Bir demiryolu işçisinin oğlu olan Pablo Neruda, 20. yüzyılı “büyük yaşamış” şairlerden. Şiir, diplomatlık ve toplumsal savaşım, onun yaşamının üç büyük uğraşı. Hem sürgünler yaşamış, hem de ülkesi Şili’nin Paris büyükelçiliğine kadar yükselmiş bir ozan. Yirmi Aşk Şiiri, Umutsuz Bir Şarkı, Yeryüzünde Konaklama, Yürekteki İspanya, Evrensel Şarkı ve Macchu Picchu Dorukları gibi yapıtlarıyla 1971 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Neruda, çağımızın en saygın ozanlarından biri. 1958′de yayınlanan Kuruntular Kitabı ise, bir anlamda, Neruda’nın “güz dönemi”nin başyapıtı. Şairin melankolik-ironik ruh yapısının aynası; “şiirle düşünme”nin olağanüstü bir örneği. Onca sürgünün, onca yurt özleminin ardından ülkesine dönen Neruda’nın, yurdunu, yurdunun denizini, toprağını, halkını yeniden keşfedişinin lirik bir öyküsü. Kuruntular Kitabı, Neruda’nın belki de en kişisel yapıtı.
Neruda’nın 1957-58 yıllarında kaleme almış olduğu Kuruntular Kitabı’nı Alova çevirisiyle yayımlarken, şair ile evinde yapılan uzun söyleşiden kısa bir kesit:
“Şiirim benim bedenimden çıkar…”
Adınızı neden değiştirdiniz? Neden Pablo Neruda adını seçtiniz?
Gerçekten çok iyi anımsamıyorum. O sıralar 13-14 yaşlarındaydım. Babamın yazar olmama karşı çıktığını anımsıyorum. Sanırım, yazar olmamın ailem için de, benim için de iyi olmayacağını, sonunda hiçbir işe yaramayan biri olup çıkacağımı düşünüyordu. Yazar olmama ailevi nedenlerle karşı çıkıyordu, ama bu nedenler benim için hiçbir önem taşımıyordu. Kendimi korumak için aldığım ilk önlem adımı değiştirmek oldu.
Neruda soyadını Çek şair Jan Neruda’dan mı aldınız?
Çek şairin adını duymuş muydum, emin değilim. Ama o günlerde bir kısa öyküsünü okumuştum. Mala Strana Öyküleri adlı kitabında, Prag’ın Mala Strana mahallesinde yaşayan yoksulları anlatan öyküler vardı. Belki de o sırada almışımdır Neruda soyadını. Dediğim gibi, çok oldu, iyi anımsamıyorum. Ama Çekler beni kendilerinden biri olarak görüyorlar.
Şiirlerinizi hep elle mi yazıyorsunuz?
Bir kazada parmağım kırıldı, aylarca daktilo kullanamadım. İşte o zaman gençlik alışkanlığıma geri döndüm, yeniden elle yazmaya başladım. Daha sonra, parmağım düzelip daktilo kullanabilir duruma geldiğimde, şiirimin elle yazıldığında daha duyarlı olduğunu, biçimsel olarak daha kolay değiştirilebildiğini fark ettim. Gördüm ki, el bir biçimde işin içine giriyor. Ge- çenlerde, Robert Graves’in bir gazetecinin sorularını yanıtlarken, “Bu evde, bu odada bir şeyin farkına vardınız mı? Her şey el yapımı. Bir yazar yalnızca el yapımı şeyler arasında yaşamalı,” dediğini okumuştum. Bana öyle geliyor ki, Graves şiirin de elle yazılması gerektiğini söylemeyi unutmuş. Daktilonun şiirimle aramdaki mahremiyeti ortadan kaldırdığını, elimin bu mahremiyeti yeniden kurduğunu gördüm.
Günde yaklaşık kaç saat çalışıyorsunuz?
Her gün çok fazla okuyabildiğim ya da çok fazla yazabildiğim söylenemez. Aslında sabahtan akşama kadar yazmak isterdim, ama bir düşünceyi, bir deyimi yerli yerine oturtmak ya da düş gücümden öylesine fırlayan karmaşık bir şeyi düzene koymak beni bitkin düşürebiliyor, bütün gün uğraştırabiliyor. Kaldı ki, yaşamı bütün gün çalışma odamda oturamayacak kadar çok seviyorum. Sabahtan akşama kadar oturmak bana uygun değil; yaşamda olup bitenlerle, evimle, siyasetle, doğayla ilgilenmeyi çok seviyorum. Ama günün hangi saatinde olursa olsun, nerede olursam olayım, yazdığım zaman kendimi tümüyle verebiliyorum şiirime. Kalabalık bir yerde olsam bile. Bir sürü insan konuşuyor, tartışıyor, kavga ediyor da olsa, düşüncelerimi toplayıp geliştirebilirim.
Borges’le aranızda bir çatışma olduğu söyleniyor
Borges’le aramda olduğu söylenen çatışma temel bir çatışma değil; belki yaklaşımlarımızda düşünsel ve kültürel bir farklılık olduğu söylenebilir. Hiç kuşkusuz, hoşgörüyle tartışabiliriz. Benim düşmanlarım başka, yazarlar değil. Benim düşmanlarım emperyalizm, kapitalistler ve Vietnam’a napalm bombası atanlar. Borges değil.
Borges’in yazdıkları için ne düşünüyorsunuz?
Borges büyük bir yazar, müthiş! İspanyolca konuşan tüm halklar Borges’in varlığından onur duyuyorlar. Özellikle de Latin Amerikalılar. Çünkü Borges’ten önce Avrupalı yazarlarla kar- şılaştırılacak pek az yazarımız vardı. Büyük yazarlarımız vardı, ama Borges gibi evrensel bir yazara pek az rastlanıyordu. Onun en büyük olduğunu söyleyemem, ama Avrupa’nın dikkatini ve entelektüel merakını bizim ülkelerimize yöneltmesini sağlayan o oldu. Bütün söyleyebileceğim bu. Herkes Borges’le kavga etmemi istiyor diye onunla kavga edecek değilim. Eğer o bir dinozor gibi düşünüyorsa, bunun benim düşüncemle bir ilgisi olamaz. Ben onun modern dünyada olup biten hiç- bir şeyi anlamadığını düşünüyorum, o da benim hiçbir şeyi anlamadığımı düşünüyor. Demek, anlaşıyoruz.
García Lorca’nın ölümünden önce yazdığınız “Federico García Lorca’ya Övgü” adlı şiirinizde onun trajik sonunu bir bakıma önceden görmüştünüz.
Evet, böyle tuhaf bir yanı var o şiirin; ölümünü her nasılsa görmüşüm gibi… tuhaf diyorum, çünkü Federico çok mutlu, çok neşeli bir insandı. Onun gibi pek az insan tanıdım. Yaşam aşkı onda cisimleşmişti sanki… Yaşamının her anının tadını çı- karırdı, çevresine mutluluk saçardı. O yüzden, öldürülmesi, faşizmin en bağışlanmaz günahlarından biridir.
Yapıtlarınızın farklı evreleri var, değil mi?
Bu konudaki düşüncelerim çok belirgin değil. Aslında benim evrelerim falan yok, onları eleştirmenler keşfediyor. İnsan evrelerle yaşamaz. Ya da bir evrenin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini hiç kimse bilmez. Benim şiirimin bir erdemi varsa, o da bir organizma olmasıdır; şiirim, organiktir ve benim bedenimden çıkar. Çocukken şiirim de çocuksuydu, gençliğimde şiirim de gençti, acı çektiğim dönemlerde umarsız, toplumsal savaşa katılmak zorunda kaldığımda saldırgan oldu. Bugün yazdığım şiirde hâlâ tüm bu eğilimlerin bir karışımı vardır. Bu konuda daha fazla söyleyeceğim bir şey yok. Her zaman içten gelen bir gereksinimle yazdım; sanırım bu tüm yazarlar, özellikle de tüm şairler için geçerlidir.
Bir şiirinizi okur musunuz?
ÇOĞUZ
Bir sürü insan içinde kimim ben, biz kimiz,
karar kılamıyorum birinde:
kaybolmuşlar giysilerimin altında,
başka şehre taşınmışlar.
Tam sırası gelmişken
akıllı olduğumu göstermenin
ağzımdan alıyor sözü
içimdeki gizli aptal.
Gün oluyor, uyukluyorum
seçkinler meclisinde,
tam cesaretimi toplarken
hiç tanımadığım bir korkak
sarıp sarmalıyor iskeletimi
bin tane ince önlemle.
Alevler sarmışken görkemli konağı
ben çığırıyorum itfaiyeci yerine,
kundakçının biri fırlıyor sahneye,
o benim. Bir şey gelmiyor elimden.
Nasıl seçip ayırsam kendimi?
Nasıl bir araya getirsem?
Okuduğum bütün kitaplar
göklere çıkarıyor kahramanları
her zaman kendine güvenen:
ölüyorum kıskançlıktan;
rüzgârlı, kurşunlu filmlerde
kıskanıyorum kovboyları,
atları bile alkışlıyorum.
Ama ne zaman çağırsam atılgan yanımı
çıkıp geliyor gene eski tembelliğim,
bilmiyorum asla kimim ben,
kaç kişiyim, kaç kişi olacağım.
Bir çana dokunup da
çağırabilseydim gerçek kendimi,
gerekliysem çünkü kendime
yok olmamalıyım ben.
Çok uzaklardayım yazarken
döndüğümde çoktan gitmişim:
görmek isterdim aynı şey
geliyor mu başkalarının başına,
benim gibi daha çok var mı,
onlara da aynı şeyler mi oluyor,
bunu keşfettiğim zaman
öyle iyi belleyeceğim ki her şeyi
sorunlarımı açıklarken
coğrafyadan konuşacağım.