman istemiştik, yazmıştık. Bütün suçumuz buydu.

Peki Peyami Safa, siz o sırada ne yapıyordunuz? Ne yaptığınızı söyliyeyim. Siz o zaman, tek parti rejiminin kalemşorlarındandınız, Hitler’e, faşizme övgüler düzüyordunuz, demokrasi ve hüriyet için savaşanlara çamur atıyordunuz. Siz Marko Paşa’dan benim yazılarımı çıkarın, ben de sizin o zamanki yazılarınızı çıkarayım; ister misiniz?

Ama ne oldu Peyami Safa, zaman doğrulardan çıkıyor. O zamanın C.H.P. iktidarı herhalde bugün, bana yaptıklarından memnun değildir. Bir şeyden daha memnun değildir; sizin gibi kalemşorları o zaman kendini savunmak için kullanmış olmasından…

Peyami Safa, Marko Paşa, benim hayatımın en şerefli, en övünçlü dönemidir. Çamur atarak, doğru insanları yıldırabileceğini sanma!

Gelelim, Sabahattin Ali’ye. Marko Paşa’yı Sabahattin’le çıkardık. Bütün Marko Paşa’larda Sabahattin’in hepsi de imzalı on dört başyazısı vardır. Onlardan başka da tek satırı yoktur.

Evet, Sabahattin benim arkadaşımdı… Peki ama bundan ne çıkar? Herkes de bilir ki, Sabahattin Ali çevresi çok geniş bir insandı. Onun pek çok dostları, arkadaşları vardı.

İktidar ve muhalefet ileri gelenlerinin, gazetecilerin, sanatçıların pek çoğu onun yakın arkadaşıydılar. Sabahattin Ali, Bulgaristan’a kaçarken vuruldu diye onun bütün arkadaşları suçlu mu sayılırlar? Ama ben, Türk hikâyeciliğinin büyük tepelerinden biri olan Sabahattin Ali ile bir zamanlar arkadaşım diye bügün hiç de yüksünmüyorum.

Sabahattin Ali ile arkadaşlık suçsa Nâzım Hikmet’le arkadaşlık da suçtur. Ben, on yıl önce Sabahattin’le arkadaştım, Peyami de yirmi yıl önce Nâzım Hikmet’le arkadaştı. Ne çıkar bundan? Peyami’ye göre benim aleyhime olan aradaki on yıl fark mı?

Önüne gelene çamur atan Peyami’ye karşı bir çokları (Sen de “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanını Nâzım Hikmet’e ithaf etmiştin…) derler. Gerçekten de Peyami, tek güzel romanı olan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu ilk sayfasındaki yazısıyla Nâzım Hikmet’e ithaf etmiştir. Bunu bilirler, söylerler de, çok kişi neden Peyami’nin bu ithafı yaptığını bilmez. Anlatayım:

Peyami Safa’nın kokain içmeyi deneyip de, doğru dürüst kokainman olmayı bile beceremediği yıllar, bir gece Degüstasyon’da içilir. Sonra Nâzım Hikmet’le Peyami bir arkadaşlaarının evlerine giderler. Orada Peyami, kolunun nasıl sakat kaldığını anlatır. Bu olaydan büyük üzüntü duyan Nâzım, Peyami’ye:

– Nedir yazdığın saçma sapan şeyler… Niçin bu anlattıklarını bir roman yapmıyorsun? Cingöz Recai’leri bırak da bunu yaz! der.

O günden sonra da bu romanı yazması için Peyami’yi destekler, zorlar. Böylece “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” ortaya çıkar. Peyami de Nâzım Hikmet’e duyduğu minneti, romanı ona ithaf ederek ödemeye çalışır.

Nâzım Hikmet, Moskova’dan döndükten sonra, Aley Köşkünde onu kürsüye çıkarıp:

– Gelmiş geçmiş Türk şairlerinin en büyüğü! diye halka tanıtan Peyami’dir.

O zamanlar, Nâzım Hikmet’in şiirlerini, herkesten hatta Nâzım’dan bile güzel okuduğunu söyleyerek övündüğünü, her yerde Nâzım’ın “Bahr-ı Hazer”, “Salkımsöğüt” şiirlerini okuduğunu, çok kişi bilir. İsterse tanıklar da gösteririm.

Peyami’nin o yllarını bilenler, hangi düşüncede olduğunu da çok iyi bilirler. Amaaa sonradan neden “komünist düşmanı” görünmek zorunda kaldığını çok kişi bilmez.

O sıralarda Sovyetlerle aramızda kültür alışverişi vardır. Rusya’dan ressamlar, yazarlar, müzisyenler gelmektedir. Rus kültür kurulu, Halkevi aracılığıyla, Halkevi’nin seçeceği yazarları Rusya’ya çağırır. Halkevi de iki Türk yazarını seçer; Yakup Kadri ile Suat Derviş… Oysa Peyami de Rusya’ya gitmek istiyordur. Önce Nâzım’a başvurur. Nâzım “Bu benim elimde olan iş değil. Beni de çağırmadılar” der. Peyami Rus Kültür Kuruluna, Tass Ajansı’na, Sovyetler Konsolosluğuna başvurur. Cevap şudur: “Buyrun, gelin. Ama yazarların listesini Halkevi yaptı.”

İşte o güne kadar komünizm aleyhine bir tek kelime yazmamış olan Peyami, o günden sonra birden komünist düşmanı kesilmiş, bununla da yetinmemiş çevresinde herkesi komünist görmeye başlamıştır.

Şimdi siz, Peyami o zaman Rusya’ya çağrılanlar arasında olsaydı, bugün nasıl bir Peyami görecektiniz diye merak etmiyor mussunuz?

Peyami Safa’nın Rengi

Peyami Safa benim aleyhime “vesika, delil” diye bir de şunu yazıyor:

“Bu habis, Sertel’lerin halk tarafından yıkılan ve hükümetçe kapatılan ‘Görüşler’ adındaki komünist dergisinde, kapatılan ‘Ses’ dergisinde, kapatılan komünist ‘Gün’ ve ‘Zincirli Hürriyet’ dergilerinde yazılar yazmıştır.”

Yazdım elbet. Bütün bunlar herkesin gözü önünde geçen, herkesin bildiği gerçeklerdir. Ne o dergilerde yazan yalnız bendim, ne de ben yalnız o dergilerde yazdım. Daha başka birçok dergilerde gazetelerde yazdım. Önemli olan benim şurada burada yazdığım değil, ne yazdığımdır.

Görüşler dergisi 1 Aralık 945’te bir sayı çıktı. O zaman DP’nin yeni kuruluş günleriydi. Derginin kapağında Sayın Celal Bayar’ın, Sayın Menderes’in, Sayın Koraltan ve Sayın Tevfik Rüştü Aras’ın da resimleri vardır. Ve derginin gelecek sayılarında yazı yazacakları bildiriliyordu.

Yine Peyami’yi dinliyelim:

“Bu habis, bahsettiği 16 ay mahkûmiyetinden evvel, komünist faliyetlerinden dolayı Bursa’ya sürgün edilmiştir.”

Peyami Safa yine yalan söylüyor. Ben Bursa’ya “komünist faliyetlerimden dolayı” sürgün edilmedim. Çünkü benim hiçbir zaman “komünist faliyetlerim” olmadı. Neden Bursa’ya sürgün edildiğimi “Bir Sürgünün Hatıraları” adlı kitabımın sonunda açık açık yazdım. Burada sözü daha çok uzatmıyorum. Askeri mahkemede 10 ay hapise 4 ay sürgüne mahkûm olmuştum. Kısaca yazayım. 946 yılında, Amerika’dan borç para alınmaması için 16 sayfalık bir broşür yazmıştım. Bu broşür yayımlanmadı bile. Daha matbaada basılırken polisler gelip aldılar. Askeri mahkeme yayımlanmamış, kimse tarafından okunmamış olan bu broşürü “Milli menfaatlere aykırı” bularak, beni 10 ay hapse, 4 ay sürgüne mahkûm etti. Peyami’nin dediği gibi, komünistlikten mahkum olmadım.

Peyami Safa çıkardığım Başdan adlı dergide “bu dergi Marxist kültürün halk arasında yayılması için çıkarılmaktadır” diye yazdığımı söylüyor. Bu da suçmuş.

Şimdi Peyami Safa’nın bu yazıdan on gün önce yine bana yazdığı yazıdan şu parçayı beraber okuyalım:

“Bir yabancı dili, karikatür lejandı sökecek kadar değil, Kapital’i okuyup çok iyi anlayacak kadar öğreniniz.”

Demek Peyami Safa’ya göre Kapital’i okuyup anlamak gereklidir. Peki Marx’ın yazdığı Kapital, Marxizm’in ana kitabı değil midir? Ben Kapital’i okuyup da ne yapacaktım? Kapital hafızı mı olacaktım?

Şimdi de Peyami Safa’nın 14 Ocak’ta çıkan “Bizde sozyalizm” başlıklı yazısından şu parçayı okuyalım:

“Büyük Alman ekonomisti Zombart iki yüze yakın sosyalizm çeşidi sayıyor. İngiliz ekonomisti Griffith 261 sosyalizm nevi tespit etmiştir.”

Söyleyin Peyami Safa Marxist kültür olmadan bu 261 sosyalizm nev’inden hangisi olabilirmiş?

İster tez olarak benimsesin, ister antitez olarak karşısına çıksın, Marxist kültür olmadan sozyalizmin hiçbir türlüsü olamaz.

Yine bu yazısının bir yerinde şöyle diyor:

“Umumi manada sosyalist olmayan insan yok gibidir. Bir millet veya insan toplumunun iyiliğini isteyen her insan sosyalisttir.”

Görüyorsunuz ya, Peyami Safa çelişkiler içindedir. Toplumun iyiliğini isteyen her insan sosyalist ise, bu insanın, hele aydın Marxist kültüre ihtiyacı yok mudur? Bu kültürü almadan körü körüne mi soslalist olacaktır? Bugün çok rahat sendikalar kurulabiliyor, işcilerin dertleri yazılabiliyor, grev hürriyeti istenebiliyor. Hatta Türkiye’de bir sosyalist parti kurulmasının gerekli olduğu yazılabiliyor. Peyami bile “milletini, toplumunu seven insan sosyalisttir” diyebiliyor.

Sayın okurlarım biz bu duruma kolaylıkla gelmedik. 1945-1950 arasını lütfen hatırlayınız. “Sendika”, “sosyalizm”, “grev” kelimeleri bile yazılamazdı. İşçilerin hakkını savunan her yazar, hükümetin gözünde “komünist” sayılırdı. İşte biz böyle bir dönemde işçi haklarını savunduk, bildiğimiz kadar sendikanın, grevin neler olduğunu anlatmaya çalıştık. Böylece hiçbir yararımız olmasa, bu kelimeleri yumuşattık. Yazılar, üzerinde düşünülebilir kavramlar olduğunu anlattık. Çünkü o zaman ancak bunlar korkunç, tehlikeli kelimelerdi. Bunları yazan, söyleyen “hain” sayılıyordu. Bize de bu yüzden saldırmışlardı. Hiçbir işe yaramadıksa korkunç sayılan kavramları yazılabilir hale getirdik. Öyle ki, 1959 yılında Peyami bile: “Milletinin, toplumunun iyiliğini isteyen her insan sosyalisttir” diye yazabiliyor. Peyami bu düşüncedeydi de, neden bunu daha önce yazmadı?..

Bakınız, Peyami öztürkçeye düşmanken “Cemiyet” diye yazmıyor da “toplum” diye yazıyor. Neden? Çünkü öztürkçe akımı, karşı duranlara bile kendisini zorla benimsetmiştir. Tıpkı bunun gibi, bugün Peyami “Milletini, toplumunu seven her insan sosyalisttir” diyebiliyor. Onun bu gerçeği anlaması kolay olmadı. Bu arada pek çok kişi yıkıldı, ezildi, gitti.

Steinberck’in bir romanında şöyle bir parça vardır:

Kol olmuş giden bir karınca sürüsünün önüne küçük, kuru bir dere çıkar. Karıncaların hepsi de bu dereyi aşıp karşıya geçmek istiyor. En öndeki karınca kendini dereye atar. Arkadan öbürü, arkadan öbürü, öbürü… Çukur, karınca cesetleriyle dolunca, sıra kendilerine gelen karıncalar, çukuru dolduranların üstünü basarak karşıya geçerler.

Başarı, her zaman karşıya geçenlerindir. Ama bu başarı kendini bir yola vermiş, inanmış, adsız kişiler ister. Türk toplumu, işte adsız kişileri verme dönemindedir. Bu toplum yarın, nasıl olsa karşı kıyıya ulaşacaktır. Biz, işte o çukuru doldurmak için ezilen adsız karıncalardan biriyiz. Biz, çukuru dolduruyoruz. Yarın, Peyami’nin oğlu da, benim çocuklarım da, beni mahkûm eden Askeri Mahkeme Reisi olan genaralin çocukları da, bize bugün düşman olanların çocukları da adsız karıncaların üstüne basarak karşıya geçeceklerdir. Ben buna bütün yüreğimle inanıyorum. Böylesine ezildikse, acı çektikse, hiç boşuna değil.

Gözlerim yaşararak bunları yazarken, yurdumun mutlu yarınlarında adsız bir karınca olmanın kıvancını duyuyorum. 1945-1950 döneminde korkunç hainlik sanılan kelimeleri yumuşatmasaydık, bugün Peyami “Toplumun iyiliğini isteyen herkes sosyalisttir” diye zor yazardı.

Yine o yazıda Peyami Safa’nın bir çelişkisi daha:

“Bizdeki sosyalist temayül sahipleri “komünist sosyalist” iseler, nev’ini bildirmeden, sadece “sosyalist” olduklarını söylerler.

Türkiye fikir namusuna sahip, bütün sosyalizm çeşitlerini incelemiş ve Türk bünyesine en uygununu seçmiş gerçek sosyalistlere muhtaçtır. Onlar varsalar ve meydana çıksalar en yakın dostluğu ve yardımı bizden göreceklerdir.”

Bu yazı baştan sona bir çelişki örneğidir. Bizdeki “komünist sosyalist”ler, “nevilerini” bildirmezlermiş. Ama Peyami Safa’da “dostluğunu ve yardımını esirgemeyeceği”, “Türkiye’nin bünyesine en uygun” dediği sosyalizmin, hangi çeşit sosyalizm olduğunu söylemiyor. Neden? Çünkü Peyami, yıllarca hangi çeşit sosyalist olduğunu, Türkiye’nin bünyesine en uygununun hangi sosyalizm olduğunu ilan edip durmuştur. Bu, Nasyonal sosyalizm, yani Hitler’in sosyalizmidir, yani Faşizm’dir. Başka türlü ise, bütün sosyalist kültürü yutmuş görünen Peyami Safa, neden Türkiye’nin bünyesine en uygun görünen sosyalizmin hangisi olduğunu söylemiyor? “Milletinin, toplumunun iyiliğini isteyen her insan sosyalist”miş. Peyami Safa da milletini, toplumunu sevdiğine göre sosyalisttir. “Komünist sosyalistler de nevilerini bildirmezlermiş. Peki, Peyami Safa neden hangi nevi sosyalist olduğunu bildirmiyor? Yoksa o da “nev’ini” bildirmeyenlerden mi? Ama biz o faşistin nev’ini de, rengini de, çeşidini de çok iyi biliyoruz.

Başdan dergisinde Nâzım Hikmet’in resmi olduğunu, o sayının toplattırıldığını, 27nci sayıda derginin kapatıldığını yazıyor.

O zaman Nâzım Hikmet’in resmi, yalnız Başdan’da değil birçok dergilerde, gazetelerde çıkmıştır. Derginin toplattırılması ne o resimden, ne de başka yüzden olmuştur. O zaman dergileri sık sık toplarlar, neden topladıklarını bile söylemezlerdi.

Başdan’ı hükümet kapatmamıştır. Bu sözü de öbürleri gibi yalandır.

Peyami, madde madde iftira ediyor. Hiçbirini atlamadan hepsini cevaplandıracağım.

Dolandırıcı Kim?

Haksız da olsalar, tartışmayı bir dalaşma sanan güçsüz, donuk kafalı yazarlar, ille de üste çıkmak için, gerçekleri değiştirir, yazılmış bir yazıyı kendi çıkarlarına göre bozarlar. Kendilerince bu, bir kurnazlıktır.

Peyami Safa da öyle yapmış. Siz istediğiniz kadar,

– Peyami Safa, bu kokmuş, bayat demagoji numaralarından herkes bıktı. Vazgeçin bunlardan… deyin, o yine bildiğini okuyacaktır. Çünkü dağarcığında demagojiden başka sermayesi yoktur.

Bana “azılı mahut” diye saldıran Peyami’ye cevabımda şöyle demiştim:

“Ben, kendi yazımdan değil, başka birinin bir çevirisinden mahkûm oldum. O yazı, Fransızca bir felsefe kitabının önsözünden çeviriydi. Ben Fransızca bilmem. Tanıyanlar da benim Fransızca bilmediğimi bilirler. Bütün bunları mahkemede söyledim. Ama yalnız bir şeyi söylemedim: O yazıyı çevireni… Onun adını versem, kurtulacaktım[1].”

Peyami Safa, işine geldiği için yazımın yalnız bir parçasını almış, sonra da, dilediği gibi şu yargıya varmış:

“Böylece, dost hatırı için bir suçluyu kanundan sakladığını, adaleti ve mahkemeyi dolandırdığını itiraf eden Aziz Nesin hakikatte okuyucularını dolandırmaktadır. Bu saçmalar saçması müdafanın baştan başa uydurma olduğunu şimdi göreceksiniz.”

Peyami böyle diyor. Ben adaleti ve mahkemeyi dolandırmışım. Siz böyle dolandırıcılığı nerde gördünüz? Dolandırıcılık, bir çıkar için, bir kazanç için, bir cezadan kurtulmak için yapılır. Bir kişinin cebinden para vermek, ya da 16 ay hapse mahkûm olmak için dolandırıcılık yaptığı nerde görülmüştür? Demek ben 16 ay hapse gireyim diye adaleti, mahkemeyi dolandırdım… Yoksa Peyami Safa her türlü namuslu davranışı, dolandırıcılık mı sanıyor?

Oysa ben yazımda, neden o çeviriyi yapanı söylemediğimi şöyle açıklamıştım:

“1- O yazıyı çevirenin hiçbir zaman komünizm propagandası yapmak niyetinde olmadığını çok, ama çok iyi biliyordum.

2- O yıl yüksek öğrenimini bitirmiş, o günlerde bir memurluğa girecekti.

3- Yine o günlerde evlenmek üzereydi.

Üstelik kendimi kurtarmak için şu yazdı, diye ihbar etmek benim görevim değildi. Bu iş, polisin, mahkemenin işiydi.”

Benim bu sözlerimi hiç okumamış gibi davranan Peyami, yazımın işine gelen parçasını almış. Bundan benim “arkadaş hatırı için mahkemeyi, adaleti dolandırdığım” yargısına varmış.

Yazıyı çevireni neden mahkemede açıklamadığımı yukarda söyledim. Bunun “arkadaş hatırı” ile ne ilgisi var? Bu bir vicdan işidir, hatır işi değil… Onun adını ihbar, benim görevim değildir. O durumdaki bir gencin adını mahkemeye veremezdim.

Ben mahkemeyi, adaleti dolandırmaklada kalmamışım. “Bu tazıyı başkası yazdı” diye yalan söyleyip, şimdi de okurları kandırıyormuşum. Bir kişi, kendisi yalancıysa, karşısındakini de yalancı sanır.

Dokuz yıl önceki bu olayın üstünden at* ve “zaman aşımı” geçmeseydi, Peyami gibi yüz Peyami bana saldırsa, bu gerçeği bugün açıklamazdım. Ama şimdi açıklamakta hiçbir sakınca görmüyorum. Nasıl olsa o arkadaşı mahkemeye çekemezler.

Bir yazar, 16 ay hapse mahkûm olduğu bir yazıyı ben yazmamıştım, başkası yazmıştı diye, göz göre göre nasıl yalan söyleyebilir? Bu olayı birçok bilen de var.

O yazıyı çevirenin adını hiçbir zaman açığa vurmam. Ama bu iddiayı ileri sürebilmem için, elbette dediğimin gerçek olması gerekir.

16 ay hapse girmek için dolandırıcılık yapılmaz. Ama ben, şimdi size, Peyami’nin dolandırıcılığını anlatayım da dinleyin. Hem de o kadar eski değil. Daha birkaç aylık iş…

Bu Peyami Safa, tarafsız politika güden Milliyet Gazetesinde çok şiddetli muhalif yazılar yazar. Yazılarını okuyanlar, onun muhalif bir yazar olduğunu bilirler. Hem de öyle sert muhalif yazılar yazar ki, yazı işleri müdürü bazı günler onun yazılarını gazeteye koyamaz. Bunlar, kanuna göre gazeteye konulamayacak yazılardır. Haftada, on günde bir Peyami’nin Milliyet’te yazısı çıkmaz. Anlayın ki o gün, Peyami çok sert bir muhalefet yazısı yazmıştır.

Bir yazar muhalif olabilir, sert yazılar yazabilir. Bunda hiçbir olağanüstülük yok. Ama gerisini dinleyin. İşte bu sert muhalif yazar Peyami Safa, DP iktidarının iki gazetesi olan Havadis ve Zafer’e başvurmuştur. Dediği şudur: Her gün Milliyet’te Peyami Safa imzasıyla yazılar yazarken, Havadis gazetesine “O adam”, Zafer gazetesine “Bu adam” imzasıyla iktidarı destekleyici yazılar yazacaktır. Şu samimiyetsizliğe, şu ikiyüzlülüğe bakınız. Bir yanda sert muhalefet yazıları, öbür yanda, muhalefet ettiği iktidara övgüler yazıp, muhalefete çatacak.

Şunu da söyliyeyim ki, iktidarlar şimdiyecek bu uşak kalemleri çok kulanmışlardır. Bunu, bir kazanç sanmışlardır. Ama o uşak kalemler, sonradan üzerlerine çevrilen süngü olmuştur.

Zafer ve Havadis gazetelerinin yöneticileri toplanmışlar, konuşmuşlar, Peyami’nin “O adam”, “Bu adam” diye yazı yazmak için yaptığı teklifi, çok akıllıca, çok isabetli bir hareketle ters yüzü geri çevirmişlerdir.

Hadi bakalım, Peyami Safa ben böyle bir teklifte bulunmadım desin?

Bu uşak kalem, CHP iktidara geçerse,

– Biliyorsunuz ya, ben ne muhalif, ne sert yazılar yazmıştım. Sizin iktidara gelişinize hizmet ettim… diye onlara yaranacak.

DP ye de,

– Biliyorsunuz ya ben “O adam”, “Bu adam” imzalı yazılarla sizi destekledim… diyecek.

Şimdi sayın okurlarım, hepinizden soruyorum: Komünizm propagandası yapmak niyetinde olmayan, yüksek öğrenimini yeni bitirmiş, bir yeni işe girecek, evlenmek üzere olan bir genci ihbar etmeyip, 16 ay hapis yatmak mı dolandırıcılıktır, yoksa, şu Peyami gibi hem şiddetli muhalif yazar görünmek, böyle sert yazılar yazmak, hem de iki iktidar gazetesinde başka adlarla iktidarı öven, muhalefeti yeren yazılar yazmak mı? Bunların hangisi dolandırıcılıktır? Ben mi okurlarımı dolandırıyorum, yoksa içi başka dışı başka olan, inançsız, bir şöyle, bir böyle olan Peyami Safa mı?

Fikir dolandırıcısı Peyami Safa! Beni küçük düşürmek için uydurduğun her yakana karşı, senin içyüzünü ortaya koyan en az on tane doğru, gerçek olay ileri sürebilirim; hem de tanıkları, belgeleri, kanıtlarıyla.

Peyami Safa! “O adam”, “Bu adam”, “Şu adam “ olmaktan vaz geç, adam ol, adam! Onun için de çok geç kaldın.

Kalem Kavgaları  Bay Sefa 1,2 3 – Aziz Nesin

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz