PABLO NERUDA: YILLAR İNSANIN HAYATINI ALIYOR VE İNSANA YENİ BİR HAYAT VERİYOR

2

“İnsan, hayatında bazı şeyleri unutur. Benim de hayatımda unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilmeyen parçaları gibidir. Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir. Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Oysa, bazı anılarım zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır. Bir şair hayatıdır.”

“BENİM BÜTÜN HAYATIM BÖYLE İDİ: BİR ELLE BENİ SIRTIMDAN İTMİŞLER, ÖTEKİ ELLE BANA ÇİÇEK BUKETLERİ VERMİŞLERDİ.”

Pansiyonlar

Lisede geçen yıllardan sonra Santiago’daki üniversite öğrenimi için hazırdım. Fakat ruhum hâlâ kitaplar, hayaller ve şiirlerle doluydu.

Tenekeden bavul, kara bir giysi. Bir bıçak kadar ince, yola koyuldum. Bindiğim gece treni Santiago’ya varmak için bütün bir gece ve bir gün yol alacaktı. Üçüncü mevkide yolculuk ediyordum. Çeşitli bölgelerden, iklimlerden geçen ve daha sonraki yıllarda sık sık yolculuk ettiğim bu trenin bende tuhaf bir büyüsü vardır. Islak pelerinleriyle köylüler, tavuk kafesleri, hiç konuşmayan Arokanlar, eşya çıkınları, balyalar. Böyle üçüncü sınıf bir vagonda bütün bir hayat gözlerinizin önüne serilir. Birçoğu bilet almadan, sıraların altına girerek kaçak yolculuk yapardı. Bazıları da bilet için kontrolör geldiğinde ortalıktan kaybolur ya da pelerinin altında bir eşya çıkını biçimine girerek, yere çökerdi. Bu çıkının üzerinde hemen iki kişi iskambil oynamaya başlardı. Kontrolör bunu fark etmezdi.

Tren, ormanlarla kaplı tarlaları, meşe dolu yamaçları geride bırakır, odundan yapılmış evlerin, kavak ağaçlarının arasından geçer, Şili’nin merkezine, topraktan evlerin gitgide çoğaldığı köylere, kasabalara yaklaşırdı. Başkent ile köyümüz arasındaki bu tren yolculuğunu sık sık yapmışımdır. Ne zaman ormanlar, benim büyüdüğüm topraklar geride kalsa, içimi bir hüzün kaplar. Toprak evler, geçmişi olmayan ilçeler örümcek ağları ve sessizlikle dolu gibidir! Bugüne kadar ben, doğanın ve o zamanlar kaybettiğim soğuk ormanların şairi olarak kaldım.

Santiago’da bana, Maruri sokağı 513 numaradaki pansiyonu salık vermişlerdi. Bu numarayı hiçbir zaman unutmadım. Sayıları, tarihleri, yılları bile unutmuşumdur çoğu defa. Fakat 513 kapı numarasını, bundan uzun yıllar önce başkente geldiğimde pansiyonu bulamazsam, ne yaparım korkusuyla bu yaşıma kadar unutamadım gitti. Odamın önündeki balkona çıktım, Santiago’da akşam oluşunu seyrettim. Batan güneşin kırmızılığı altında, kentin dış mahallelerinin, ümitsiz bir görünüşü vardı.

Bu öğrenci pansiyonunda geçirdiğim yıllar, açlıkla geçen yıllardı. O günlerde yemek yemekten çok şiir yazardım. Tanıdığım şairler arasında açlıktan yatağa düşenler olmuştu. Dostluk kurduğum şairlerden biri Romero Murga, benim yaşımda, fakat benden daha iriydi. İnce ruhlu mısralarıyla birçok dinleyiciyi kendine bağlıyordu. Onunla birlikte başkent yakınındaki San Bernardo’ya gidip, şiirlerimizi okuyorduk. Bir defasında panayır zamanına rastlamıştım. Herkes neşe içindeydi. Toplantının yapıldığı salonda çiçek güzeli seçilmiş, orkestra melodiler çalmış, konuşmalar yapılmıştı. Ben sahneye çıkıp da, hüzünlü bir sesle şiirlerimi okumaya başlayınca, salondaki hava değişti. Topluluk öksürmeye, espriler yapmaya ve benim melankolik mısralarımla alaya başladı. Bunu fark edince, okumakta olduğum şiiri hızla bitirip, sahneden çekildim. Tuhaf bir toplantıydı bu. İriyarı Romero Murga benden sonra çıkıp, daha da hüzünlü bir sesle şiirine başlayınca, halktan, “Aç şairler! Çıkın buradan! Neşemizi kaçırmayın!” diye bağırmalar duyuldu.

Bir süre sonra, kabuğundan çıkan bir hayvan gibi Maruri sokağındaki pansiyonumdan ayrıldım, bu ine veda ettim. Denizi tanımak istiyordum. Dünya benim için koskoca bir denizdi. Santiago’nun sokaklarını tanımalıydım. Pansiyonumdaki insansız odamla üniversite arasında gide gele şehri doğru dürüst tanıyamamıştım.

Belki şimdi bir serüvene atılıyordum. Belki karnımın açlığını bundan sonra daha çok hissedecektim. Çünkü pansiyonu işleten aile, benim geldiğim yöreden olduğu için arada sırada birkaç patates ya da soğan veriyordu. Ancak bunları göze almalıydım, başka çarem yoktu. Hayat çağırıyordu beni, özgür olacaktım. Bana böyle geliyordu.

Yıkılmayacak kadar bir sağlamlıktaki ilk odayı bulur bulmaz, kiraladım. Argüelles sokağında, İnstituto de Pedagogia yakınlarındaydı. Bu grimsi sokağın bir penceresine “kiralık oda” tabelası asmışlardı. Ev sahibi, ön odalardan birinde oturuyordu. Beyaz saçlı, açık renk gözlü ve kibar görünüşlüydü ama onun bu görünüşü nedense benim biraz tuhafıma gitmişti. Cana yakın ve konuşmayı seven biriydi. Hayatını kadın berberliği yaparak kazanıyordu, ancak bu işini pek ciddiye almıyordu. Daha çok ilgisini çeken, bana anlattığına göre, bilinmeyen öteki dünyaydı.

Odayı kiraladım. Yorgundum. Temuco’dan yola çıkarken yanıma aldığım teneke bavulumdan kitaplarımı, birkaç elbisemi çıkardım ve kendimi yatağa attım. Biraz okuyup, uyumak istiyordum. Bağımsızlığımdan ve de tembelliğimden gurur duyuyordum şimdi.

Ertesi gün bu büyük binayı tanımaya çalıştığımda, her tarafta, hatta tuvalette bile aynı yazıyla yazılmış tabelalar gördüm: “Kendini bul. Sen bize haber veremezsin: Sen ölüsün.” Bunlar rahatsız edici ihtarlardı. Dolaştıkça her yanda görüyordum. Santiago’da o buz gibi kışlardan biri daha başlamıştı. Aradan elli yıl geçtikten sonra bir gün İlya Ehrenburg bana, yıllarını Moskova’nın soğuğunda geçirmesine rağmen, Şili’de olduğu kadar başka hiçbir yerde böylesine üşümediğini söylemişti. Santiago’da geçirdiğim ilk kışta odamın pencereleri buz tutmuş, mavi bir renk almıştı. Caddelerdeki ağaçlar buzdan ağaçlar olmuştu. Böyle bir eve kışın ortasında taşınmak akıl kârı değildi, hele duvarlardaki öteki dünya yazılarını okudukça!

Evin sahibi, kadın berberi ve öteki dünya düşünürü, bir gün bana bir delinin bakışlarıyla gözlerimi delercesine bir açıklamada bulunmuştu:

“Karım Charito dört ay önce öldü. Ölüler için zordur öteki dünya. Yaşamış oldukları mekânları ziyaret ederler. Biz onları görmeyiz, fakat onlar bizim kendilerini görmediğimizi fark etmezler. Bunu onlara anlatmalıyız, yoksa kendilerine önem vermediğimizi ve umursamadığımızı sanırlar. İşte bunun için Charito okusun diye bu tabelaları astım evin her yanına. Böylece ölü olduğunu anlayacak ve durumunu daha kolay kavrayacaktır.”

Kışın ortasında, bana düşmanımmış gibi gelen sokaklarda dolaşıp yeni bir ev aramalıydım. Yoksa bağımsızlığım tehdit ediliyordu. Bereket versin çok aramadan, aynı sokakta bir çamaşırhanenin üstünde başka bir oda buldum. Ev sahibi kadının öteki dünyayla filan bir ilişkisi olmadığı her halinden belliydi. Buz gibi bir iç avlu, ortasında her tarafını yosun kaplamış bir çeşme ve bir kenarda birkaç oda. Alçak tavanlı ve alçak pencereli bir odayı tuttum. Burada kalmaya kararlıydım.

Biz öğrenci şairlerin düzensiz bir yaşamı vardı. Ben taşra alışkanlıklarımı korumaya devam ediyordum. Odamda çalışıyor, şiirlerimi burada yazıyor ve ocağın üzerinde kaynayan çaydan durmadan içiyordum. Odamın dışındaki dünya, sokaklardaki hayat da beni her geçen gün çekmeye başlamıştı. İnsanlar kahve köşelerinde değil, taverna ve birahanelerde bir araya geliyordu. Ben de sohbetler ve mısralarla uzun geceler geçirmeye başladım o insanlarla. Öğrenimimi geri plana atmıştım.

Demiryolu şirketi, babama kalın gri kumaştan bir palto vermişti. Fakat o bunu hiç giymemişti. Paltoyu giymeye başladım. Şair dostlardan bazıları da benim paltoma benzeyen paltolar giymeye başladılar. Benimkini sonraları başkaları da giydi. Bu giyim eşyası, iyi giyimli bazı kişileri öfkelendiriyordu. Şili’de tango modasının yayılmaya başladığı günleri yaşıyorduk. Adımları, akordeonları ve ritmiyle her yere giriyordu bu yeni dans. Birbirleriyle çılgınca dans eden insanlar, şehre bir yeni gece hayatı getirdiler. Hatta bizim toplandığımız köşelere bile girdiler. Bu tipler bizim hayatımıza ve paltolarımıza da göz koymuştu. Fakat şairler her şeye dayandı.

O günlerde ateşli bir dulun beklenmeyen dostluğunu kazandım. Kısa zaman önce ölen kocasının matemiyle iri mavi gözlerini bir tülün gerisine saklamıştı. Kocasının çok yakışıklı, genç bir roman yazarı olduğunu öğrendim daha sonraki günlerde. Herhalde birbirlerine yakın bir çifttiler. Başak sarısı saçları, mükemmel vücudu, masmavi gözleriyle bir kadın, iriyarı ve atlet görünüşüyle bir erkek. Ancak genç romancı tutulduğu verem hastalığından kurtulamamıştı. Kadını tanıdıktan sonra anladım ki, penisilin öncesi bu dönemde, yalnızca hastalık, adamcağızın ölümünden suçlu değildi. Yakışıklı ve atlet görünüşlü kocayı kısa zamanda mezara yollamakta ateşli sarışının da rolü vardı.

Sırtındaki matem elbisesi koyu menekşedendi ve ona kar altındaki bir meyvenin görünüşünü veriyordu. Bu elbise bir akşam, çamaşırhanenin arkasındaki avluya açılan odamda yere düştü. Kar altındaki meyveye dokundum, her yanını iyice tanıdım. Doruk noktasına ulaşırken, gözlerini kapadı ve, “Ah, Roberto! Roberto!” diye inledi. İlginç bir dini töreni yaşıyormuş gibiydim. Kendinden geçen kadın, Tanrısına sesleniyordu.

Dul kadının karşısında ben korunmasız gençliğimle kendimi tehlikeye atıyordum. Beni çağırmaları gitgide sıklaşmaya başladı. Ateşli kalbi, benim vakitsiz mahvımın nedeni olacaktı. Bu kadar yüksek dozda aşka benim yarı açlığım dayanamazdı. Ve açlığım her geçen gün artıyordu.

Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum


Şili’de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Pablo Neruda annesini çok küçükken kaybetti. 13 yaşındayken yerel “La Mañana” gazetesindeki yazdığı makalelerle yazı hayatına adım atan şair, 1920’de “Selva Austral” isimli edebiyat dergisinde “Pablo Neruda” adıyla yazmaya başladı.
Serüvenlerle dolu bir hayatı geride bırakan ve İspanya’da gerçekleşen iç savaşa tanık olmasıyla iç hesaplaşmalarını, yaşadığı tarihi haber vermesi, yazdığı şiirleriyle lirik bir atılım yaparak dostlarına seslenişi, geçmişe ve yarınlara dair bir ant içme niteliği taşır Neruda’nın anıları.
Bu anılarda şairin yaşamının bütün duraklarını, şiirlerini yazma sürecini, başta Lorca, Alberti, Hernández, Eluard, Aragon, Nâzım Hikmet olmak üzere şair dostlarıyla ilişkilerini, Şili’nin cunta tarafından öldürülen lideri Alende’yi okuma ve tanıma olanağı sunuyor.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz