İlya Ehrenburg’un Hayatında ve Hatıralarında ‘Karmaşık Bir Kişilik’; Vladimir Mayakovski

125

Beni Mayakovski ile kimin tanıştırdığını hatırlamıyorum. İlkin bir kahvede oturduk, sinemadan söz ettik. Sonra beni alıp, Petrovka yakınlarında, Saltikov sokağındaki San – Remo adlı, möbleli pansiyonuna götürdü. Bundan kısa bir süre önce <…>adlı kitabını okumuştum. Onu tıpatıp, hayalimde canlandırdığım gibi buldum: Kah mahzun, kah sert bakışlı, kalın sesli, geniş çeneli, iri yarı, sallapati, her an döğüşmeye hazır, atletle şair, Tanrıya dua ederek başaşağı yürüyen ortaçağ hokkabazı ile, barışmaz İkon savaşçısı karışımı bir adam.
Pansiyona giderken, Mayakovski, François Villon’un, Darağacını beklerken yazdığı kitabeyi mırıldanıyordu:

Ben François, neden hoşnut değilim.
Ne yazık ki, caniyi ölüm bekliyor,
Bu poponun kaç kilo geldiğini
Yakında boynun anlıyacak. 

Odasına girer girmez : <<Şimdi size bir şiir okuyacağım>> dedi. Ben bir sandalyeye oturdum o ayakta duruyordu. Kısa bir süre önce bitirmiş olduğu <…>adlı şiirini okudu. Oda küçüktü. Benden başka kimse de yoktu. Ama o, tıpkı Tiyatro Meydanında bir kalabalığa şiir okuyormuş gibi şiirini okudu. İğrenç duvar kağıtlarına bakıyor ve gülümsüyordum. Gerçekten de çizme konçları harp çalgıları oluvermişti.
Mayakovski beni şaşırtmıştı : Şiirle ihtilal, alt üst olmuş Moskova caddeleriyle <…> in herzamanki müşterilerinin hayal ettiği yeni sanat, onda sarmaş dolaş olmuştu. Hatta doğru yolu bulmamda bana yardımı dokunabileceği kanısına bile kapıldım. Ama, başka türlü oldu : Mayakovski benim için şiirde de, yüzyılın yaşamında da büyük bir olaydı. Ama, doğrudan doğruya üzerimde hiçbir etkisi olmadı. Hem bana yakın, aynı zamanda benden alabildiğine uzak kalmakta devam etti.
Bu belki dehanın bir özelliği idi, belki de Mayakovski’nin karakterinin bir özelliği. Mayakovski, şairlerin <<çeşitli>>olmaları gerektiğini söylerdi. Kendisi <>, <> ve <<İnkilapçı sanat cephesi – Ref>> gibi edebiyat kuruluşlarının yaratıcısı idi. Bir çoklarını çekmek, birleştirmek istiyordu. Ama çevresinde yalnız müridleriyle, kimi zaman izinden yürüyenler vardı. Moskova yakınlarındaki bir yazlıkta güneşle nasıl konuştuğunu anlatmıştı. Kendisi, çevresinde uydular dolaşan bir güneşti.
Onunla 1918 ve 1920 yıllarında Moskova’da ; 1922 yılında Berlin’de, Paris’te, Moskova’da, sonra yine Paris’ta görüşmüştüm. Kendisiyle son defa 1929 yılında, yani ölümünden bir yıl önce görüştüm. Kimi görüşmelerimiz şöyle ayaküstü, kimi görüşmelerimiz de uzunca olmuştu.
Mayakovski’yi nasıl anladığımı anlatmak isterim. Bu anlayışımın bir yanlı, öznel (sübjektif) olacağını biliyorum. Ama, bir çağdaşın tanıklığı başka türlü olabilir mi ?. Çok çeşitli, kimi zman çelişmeli hikayelerden bir adamın portresini çizmek daha kolaydır. Felaket şu ki, çeşitli efsanelerin korkunç bir yıkıcısı olan Mayakovski, anlatılamyacak bir hızla bir efsane kahramanı oluverdi. Sanki onun için, aslında olduğu gibi olmamak bir alın yazısı idi. Görgü tanıklarının anılarında anlattıkları gaddarca şakalar var ; okul kitaplarının sayfaları var. Nihayet heykel var. Çocuklar <>şiirinden parçalar ezberliyor. Troleybüste ev kadını telaşlı telaşlı soruyor : <> Böyle bir kişiden söz etmek zor.
Mayakovski, bin dokuz yüz otuz (1) yılı ortalarına kadar şiddetli tartışmaların konusu olan bir kişi idi. Sovyet yazarlarının birinci kogresinde, biri onun adını söyleyince, kimileridelicealkışlardı, kimileri de susardı. Ben o zamanlar <<İzvestiya>> gazetesinde şunu yazmıştım : <> Bir yıl sonra Mayakovski’yi gerçekten de putlaştırmağa başlayacaklarına herkesten az ben inanıyordum. Cenazesinde bulunmadım.Dostları, tabutunun ona çok kısa geldiğini söylediler. Bana öyle geliyor ki, ölümünden sonraki şöhreti de Mayakovski’ye çok kısa ve en önemlisi çok dar gelmiştir.
Ben herşeyden önce insandan söz etmek istiyordum. O asla <> değildi. Güçlü iradesiyle, zaman zaman çelişmeli duygular yumağiyle, büyük, karmaşık bir kişi idi.
Anna Zegers’in romanlarından biri <<Ölüler Genç Kalır>> adını taşır. Hemen her zaman, daha sonraki izlenimlerimiz, ilk izlenimlerimizi gölgeler. Ben bu kitabımda genç Aleksey Tolstoy’u anlatmağa çalıştım. Karşılaştığım ilk yazarlardan biri o idi. Ama, onu düşünürken, sık sık, hep son yıllarda gördüğüm, bilinen haliyle : gürültülü kahkahalariyle, yorgun gözleriyle, şişman vücudiyle gözlerimin önüne geliyordu. İşte Mayakovski’nin yanı başındaki Fadeyev’in resmine bakıyorum. Genç, hülyalı, yumuşak bakışlı bir delikanlı. Fadeyev’i bu haliyle hatırlamak bana çok zor geliyor : Hep iradeli, kimi zaman soğuk bakışlar görüyorum. Mayakovski ise hafızamda genç olarak kaldı.
Mayakovski, ömrünün sonuna kadar, ilk gençliğinin kimi çizgilerin, daha doğrusu kimi alışkanlıklarını korudu. Eleştirmeciler onun <> üzerinde durmağı sevmezler. Oysa, onun ilk şiirleri bilinmeden, şiirleri anlaşılamaz. Ama ben şimdi şiirden değil, insandan söz ediyorum. Hiç şüphe yok ki Mayakovski yalnız sarı gömleğinden değil, gençlik çağlarında yazdığı fütürist bildirilerinin dövizlerinden de çabuk vaz geçti. Bununla birlikte, <> nın ona aşıladığı o ruh, yazılı sorulara cevap verirken alay etmek gibi haller, onda yine kaldı.
1917 – 1918 yılı kışında <<Şairler Kahvesi>> ni hatırlıyorum. Kahve, Nastasyinki sokağında bulunuyordu. Burası, kendine özgü bir yerdi. Duvarlar, müşterilere çok tuhaf gelen acayip birtakım tablolarla ve bunlardan az tuhaf olmayan birtakım yazılarla süslü idi.
<<Çocukların nasıl öldüğünü seyretmeği severim.>>
Mayakovski’nin inkilaptan önce yazdığı ilk şiirlerinden birinin bu mısraı, <<şairler kahvesi>>ne gelenleri şoke etmek için duvara yazılmıştı. <<Şairler Kahvesi,>> <> ye hiç benzemiyordu. Burada kimse sanattan söz etmez, tartışmaz, acı çekmezdi. Aktörlerle seyirciler bulunurdu. Kahvenin müşterileri, o zamanın deyimile <> karaborsacılar, edebiyatçılar ve kendilerine eğlence arayan orta halktı. Mayakovski’nin onları eğlendirebileceği şüpheli idi : çünkü onun şiirlerinden çoğunuanlamıyorlardı. Ama, bu tuhaf şiirlerle Tverskaya caddesinde solaşmakta olan deniz erleri arasında sıkı bir ilinti bulunduğunu hissediyorlardı. Mayakovski’nin burjuvalar üzerine yazdığı, sonunda ananas bulunan şarkıyı herkes anlıyordu. Nastasyinski sokağında ananas yoktu, ama, bayağı domuz eti, birçoklarının boğazında takılıp kalıyordu. Müşterileri başka şeyler eğlendiriyordu. Mesela, sahneye, iyice pudralanmış olarak, elinde saplı gözlükle, David Burlük çıkar ve :
<< Gebe erkekleri severim>>
diye okurdu. Goltsşmit de halkı canlandırırdı. Afişlerde ondan <> günün birinde Tiyatro Meydanına kendi heykelini dikmeğe karar verdi. Heykel alçıdandı, pek de öyle büyük değildi, hiçbir fütürist yanı da yoktu. Goltsşimit, çırçıplak duruyordu. Gelip geçenler buna fena halde sinirleniyorlar, ama bu esrarlı anıta dokunmak cesaretini gösteremiyorlardı. Sonunda heykeli yine de kırdılar.
Bütün bunlar uzak bir geçmiş oldu. İki yıl önce Moskova’ya Amerikalı turistler geldi : David Burlük ve kerısı. Burlük Amerika’da resim yapıyor, iyi para kazanıyordu. Saygıdeğer, aklı başında bir kişi olmuştu. Ne saplı gözlük, ne de <> kalmıştı. Şimdi bana fütürizm, eski Yunanistan’dan daha eski görünüyor. Ama, çok erken ölen Mayakovski için fütürizm canlı değilse bile yakın olarak kalmıştı.
<<Şairler Kahvesi>> ne Lunaçarski’nin (1*)de geldiği bir geceyi hatırlıyorum. Alçak gönüllülükle arka iskemlelerden birine oturmuş, dinliyordu. Mayakovski, onun da kalkıp bir konuşma yapmasını teklif etti. Lunaçarski istemedi. Mayakovski : <<Şiirlerim için bana söylediklerinizi burada tekrarlayınız!>> diye diretti. Lunaçarski konuşmak zorunda kaldı : Mayakovski’nin yeteneklerini övdü, ama fütürizmi yerdi ve kişi oğlunun biraz alçak gönüllü olması gerektiğinden söz etti. Bunun üzerine Mayakovski, çok yakında şurada, <<Şairler kahvesi>>nde heykeli dikileceğini söyledi. Mayakovski, yalnız birkaç metre yanılmıştı. Gerçekten de heykel, Nastasyinski sokağından biraz ötede dikilmişti.
Alçak gönüllülükten uzaklık ? Kendine güven ? Mayakovski’nin çağdaşlarından çoğu, sık sık bu çeşit sorunlar ortaya atmışlardır. Mesela, Mayakovski, şairlik çalışmalarının on ikinci yıl dönümünü kutladı. Bir çok sefer de kendisine en büyük şair dedi. Bunun, kendisi sağ iken kabulünü istedi. Bu, o çağ ile, Balmont’un yakındığı <
>ların devrilmesi ile, her yola başvurarak dikkati sanata çekmek isteği ile bağlı idi.
<<Çocukların nasıl öldüğünü seyretmeği severim.>>
Oysa Mayakovski, bir atın kırbaçlanmasını görmeğe katlanamazdı. Birgün tanıdıklarımdan biri, kahvede çakı ile parmağını kesmişti. Mayakovski hemen başını çevirdi. Kendine güveni ?.. evet, hiç şüphe yok ki o, kendisini eleştirenlere çok sert cevaplar verir, edebiyat alanındaki rakiplerine hakaret ederdi. Şöyle bir karşılıklı konuşmayı hatırlıyorum : Puslada şunlar yazılı idi : <<Şiirleriniz insanı ısıtmıyor, heyecanlandırmıyor (dalgalandırmıyor), sarmıyor.>>Mayakovski’nin karşılığı da şu oluyor : << Ben soba değilim, ben deniz değilim, ben çorap değilim.>> Bunu herkes biliyor. Ama ben bir başka şey biliyorum.
Paris’te <> kahvesinde düzenlenen bir Mayakovski gecesini hatırlıyorum. Ogece L.N. Seyfulina da vardı 1927 yılı baharı idi. Salonda bulunanlardan biri : <<Şimdi de eski şiirlerinizden birini okuyunuz!>> diye bağırdı. Mayakovski, her zamanki gibi alay etti. Şiir gecesi sona erdiği zaman, Saint – Michel bulvarı yakınlarındaki gece lokallerinden birine gittik . Aramızda Mayakovski, Seyfulina, E.Ü.Triolet ve daha başkaları da bulunuyordu. Müzik vardı. Birileri dans etti. Mayakovski, kah şiir gecesinde bulunan şair Grigori İvanov’un taklidini yaparak şaka ediyor, kah asık bir suratla çevresini süzerek uzun süre hiç konuşmadan, kafeste bir arslan gibi oturuyordu. Ertesi sabah erken erken ona uğramam için sözleştik. Her zaman kaldığı <> otelinin küçücük odasında yatak hiç bozulmamıştı. Mayakovski o gece yatağına girmemişti. Asık bir suratla beni krşıladı, selam bile vermeden hemen sordu :<> Onun hiçbir zaman kendine güveni yoktu, kesin olarak yerleşmiş yapmacık tavırlar onu aldatıyordu. Bana öyle geliyor ki bu tavırları, onun karakterinden çok aklının eseri idi. Ona yaraşan romantizm idi. Ama, o, romantizmden utanıyor, kendisini çekip koparıyordu : << Deniz karşısında kim filozofluk etmez?>> ( Yaşamı üzerine olan acı düşüncelerden sonra) ve hemen arkasından alaycı <> şiiri geliyor. <<Şiir nasıl yapılır>> makalesinde herşey mantığa uygun ve kolaydır. Aslında ise Mayakovski, her zaman yaratıcılıkla bağlı olan acıları çok iyi biliyordu. Önceden hazırlanmış (ısmarlama) kafiyelerden uzun uzun söz ederdi : Onda, <<Önceden hazırlanmış,>> söylemesini sevmediği, başka şeyler de vardı : İç üzüntüleri. Ölümünden önceki bir şiirinde <> yazmıştı. Bu, birçok seferler alay ettiği romantizme verilmiş bir haraçtı. Aslında onun yaşamı şiire çarparak parçalanmıştı. Kendinden sonra gelecek kuşaklara seslenirken, çağdaşlarına söylemek istemediği şeyleri söylemişti :
Ama ben
Kendimi,
Kendi öz şarkımın
gırtlağına basarak
tutuyorum.
Çok sağlam yapılı, sağlıklı, neşeli görünürdü. Oysa zaman zaman çekilmeyecek kadar asık suratlı olurdu. Üstelik hastalık derecesinde evhamlı idi : Cebinde her zaman bir sabunluk taşırdı. Nedense, vücutce beğenmediği bir kişinin elini sıkmak zorunda kalınca, hemen koşar, ellerini dikkatle yıkardı. Paris kahvelerinde sıcak kahveyi, buzlu içkiler için kullanılan kamışla içerdi. Bunu ağzı yanmasın diye değil, dudakları fincana değmesin diye yapardı. Kör inançlarla alay eder, ama her zaman, fala bakmağa, yazı mı tura mı, tek mi, çift mi oynamağa bayılırdı. Paris kahvelerinde otomatik ruletler vardı. Kırmızı, yeşil ya da sarı renge beş su koyardın. Kazanırsan, içtiğin kahvenin, ya da biranın parasını ödemek için bir jeton düşerdi. Mayakovski saatlerce bu otomatik – ruletlerin başında vakit geçirirdi. Paris’ten giderken Elza Yuryevna’ya yüzlerce jeton bıraktı. Onun için önemli olanı jetonlar değil, hangi rengin kazanacağını tahmin etmekti. Tabancasının topuzunda da bir mermi bırakmıştı – tek ya da çift..
Viktor Şklovski’nin kitabında şu satırları okudum : << Mayakovski Avrupa’ya gitti. Orada bir kadınvardı, bir aşk olabilirdi. Bana anlattıklarına göre, bunlar öylesine birbirlerine yaraşıyorlarmış ki, kahvedekiler onları görünce anlayışla gülümsüyorlarmış. >> Geçenlerde Mayakovski’nin, Şklovski’nin sözünü ettiği T.A.Yakovleva’ya ithaf edilmiş bir şiiri yayımlandı. Bende de, Mayakovski’nin, Tata’ (T.A.Yakovleva) ya armağan ettiği, ama onun gereksiz diye attığı <> (1**) piyesinin el yazması var.Hayır, onun gibi uzun boylu, güzel olmsına rağmen Yakovleva, Mayakovski’ye benzemiyordu. Mayakovski’nin haklı olarak <> diye adlandırdığı şeyden söz etmeyeceğim. Ben (Şairin yaşamında asla en önemli bir yer tutmayan) bu olaydan, yalnız, yaşayan Mayakovski’nin, tunçtan heykeline hiç de benzemediğini göstermek için söz ettim.
Mayakovski on sekiz yaşında iken bir resim okuluna girdi. Resim sanatçısı olmak istiyordu. Dünyanın tablo halindeki hayalini şiirde de korudu. Onun tipleri uydurma değil, görgüye dayanıyordu. Resmi severdi, onu duyardı. Resim santçılarının ortamını da severdi. Dünyayı duymaktan çok görürdü. ( Kulağına bir filin bastığını şaka yollu söylerdi.)
Mayakovski üzerine, yurt dışında yazılmış bazı makaleler okumak fırsatını buldum. Bu makalelerin yazarları, inkilabın Mayakovski’yi mahvettiğini ispata çalışıyorlardı. Büyük saçmalar uydurmak zordur : İnkilap olmasaydı Mayakovski olmazdı. 1918 yılında, haklı olarak bana <> demişti. Olup bitenleri anlamam için bana iki yıl gerekmişti. Mayakovski ise inkilabı hemen kavramış ve kabul etmişti. Sosyalist toplum kuruluşu onu yalnız çekmemiş, yutmuştu.
Onunla inkilap arasında hiçbir zaman bir anlaşmazlık olmamıştır. Bu, sosyalizmle mücadele hiç bir şeyden iğrenmeyen kişilerin uydurmasıdır. Mayakovski’nin dramı, ihtilalle şiir arasında bir uyuşmazlıkta değil, Lef (Sol sanat cephesi) cilerin sanata olan davranışlarındadır.
Mayakovski, Frenand Léger’i severdi. Sanatın toplumdaki rolünü anlamada, aralarında ortaklaşa birşeyler vardı. Léger, makinelerle, şehircilikle ilgilenir, günlük yaşamda sanat ister, müzelere gitmezdi. Kendi tablolarını çizerdi ve benim görüşüme göre, bizim Van Gogh’a, ya da Picasso’ya olan sevgimizi asla baltalamayan, ama herhalde yeni zamanla bağlı, güzel dekoratif bir resim meydana getirdi. Mayakovski uzun yıllar süresince yalnız bildirilerinde yada makalelerinde şiirle savaşmadı. Şiirle şiiri yok etmek istedi. <> de <> <> <> bir seslenişiyle sanatın idam kararı yayımlandı. Resim sanatçılarına tablolar yerine, makine, tekstil, ev eşyası estetiğiyle uğraşmaları, rejisörlere halk bayramları ve gösteriler meydana getirmeleri, şairlere ise, şiiri bırakıp gazeteler, afişler, reklamlar için yazı hazırlamaları öğütlendi.
Şiirden ayrılmak kolay olmadı. Mayakovski güçlü ve cesur bir kişi idi. Zaman zaman yine de programından ayrıldı. 1923 yılında <> henüz daha şiiri inkar ederken, Mayakovski << onun üzerine>> şiirini yazdı. Yakınları bile bunu anlamadı. Mayakovski’nin müttefikleri de, edebiyattaki düşmanları da esere saldırdılar. Ama, Mayakovski bu eseriyle Rus şiirini zenginleştirdi.
Zamanla, Mayakovski’nin eski sanatı inkar edişi zayıfladı. 1928 yılı sonlarında <> Mayakovski’nin, herkesin içinde <> dediğini yazdı. Bir kez daha hatırlatayım : Mayakovski genç öldü. Yaşadı, düşündü, duydu, ama planlı olarak yazmadı – herşeyden önce bir şairdi. Ülkemizin elektirikleşmesi, henüz bir tasarı halinde olduğu sıralarda, karanlık Tiyatro Meydanında karla örtülü lambaların soluk yandığı o uzak yıllarda, Amerika’nın yeni endüstriyel güzelliğinden nasıl bir hayranlıkla söz ettiğini hatırlıyorum. Amerika’dan döndüğü sıralarda ona rastlamıştım. Evet, elbet Brookleyn köprüsü güzeldi, orada pek çok makine vardı. Ama,yine orada, ne yabanilikler, ne insanlığa aykırışeyler vardı! Küfrediyor, Normandiya’da küçücük bahçeleri görünce ne kadar sevindiğini anlatıyordu. <> in proramından, her evi eskinin bir kırıntısı olan Paris’in inkarı da, çok yeni sanayi Amerika’sının övgüsü de çıkıyordu. Ama Mayakovski Amerika’ya lanet ediyor ve duygulu görünmekten utanmadan Paris’e olan sevgisini ilan ediyordu. Bu çelişme nereden geliyordu? Evet, <>, birkaç yıl yaşayan bir dergi idi. Mayakovski, ise büyük bir şairdi. Şiirlerinde Puşkin’in hayranlariyle, Louvre’un ziyaretçileriyle alay ediyordu, oysa, <>in kıtalarına, eski resme hayranlık duyuyordu.
Ekim ihtilalinin, tarihin akışını değiştirdiğini hemen anlamıştı, ama, geleceğin ayrıntılarını şarta bağlı olarak : tuval üzerinde değilafiş üzerinde görüyordu.
Mayakovski yalnız şu ya da bu eleştirmeci ile, duygulu romanların yazarlariyle değil, kendi kendisiyle de savaşıyordu. Bir şiirinde şöyle yazmıştı :
Yurdumun beni anlamasını istiyorum,
Ama anlamazlarsa –
elden ne gelir?
Kendi yurdumda
Bir kenara çekilirim
Eğri yağmur tanelerinin
Geçişi gibi.
Aşırı derecede duygulu bulduğu için bu satırları çizmişti. Ama yurdu onu anladı, onun çıkarıp attığı çok güzel şiirleri de anladı. Mayakovski’nin niçin canına kıydığı sorunu üzerinde çok durulmuştur. Kah, edebiyat çalışmalriyle ilgili serginin başarısızlığa uğramasından, kah Rapp’cıların ( Rusya Proleter Yazarları Birliği) saldırılarından, kah gönül işinden söz edilmiştir. Tahminlerde bulunmak hoşuma gitmez : bildiğim bir kişinin hayatına, bir romanın planına girdikleri gibi, giremem. Yalnız bir şey söylemek isterim : insanlar şairin aşırı derecede duygulu olduğunu sık sık unutuyorlar.. zaten o bundan ötürü şairdir. Mayakovski kendisine <<Öküz,>> şiirlerine de <> derdi. Toplantılardan birinde de, derisinin, hiçbir kurşunun işlemediği << Fil derisi>> olduğunu söylemişti. Gerçekte ise o, şu bildiğimiz basbayağı insan derisinden yoksun olarak yaşıyordu.
Hıristiyan efsanelerine göre İsa’ya iman eden bir puta tapan, Tanrı ve Tanrıçaların heykellerini kırmağa başlamış. Heykeller çok güzelmiş, ama bizim mürit, içindeki güzellik duygusunu da yanmaği başarmış. Mayakovski yalnız geçmişin güzelliğini değil, kendisini de mahvediyordu. Onun yiğitçe davranışının büyüklüğü bundadır, onun trajedisinin anahtarı da bundadır.
Petersburg’da Andrey Levinson adlı bir edebiyatçı vardı. Bale uzmanı olarak sayılırdı. 1918 yılında <>Dergisinde Mayakovski’ya karşı bir taşlama yayımladı. O zamanlar, hem birçok sanatçı, hem Lunaçarski kendisine karşılık vermişlerdi. Andrey Levinson Paris’e gitti. Mayakovski’nin trajik ölüm haberi gelince, <> gazetesinde iğrenç bir iftira yazısı yayımladı. Gazeteye gönderilmek üzere, birkaç Fransız yazarı ile birlikte, hoşnutsuzluğumuzu belirten bir mektup hazırladık.
Mektubun altında, her eğilimden kalburüstü Fransız yazarlarının imzası vardı. Mektubu imzalamaktan kaçınan hiçbir yazar hatırlamıyorum. Mektubu, gazetenin yazı işleri müdürü Maurice Martin du Gard’a götürdüm. ( Bu, hiç tanınmayan ve büyük yazar Roger Martin du Gard’a hiç benzemeyen bir edebiyatçı idi.) Yazı işleri Müdürü, çok sert yazılmışolan mektubu büyük bir serinkanlılıkla okudu ve : << Küçük bir değişiklik yapmanızı rica edeceğim>> dedi. Kendisine, yazdığımız mektubun asla yumuşatılamayacağı karşılığını verdim. << Ben zaten sizden bunu rica etmiyorum, dedi. Mektuptaki : << edebi gazetenin böyle birşey …>> cümlesine iki kelimecik eklemenizi rica ediyorum : <> Tokat yemeğe razı oluyordu,ama suratının büyük olduğunu, belirtmemizi rica ediyordu. Herhalde Mayakovski bunun için güzel birşey yazardı.
Mayakovski’nin dünyada olağanüstü bir alınyazısı var. Daha geçenlerde Kara Afrika’nın yazarları bana ondan söz ettiler. Demek ki Mayakvski’nin adı oralara kadar gitmişti. O dünyayı dolaşıyor, hiç şüphe yok ki bir şiirin başka bir dile çevrilmesi zorluklarla doludur. Hem Mayakovski’nin, geleceğin şiir biçimi dediği biçimin birçok yanları, geçmişin şiir biçimi oldu artık. Ama, bir insan ve bir şair olarak o hala gençtir. Ne Aragon, ne Pablo Neruda, ne Eluard, ne de Nezval, hiçbir zaman << Mayakovski’nin etkisi altında>> şir yazmamışlardır. Ama bunların hepsi de birçok şeylerini Mayakovski’ye borçludurlar. Mayakovski onlara yeni biçimde şiir yazmayı değil, ama seçmek cesaretini öğretti.
Mayakovski’nin bana, birçok şeyleri anlamada yardımı dokunabilirdi., demiştim. Geceleyin yaptığımız bir konuşmamızı hatırlıyorum. Bu, 1918 yılı şubatında, ya da martında olmuştu. Birlikte <<Şairler Kahvesi>>nden çıkmıştık. Mayakovski bana, Paris üzerine, Picasso üzerine, Apollinaire üzerine sorular soruyordu. Sonra, Pugaçev üzerine yazdığım şiirleri beğendiğini söyledi : << Sevinmeniz gerekirdi, siz ise sızlanıyorsunuz… Hiç de iyi değil!>> dedi. Düşüncelerini seve seve kabul ettim : << Tabii iyi değil >> dedim. Politik bakımdan o haklı idi, ben bunu pek çabuk anladım. Ama, biz her zaman ayrı ayrı düşünüyor, ayrı ayrı duyuyorduk. 1922 yılında <> yu bağandiğini bana söyledi : << Siz birçok şeyleri başkalarından çok daha iyi anlamışsınız!>> dedi. Ben güldüm : <> diye cevap verdim. Biz sık sık birbirimize rastlardık ama, bir kere olsun buluşmadık.
Mayakovski üzerine düşündüm ve düşünüyorum. Kimi zaman onunla tartışıyorum ama, her zaman onun şairce yiğitliklerine hayranlık duyuyorum. Heykeline bakmıyorum, heykeli yerinde duruyor, ama Mayakovski yürüyor, <<önceden hazırlanmış>> yeni kafiyelerle değil, yeni düşüncelerle, yeni duygularla, hem Moskova’nın yeni mahallelerinde, hem eski Paris’te, hem gezegenimizin her yerinde yürüyor. 

Kaynak: İlya Erenburg Hatıraları  Altın Kitaplar Yayınevi 1968 Hasan Ali Ediz
Yayına hazırlayan: Sevim Ayık
 


(1)Mayakovski, 14 Nisan 1930 tarihinde, odasında tabanca ile kendisini öldürmüştür.
(1*)Devrin Milli Eğitim Bakanlarından, yazarlarından ve çok kültürlü kişilerinden biri.
(1**)<> Mayakovski’nin bir piyesidir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz