Türkiye’nin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan son on yılda neleri başarmış olursa olsun şu anda ülkesinin sıkıntılı demokrasisini imha etmekte. Bu, Türkler ve Türkiye’nin Batılı müttefikleri için çok derin bir sorun. Konuşmanın kısa vadeli bazı çıkarlara zarar vereceği korkusuyla sessiz kalmak, Türkiye’nin uzun vadeli istikrarını riske atıyor.
Geçen ay polis yolsuzluk suçlamasıyla Erdoğan hükümetine yakın 50 kişiyi tutukladı. Bunlar arasında önde gelen bazı iş adamları ve bakan çocukları da vardı. Her ne kadar Türk hükümetlerinin sabıkasında rüşvet yeni bir şey değilse de, şimdi eşi görülmemiş suçlamalar söz konusuydu. Rüşvet hükümetin yüksek kademelerine uzanıyordu ve yalnızca iç hukuk ihlallerini değil İran’a yönelik yaptırımlarla ilgili büyük kaçakları da içeriyordu.
Erdoğan bu suçlamaların titiz bir incelemeye tabi tutulmasını sağlayacağı yerde, onları örtbas ediyor. Davanın baş savcısının ve ülke çapında 3 bin kadar polisin yerini değiştirdi. Zayıf bir yargı üzerinde hükümet kontrolü kurmaya girişti. Polisin bağımsız araştırma yürütme kapasitesini sınırladı. Gazetecilerin dava ile ilgili haber yapmasını engelledi ve hasımlarını, özellikle de bir zamanlar Erdoğan’ın müttefiki olan güçlü dini lider Fethullah Gülen’in takipçilerini, imha etmek için bir medya kampanyası başlattı. Ve geçen yaz hükümet karşıtı protestolar patlak verdiğinde yaptığı gibi, olayları kendisine karşı büyük bir komplo olarak tanımlıyor. Aynı zamanda diğer muhalefet partilerini ve yabancı güçleri de bu suçlamaya dahil etti ve hatta ABD büyükelçisini sınır dışı etmekle tehdit etti.
Bunlar basitçe bir skandalı savuşturmak isteyen bir politikacının eylemleri değil. Erdoğan bu iddiaları muhalefeti zaptetmek ve Türkiye üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak için suiistimal ediyor.
Erdoğan’ın taktikleri yeni değil. Bir meydan okumayla karşı karşıya kaldığında Erdoğan’ın adeti karşıtlarıyla anlaşmaktan çok onları imha etmek oldu. Ordunun politik etkisini etkin bir şekilde bertaraf ettikten sonra, Erdoğan diğer güç merkezlerinin yani medyanın, iş adamlarının ve sivil toplumun üstüne gitmişti. Şimdi de güçlü ve siyaseten etkin bir cemaat olan Gülencileri hedef alıyor. Başbakan, ister gerçek ister imalat olsun krizleri hukukun altını oymak için değerlendirdi.
Geçen yılki Gezi Parkı protestoları ve şimdiki skandal ne yalıtık iç çalkantılardı ne de basit politik iç kavgalar. Bunların açığa çıkışı ve hükümetin tepkisi, giderek otoriterleşen ve kendi yönetimine karşı direnişi bastırmak isteyen bir hükümetle laik liberallerden muhafazakar Gülencilere kadar uzanan muhalefet hareketleri arasındaki bir mücadelenin belitileriydi.
Mücadele şimdi yeni bir faza geçti. Türkiye Mart’ın sonunda önemli bir yerel seçime gidiyor ve bunu da cumhurbaşkanlığı ve genel seçim süreci izleyecek. Erdoğan cumhurbaşkanlığına aday olduğunu ya da yeniden başbakan olarak seçilmeyi hedeflediğini açıklamış değil ama Türkiye’yi yönetmeye devam etme niyetinde. Söz konusu iddialar ve onun müteakip tepkileri oy oranlarını düşürebilir; bunlar muhalefet partilerine yeni bir hayat verdi.
Türkiye’nin demokratik gerilemesi ABD açısından baskı oluşturan bir açmaz yaratıyor. Erdoğan’ın mevcut yolu Türkiye’yi kusurlu bir demokrasiden bir otokrasiye götürebilir. Yakın bir müttefik ve NATO üyesi açısından böylesi bir geleceğin ortaklığımız, ABD’nin kuşatılmış güvenilirliği ve bölgedeki demokrasi beklentileri üzerinde çok derin sonuçları olacaktır.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, geçenlerde Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu da yanına alarak bir açıklama yaptı. Kerry, ABD’nin Türkiye’nin iç işlerine karışmayacağını ve ikili ilişkilerden duyduğu memnuniyeti vurgulayarak ABD’nin demokrasiye ve hukuk ilkelerine bağlılığını vurgulayan bazı makul ve genel açıklamalarda bulundu. Şaşırtıcı olmayan biçimde, Davutoğlu da bunlara katıldığını söyledi.
Erdoğan’ın bir ABD müdahalesi varsayımından söz etmesi Washington’u zor durumda bırakıyor: Eğer ABD skandalla meşgul olsa, bu onun suçlamalarını haklı çıkarır ve onun etrafında daha fazla destekçi toplanmasını sağlar.
Olumsuz gelişmelerle ilgili olarak ABD’nin Erdoğan yönetimine karşı yaklaşımı bugüne kadar çoğunlukla kamusal sessizlik, nadiren de özel fırçalamalar biçiminde oldu. Partilerüstü Politika Merkezi’nin yakın zamanda yayımlanan bir raporunda savunduğumuz gibi bu strateji işe yaramadı. Bu strateji ne Erdoğan’ın ABD politikasından sık sık ayrışan dış politikası üzerinde etkili oldu ne çatışmacı söylemini ılımlılaştırdı ne de daha az düşmanca bir iç politikaya yol açtı. İşin aslı, bütün bu yıllar boyunca ABD’nin sessizliği Erdoğan’ı cesaretlendirdi.
ABD’li politika yapıcılar Erdoğan’ın diktatöryal eğilimlerinin korkunç etkileri ile karşı karşıya gelme konusundaki isteksizliklerini bir kenara bırakmalı ve Türk lidere ABD’nin Türkiye’nin politik istikrarına ve demokratik zindeliğine verdiği önemini hatırlatmalı. Özellikle etkileri göründüğünden daha fazla olduğu için: Türkler ABD’ye güvenmemekle birlikte onunla anlaşmazlık içinde olmak da istemezler.
Erdoğan Türkiye’nin ABD ile ortaklığını ve Başkan Obama ile kişisel yakınlığını kendi meşruiyetini parlatmak için suiistimal etti. Son davranışlarına yönelik ABD’den gelen kınamalar –kimisi açıktan ama daha çoğu özel olarak ve çok daha sert- Erdoğan’ın tutumunu sertleştirebilir. ABD’nin Türkiye üzerindeki çıkarları ne kadar önemli olursa olsun, ne sessizlik ne de yavan sözler Erdoğan’ın politik düşüşünü engelleyebilir.
Erdoğan Türkiye’nin demokrasisine büyük zarar veriyor. ABD hem özel olarak ve hem de kamusal olarak şunu açıkça söylemeli: Erdoğan’ın aşırı davranışları ve demagojisi Türkiye’nin politik kurumlarını ve değerlerini alt üst ediyor ve ABD-Türkiye ilişkisini tehlikeye atıyor.
Morton Abramowitz, Eric Edelman & Blaise Misztal
Kaynak: Washington Post
* Morton Abramowitz ve Eric Edelman ABD’nin eski Türkiye büyükelçileri ve Washington merkezli strateji kuruluşu Partilerüstü Politika Merkezi’nin Türkiye Masası’nın eşbaşkanları. Blaise Misztal ise bu merkezde dış politika direktörü.