Özellikle Başbakan Erdoğan’da belirginleşen bu yeni toplum mühendisliği ve vesayet anlayışı, toplumu güdülmesi gereken sürü, kendini de çoban gören; çağdaş devlet yönetimi, paylaşımcı demokrasi, inanç özgürlüğü, başkalarının yaşam biçimlerine saygı gibi kavramlarla alâkası olmayan; dinî muhafazakârlığın imam anlayışı, padişahların kulluk anlayışıdır. Başkan babamız, çobanımız tabii ki bizim iyiliğimizi gözeterek (!) bize nasıl yaşamamız, nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini vaaz eder. En doğru inanç, en doğru yol onunkidir. Herkesin bu yolu izlemesi gerekir. Nasıl yaşayacağımıza, bizlere neyin yararlı neyin zararlı olduğuna, kaç çocuk doğurmamız, nasıl davranmamız gerektiğine, ne yiyip içeceğimize, vb. karar veren odur.
İnancıma, bedenime, yaşamıma karışamazsın!
Muhafazakârlık; millî, mânevî değerleri, kurumları, düşünceleri, âdet ve gelenekleri devrini tamamlamış, köhnemiş de olsalar, olduğu gibi koruma ve yaşatma çabası ve zihniyetidir. Bu açıdan bakarsak, Türkiye sağı da solu da, İslamcısı da Atatürkçüsü de, hepsi kendi değerleri çerçevesinde sapına kadar muhafazakârdır. Ancak din kökenli muhafazakârlık, insanların inanç dünyasının derinliklerine kök saldığı ve Tanrı korkusuna dayandığı için muhafazakârlığın aşılması en zor, bağnazlığa en yatkın olanıdır. Bu sadece İslamiyet açısından değil bütün semavî dinler açısından da böyledir. Toplumlar sekülerleştikçe, modern yaşam kültürü yaygınlaşıp egemen oldukça muhafazakârlık geriler.
AKP, 2002’de iktidara geldiğinde kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımladı. Aslında Müslüman demokrat sıfatını kullanmak isterdi ama gerek dünya gerekse Türkiye konjonktürü henüz elverişli değildi. Öte yandan, hakkını teslim etmek gerek, köhnemiş vesayetçi rejimi sarsmakta, asker-sivil Cumhuriyet oligarşisinin egemenliğine son vermekte, Kemalist Cumhuriyet’in reforme edilmesi gereken kurumlarını değiştirmekte hiç de tutucu değildi. Kendi iktidarını kurmak ve pekiştirmek için, asıl önemlisi de kendi ideolojik- kültürel modeline göre toplumu yeniden biçimlendirebilmek için, yer yer reformculuğu da aşan köklü hamlelerden çekinmedi. Ancak paradoks şu ki, şikâyet edip lanetlediği Kemalist toplum mühendisliğini ve tek tipleştirmeyi şiddetle eleştirirken, önce usul usul şimdilerde züccaciye dükkânına girmiş fil kabalığıyla Sünnî muhafazakârlık temelinde toplum mühendisliğine girişti. AKP’nin önde gelen kadrolarının kültürel-ideolojik- sınıfsal temelleri, dinin ve inancın derin dünyasına nüfuz edemeyen; yüzeysel, kalıplaşmış, biçimsel yorum ve pratiklerle sınırlı taşra/kasaba muhafazakârlığından başkasına olanak tanımıyordu. Kadınla, insan bedeniyle, hazla, neşeyle, rengârenk, çok sesli bir yaşamla barışamayan; mezarlıkların kapısına “Her fanî bir gün ölümü tadacaktır ürkütücü cümlesinden başka yazacak söz bulamayan; inancı, Tanrıyı, yaşamı, ölümü, umut ve aydınlık olarak değil, korku olarak yaşatan zihniyet…
İçki, sadece içki değildir beyler!
Bu yazı aslında son günlerde gündeme gelen içki yasağı/ içki yasası tartışmaları üzerine. AKP, açık açık “alkollü içkiyi yasaklıyorum” diyemediğinden, çıkarmaya çalıştığı yasalarla, düzenlemelerle, uygulamalarla (mesela THY’de pek çok hatta alkollü içki servisinin kaldırılması) içki içmeyi gizli saklı yapılacak, ayıplı günahlı bir iş haline getiriyor. İçki içenleri kötü alışkanlıkları olan düşkün insanlar olarak gösterip aşağılıyor. Öte yandan sadece belli yerlerde, lüks otellerde, restoranlarda, turistik tesislerde içilebilmesine imkân tanıyarak, olağanüstü vergilerle de pahalılaştırarak küçük bir mutlu azınlığın ayrıcalığı kılıyor.
“Meyhaneleri mi savunuyorsun, gençliği alkolle zehirlemeye mi çalışıyorsun, halkın sağlığını hiçe mi sayıyorsun !” çığırtkanlığına pabuç bırakmam. Evet, meyhaneleri ve içkiyi savunuyorum: Çünkü içki sadece içki değildir; dünyevi olandan haz alan, onu sanatsal yaratıcılığa dönüştüren, kadın-erkek eşit düzlemde toplumsallaşmayı, kadınla erkeğin her alanda birlikteliğini öngören rengârenk, cıvıl cıvıl, çok sesli, yaratıcılığa açık bir yaşam kültürünün parçasıdır. Benim de dahil olduğum bu yaşam kültüründe, tabii ki isteyen içer, isteyen içmez, bu kişisel bir tercihtir. Üstelik, içmeyen içenden çoktur. Kimse içmeye zorlanamaz ama içmesi de yasaklanamaz. İçki, dinî (Sünnî) muhafazakâr yoruma göre ise, haramdır. Bu yüzden de yasaklanması caizdir. Kimse takiyyeye, arkadan dolaşma yöntemlerine, farklı gerekçelere sığınmaya yeltenmesin, bu konudaki kısıtlama ve yasaklar, tartışma kabul etmez biçimde dinî -ideolojik dayatmadır.
Alkolizmle içki ve yemek kültürünü birbirinden ayırmaktan aciz olan AKP’li muhafazakâr beylerin şu sırada yapmak istedikleri, gençliği ve halk sağlığını alkolden korumak veya alkolizmle mücadele değil, düpedüz kendi inançları ve İslamcı muhafazakâr yaşam kültürleri çerçevesinde toplumu “haramdan” uzak tutmaya çalışmaktır. Amaç sağlığı korumak olsaydı yasaklama önceliğinin, çok daha fazla zararlı olduğu bilinen kola türü içeceklerde, vb olması gerekirdi. Üstelik Türkiye bazı kuzey ülkeleri ya da Rusya gibi içki problemi yaşayan bir ülke değil. Kişi başına alkollü içki tüketimi yılda 1,5 litreyi geçmiyor. Alkolün neden olduğu trafik kazalarının oranı bütün trafik kazalarının yüzde 4,5’u. Alkolizm toplumun hiç de öncelikli bir sorunu değil. Üstelik hem gözlem hem de tespit: genç kuşaklar, ağırlıklı olarak alkol değil kola, eis-tee, fest-food bağımlısı.
Uzun lafa hiç gerek yok, sadece alkol meselesinde değil yaşamı ilgilendiren pek çok konuda atılmaya çalışılan adımlar; Kemalist toplum mühendisliğinden, yaşam tercihlerine karışılmasından, inançlarını özgürce yaşayamamaktan haklı olarak şikâyet eden dünün mağdurlarının, bugün iktidara geldiklerinde toplumu kendi inanç, ideoloji ve yaşam kültürleri çerçevesinde dizayn etme çabasıdır.
Toplum sürü, sen çoban değilsin
Özellikle Başbakan Erdoğan’da belirginleşen bu yeni toplum mühendisliği ve vesayet anlayışı, toplumu güdülmesi gereken sürü, kendini de çoban gören; çağdaş devlet yönetimi, paylaşımcı demokrasi, inanç özgürlüğü, başkalarının yaşam biçimlerine saygı gibi kavramlarla alâkası olmayan; dinî muhafazakârlığın imam anlayışı, padişahların kulluk anlayışıdır. Başkan babamız, çobanımız tabii ki bizim iyiliğimizi gözeterek (!) bize nasıl yaşamamız, nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini vaaz eder. En doğru inanç, en doğru yol onunkidir. Herkesin bu yolu izlemesi gerekir. Nasıl yaşayacağımıza, bizlere neyin yararlı neyin zararlı olduğuna, kaç çocuk doğurmamız, nasıl davranmamız gerektiğine, ne yiyip içeceğimize, vb. karar veren odur.
Ama hop dedik! Bölük dur, Rizeli Recep sen de dur. Geçmişte, apoletli apoletsiz başka çobanların sizin inançlarınıza, yaşam biçimlerinize müdahale etmelerine, sizleri ve bütün halkı koyun saymalarına, iktidarınızı engellemek için darbeler, komplolar düzenlemelerine karşı çıkanlardanım. Mağdur olduğunuz dönemlerde hak ve özgürlükleriniz için yanınızdaydım, bu yüzden de şimdi alnım ak, komplekssiz konuşma hakkına sahibim. O günlerde, “Ama onlar iktidara geldiklerinde senin özgürlüklerine, senin yaşam biçimine saygı göstermeyecekler”, diyenlere, “Mümkündür, ama gerçekten demokratsak, herkes için adalet ve özgürlük istiyorsak, darbecilerin, vesayetçilerin toplumun bir kesimini mağdur etmelerine izin vermemeliyiz. Gün gelip de yeni muktedirler benim inanç ve düşünce özgürlüğüme, yaşam biçimime müdahaleye yeltenirlerse, bu defa onlara karşı mücadele ederiz,” diyordum. Bugün de aynı şeyi söylüyorum. Mağdurların hak ve özgürlüklerini korumak, kendi hak ve özgürlüklerimi, kendi inançlarımı veya inançsızlığımı, kendi yaşam biçimimi korumaktan vazgeçmek anlamına hiç gelmiyor
Anayasaya vicdan hürriyeti, inanç hürriyeti yazmakla bitmiyor bu işler. İnanç ve vicdan hürriyeti demek kişinin inancı doğrultusundaki yaşam biçimine müdahale edilmemesi demektir. İsteyenin rakı, isteyenin ayran içmesine; isteyenin örtünüp isteyenin açılmasına, isteyenin istediği cinsel tercihte bulunup bedenini istediği gibi kullanmasına devletin karışması değil, karışılmaması için müdahil olması demektir. Sizin inancınız içkiyi haram sayabilir, kadınların örtünmesini emredebilir, kadınla erkeğin toplum yaşamında eşit olmasını, birlikte görünmelerini, birlikte eğlenmelerini sakıncalı görebilir, vb… vb… İnancınıza, yaşamınıza, ahlâk anlayışınıza -doğru bulmasam da- saygılıyım, karışma hakkını kendimde görmem. Karışmaya kalkışanlara karşı yanınızda yer alırım. Ama sizin inançlarınızın gereklerini, yasaklarını kabul etmeye, sizin tasavvurunuza göre yaşamaya hiç mecbur değilim. Topluma karşı bir suç işlersem, cezası mevcut yasalarda yazılıdır. Çevreyi rahatsız edecek kadar aykırı davranışlarım olursa toplumun ayıplaması veya dışlaması ile karşı karşıya kalırım. Devletin/ iktidarın görevi kamu düzenini, herkesin özgürlüğünü, herkesin kendi doğru bulduğu şekilde yaşamasını sağlayarak korumaktır. Bunun için belli konularda özendirici olunabilir, ama yasaklayıcı olunamaz. Yasaklayıcı olunduğunda rejimin adı değişir.
“Ben, ben” diye konuştuğuma da bakmayın, size haber vereyim ki ben milyonlarım, bu toplumun en az yarısıyım. Sufî geleneğin derin izlerini barındıran, neoliberal urba kuşanmış muhafazakâr siyasal “İslamcılığın” değil gönül Müslümanlığının yurdu olan bu topraklarda, insanlar toplum mühendislerinin kendi projeleri çerçevesinde biçtikleri gömlekleri giymekten bıkıp usandılar. Her kesimden fanatikler ve muktedirler bir yana, bu toplumun çoğunluğu: inançlısı, inançsızı, artık Onuncu Köy’de buluşmak, huzur içinde özgürce yaşamak istiyor. Ben inançlı dostumun iftar masasını o benim çilingir soframı aynı yürek genişliğiyle hazırlayabildiğimizde; ben inananların inanç özgürlüğü için, onlar benim inanmama özgürlüğüm için bütün muktedirlere ve diktatörlere karşı ortak mücadele edebildiğimizde, işte o zaman bu ülkeye gerçek barış gelecek.
İçki, alkol tabii ki sadece sembol, sadece mecaz. Anlayana bayram, anlamayana ayran. Bu topraklarda yaşayanlar yüzyıllardır suyu yoğurda katıp ayran yapmayı da rakıya katıp bayram yapmayı da bildiler. Yine bileceklerdir.
Oya Baydar
22.05.2013, T24