PARADİGMANIN GÜCÜ
Paradigma sözcüğü Yunancadan gelir. Başlangıçta bilimsel bir terimdi; günümüzde ise daha çok bir model, kuram, algı, varsayım ya da değer yargısı anlamında kullanılmaktadır. Biraz daha genelleştirirsek, dünyayı “görme” tarzımızdır – gözle görmek değil; algılamak, anlamak, yorumlamak anlamında. Paradigmalardan kastettiğimiz şeyi anlamanın en basit yolu onları birer harita gibi görmektir. Hepimiz, “haritanın arazi olmadığını” biliriz. Harita sadece arazinin belirli özelliklerinin bir açıklamasıdır. İşte paradigma da tamı tamına budur. Bir kuram, bir açıklama ya da başka bir şeyin modelidir.
Diyelim ki Chicago’nun merkezinde belirli bir yere gitmek istiyorsunuz. Kentin yol haritası, istediğiniz yere ulaşmanıza yardımcı olacaktır. Ama diyelim ki size yanlış harita verildi. Bir baskı hatası yüzünden üzerinde “Chicago” yazılı harita aslında Detroit’in haritası. Boş yere nasıl didineceğinizi, gideceğiniz yere varabilmek için göstereceğiniz çabanın nasıl boşa çıkacağını düşünebiliyor musunuz?
Davranışınız üzerinde çalışabilirsiniz. Daha fazla çaba gösterir, daha çok çalışır, hızınızı iki katına çıkarırsınız. Ama bütün bu çabalarınız sizi yalnızca yanlış yere daha hızlı götürür.
Tutumunuz üzerinde çalışabilir, daha olumlu düşünebilirsiniz.
Yine de istediğiniz yere ulaşamazsınız. Ama buna aldırış etmeyebilirsiniz.
Tutumunuz öylesine olumludur ki, nereye giderseniz gidin, mutlu olursunuz.
Ne var ki, yine de yolunuzu kaybetmiş olursunuz. Temel sorunun davranış ya da tutumunuzla bir ilgisi yoktur. Bu tamamen elinizde yanlış harita bulunmasıyla ilgilidir.
Elinizde Chicago’nun doğru haritası varsa, o zaman çaba önem kazanır. Yolda sizi hüsrana uğratan engellerle karşılaşırsanız, o zaman tutum büyük bir fark yaratabilir. Ancak ilk ve en önemli koşul haritanın doğru olmasıdır.
Hepimizin kafasının içinde birçok harita vardır. Bunlar iki ana gruba ayrılabilir: Şeyleri oldukları gibi gösteren haritalar, yani gerçeklikler; ve şeylerin nasıl olmaları gerektiğini gösteren haritalar, yani değerler. Yaşadığımız her şeyi bu zihinsel haritalara göre yorumlarız.
Ender olarak doğru olup olmadıklarını kendi kendimize sorarız; genellikle bunlara sahip olduğumuzun farkına bile varmayız. Yalnızca gördüğümüz şeylerin gerçekten öyle olduklarını; ya da öyle olmaları gerektiğini varsayarız. Tutumlarımız ve davranışlarımız da bu varsayımlardan doğar.
Onları görüş biçimimiz, düşünce ve davranış tarzımızın kaynağıdır.
Devam etmeden önce sizi zihinsel ve duygusal bir deneyim yaşamaya davet ediyorum. Birkaç saniyenizi ayırıp yan sayfadaki resme bakın.
Sonra da 30. sayfadaki resme bakın ve gördüklerinizi dikkatlice tanımlayın.
Bir kadın görüyor musunuz? Sizce kaç yaşında? Neye benziyor?
Ne giymiş? Onu ne tür konumlarda hayal edebiliyorsunuz?
Herhalde ikinci resimdeki kadının yirmi beş yaşlarında olduğunu söyleyeceksiniz. Çok güzel olduğunu, modaya uygun biçimde giyindiğini de. Küçük burunlu ve narin olduğundan söz edeceksiniz.
Bekâr bir erkek olsaydınız, belki onunla çıkmak isterdiniz. Konfeksiyoncu olsaydınız, onu manken olarak işe alabilirdiniz.
Ama ya ben size yanıldığınızı söylersem? Bunun 60-70 yaşlarında, kederli görünen, kocaman burunlu, mankenlikle hiç ilgisi olmayan biri olduğunu açıklarsam? Bu kadın, belki de yolun karşı tarafına geçmesi için yardım edeceğiniz birisi.
Kim haklı? Resme bir daha bakın. Yaşlı kadını görebiliyor musunuz?
Göremiyorsanız, bir kez daha deneyin. Kocaman burnunu görebiliyor musunuz? Ya şalını?
Sizinle yüz yüze konuşuyor olsaydık, resim üzerinde tartışabilirdik.
Siz gördüklerinizi bana anlatırdınız, ben de size. Bu iletişim, resimde gördüklerimizi birbirimize açıkça gösterinceye kadar devam ederdi. Ama bunu yapamayacağımız için, sizden 52. sayfayı açarak oradaki resmi incelemenizi, sonra tekrar bu resme bakmanızı isteyeceğim.
Şimdi yaşlı kadını görebiliyor musunuz? Okumayı sürdürmeden önce onu görmeniz çok önemli.
Ben bu alıştırmayla ilk kez, yıllar önce Harvard İşletme Okulu’nda karşılaştım. Öğretmen bunu, iki insanın aynı şeye bakmalarına karşın anlaşmazlığa düşebileceklerini ve her ikisinin de haklı olabileceğini açıkça göstermek için kullanıyordu. Bu mantıksal değil, psikolojiktir.
Öğretmen, sınıfa bir deste büyük kart getirdi. Yarısında 29. sayfada gördüğünüz genç kadının resmi, diğer yarısında ise 52. sayfadaki yaşlı kadının resmi vardı. Bizden kartlara bakmamızı, dikkatimizi on saniye üzerinde yoğunlaştırmamızı, sonra da resimleri geri vermemizi istedi. Sonra ekrana 28. sayfada gördüğünüz, her iki resmin bileşimini yansıtarak öğrencilerden gördüklerini tanımlamalarını istedi. Kart üstünde ilk önce genç kadın resmini görenlerin neredeyse hepsi, ekrandakinin de aynı genç kadın olduğuna karar verdi. Kartta ilk önce yaşlı kadın resmini görenlerin neredeyse hepsi ise ekrandakinin yaşlı bir kadın olduğunu söyledi.
Öğretmen, daha sonra bir öğrenciden salonun diğer tarafında oturan bir arkadaşına gördüklerini anlatmasını istedi. İki genç karşılıklı konuşurlarken iletişim sorunları çıktı ortaya.
“Ne demek, ‘yaşlı bir kadın?’ O en fazla 20 ya da 22 yaşında!”
“Yok canım! Herhalde şaka ediyorsun. 70’inde o. Hatta belki 80’ine yakın!”
“Neyin var senin? Kör müsün? Bu hanım genç ve bakımlı.
Onunla seve seve çıkardım. Çok güzel!”
“Güzel mi? İhtiyar bir cadı o!”
Tartışma sürdü gitti. Sınıftaki öğrencilerin hepsi de doğruyu bildiğinden emindi ve hiçbiri düşüncesinden vazgeçmiyordu. Üstelik bütün bu tartışmalar, öğrencilerin son derecede önemli bir avantajları olmasına karşın başlamıştı: birçoğu deneyin başlangıcında aslında başka bir bakış açısının olduğunu biliyordu; çoğumuzun hiçbir zaman itiraf etmeyeceği bir şeydir bu. Yine de, başlangıçta yalnızca birkaç öğrenci resmi gerçekten başka bir açıdan görmeye çalıştı.
Yararsız konuşmalardan sonra bir öğrenci ekrana yaklaşarak resimdeki bir çizgiyi işaret etti. “İşte bu genç kadının gerdanlığı.” Diğer öğrenci, “Hayır, o yaşlı kadının ağzı,” dedi. Yavaş yavaş belirli bir farklılık gösteren noktalar üzerinde sakin bir biçimde konuşmaya başladılar. Sonunda bir öğrenci, sonra da bir diğeri, her iki resimdeki görüntülerin odağa alınmasıyla birdenbire gerçeği kavradı. Sınıfta süregelen sakin, saygılı ve belirgin iletişim sayesinde sonunda herkes diğerinin bakış açısını anlayabildi. Ancak başımızı çevirip sonra tekrar döndüğümüz zaman, çoğumuz ilk on saniye içerisinde görmeye koşullandığımız resmi görürüz.
Bireyler ve kuruluşlarla çalışırken, hem kişisel hem de kişiler arası etkililiğe geniş çaplı bir açıklama getirdiği için sık sık bu algılama deneyinden yararlanırım. Bu alıştırma, öncelikle koşullanmanın algılarımızı, paradigmalarımızı ne kadar güçlü bir biçimde etkilediğini gösterir. On saniyelik bir süre nesneleri görüş biçimimizi böylesine güçlü bir biçimde etkileyebiliyorsa, yaşam boyu süren bir koşullanma nelere yol açmaz ki? Yaşantımızdaki etkiler; aile, okul, cemaat, iş çevresi, dostlar, meslektaşlar ve Kişilik Etiği gibi geçerli toplumsal paradigmalar bizi sessizce, bilinçsizce etkilemiş, değer yargılarımızın, paradigmalarımızın, zihinsel haritalarımızın biçimlenmesine yardımcı olmuşlardır.
Ayrıca bu alıştırma, paradigmaların davranış ve tutumlarımızın kaynağı olduğunu da gösterir. Onlar olmasa, kişisel bütünlük veya dürüstlüğe sahip olamayız. Gördüğümüzden farklı bir biçimde konuşur ve davranırsak, bütünlüğümüzü koruyamayız. O bileşik resimde, koşullanma sonucu belirgin biçimde genç bir kadın gören yüzde 90’lık grupta yer alsaydınız, hiç kuşkusuz sokağın karşı tarafına geçmesine yardım etmeniz gerektiğini düşünmezdiniz. O kadınla ilgili tutumunuzun ve ona karşı davranışlarınızın, onu görüş biçiminize uygun olması gerekirdi.
Bu, Kişilik Etiği’nin temel eksikliklerinden birini açıkça ortaya koyar. Dış davranış ve tutumları değiştirmeye çalışmamız, o davranış ve tutumların kaynağı olan temel paradigmaları incelememişsek, uzun vadede pek işe yaramayacaktır.
Bu algılama alıştırması ayrıca, paradigmalarımızın diğer insanlarla ilişkilerimizi ne kadar güçlü bir biçimde etkilediğini de gösterir.
Her şeyi açıkça ve nesnel olarak gördüğümüzü düşünürken, yavaş yavaş başkalarının da onları eşit derecede açık ve nesnel olan kendi bakış açılarıyla farklı bir biçimde gördüklerini anlamaya başlarız.
“Ayakta durduğumuz yer, oturduğumuz yere bağlıdır.” nesnel olduğumuzu düşünürüz. Oysa bu doğru değildir. Biz dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz; ya da nasıl görmeye koşullanmışsak, öyle. Gördüklerimizi tarif etmek üzere ağzımızı açtığımız anda, aslında kendimizi, algılarımızı ve paradigmalarımızı tanımlarız. Başkaları bizimle aynı fikirde olmadıkları zaman, hemen onlarda bir aksaklık olduğunu düşünürüz. Ama alıştırmanın da gösterdiği gibi, kafaları çalışan samimi insanlar her şeyi farklı görürler; hepsi de kendine özgü deneyim merceğinden bakar.
Bu, olgular yoktur anlamına gelmez. O deneyde, başlangıçta kendilerini koşullandıran farklı resimlerden etkilenmiş olan iki kişi, üçüncü resme birlikte bakarlar. Şimdi ikisi de, tıpatıp aynı olgulara
–siyah çizgilere ve beyaz boşluklara– bakmaktadır ve ikisi de bunların birer olgu olduğunu kabul edecektir. Ancak her birinin bu olguları yorumlayış tarzı daha önceki deneyimleri yansıtır ve olgular, yorumlardan ayrı olarak hiçbir anlam taşımaz.
Temel paradigmalarımızın, haritalarımız ya da varsayımlarımızın ne kadar farkında olur ve kendi deneyimimizden ne derece etkilendiğimizi anlarsak, o paradigmaların sorumluluğunu o kadar fazla üstlenebiliriz. Onları inceler, gerçeklik kıstaslarına göre sınar, başkalarını dinler, onların algılarına açık hale geliriz. Böylece daha geniş bir resme ve çok daha nesnel bir görüşe sahip oluruz.
Stephen R. Covey
Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı