Bir Hayat Hikâyesi Denemesi
İstanbul adlı kitabımın bir yarısı şehirden söz eder, bir yarısı da yirmi iki yaşıma kadarki hayat hikâyemdir. Kitabı yazıp bitirdiğimde, aşırı bir hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. Kendi hayatımda anlatmak istediğim, vazgeçilmez bir hatıra olarak gördüğüm şeylerin onda birini bile istanbul’a koyamamıştım. Yirmi iki yaşıma kadarki hayatımı özetleyen ve bambaşka hatıralarla kurulmuş yirmi cilt anı daha yazabilirdim. Otobiyografinin bir hatırlama yolu değil, unutma biçimi olduğunu o zaman anladım.
1952’de İstanbul’da doğdum. Dedem demiryolu inşaatlarından çok paralar kazanmış, fabrikalar kurmuş başarılı bir mühendis ve işadamıydı. Babam da aynı şeyleri yaptı hayatta, ama para kazanmak yerine hep kaybetti. İstanbul’da özel okullarda liseyi bitirdim, üç yıl mimarlık okuduktan sonra yazar olmaya karar vererek bıraktım. Yedi ile yirmi iki yaşım arasında ressam olmak istemiştim. Çocukluk ve ilkgençlik yıllarımda ciddi bir şekilde, istekle, mutlulukla resim yaptım. Resme devam etmedim, ama sanatçı hayatından başkasını yaşamayacağımı da yirmi iki yaşımda biliyordum. Anlayamadığım bir nedenle, yirmi iki yaşımda resim yapmayı bırakıp ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazmaya başladım. Anlayamadığım bu nedeni, yıllar soma anlamak için istanbul adlı kitabımı yazdım.
Elli dört yaşıma kadarki hayatımı düşününce, bir masaya oturup durmadan mutluluk ve mutsuzlukla çalışan biri geliyor gözümün önüne. Kitaplarımı özenle, sabırla, iyi niyetle ve onlara hep inanarak yazdım. Başarı, ün, mesleki mutluluk.. Bunlar kolay gelmedi. Şimdi kitaplarım elli beş dile çevriliyor, ama en çok ilk kitabımı Türkiye’de yayınlatabilmek için uğraştım. Türkiye’de, ilk kitabım Cevdet Bey ve Oğullarını yayınlatabilmek için dört yıl yayıncı aradım. Yayınlanmamış romanlara verilen bir ödülü kazanmış olmasına rağmen…
ilk kitabımın yayınlandığı günlerde, 1982de Aylin Töregün ile evlendim, istanbul’un aynı Batılılaşmış, zengince mahallesinde, benimle aynı sokaklarda büyüyüp aynı okullara daha birbirimizi tanımadan önce gitmiş biriyle evlendiğim için, bir Türk gibi “Köyümden bir kız ile evlendim,” diye takılırdım ona. 1991’de bir kızım oldu. Kara Kitap’ın kahramanı Rüya’nın adını verdik ona.
Hayatta yazı yazmaktan başka bir iş yapmadım. 1985 ile 1988 arasında, karım orada doktora yaptığı için New York’ta, Columbia Üniversitesi’nde misafir araştırma görevlisi olarak bulundum. Amerikan kütüphanelerinin, kitapçılarının, müzelerinin zenginliği beni hep heyecanlandırmıştır. Karımdan 2002 yılında ayrıldım. Hâla en iyi arkadaşlarım o ve kızımdır. 2006 yılında, Nobel Ödülü’nü almadan bir ay önce, Columbia Üniversitesi’nde senede bir dönem ders vermeye başladım.
Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakaleme bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca islediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.
Sessiz Ev adlı romanımda uykuyla uyanıklık arasındaki bu bölgeye babaannenin monologlarıyla girmeye çalıştım. Beyaz Kale’de aynı duygu, rüyalar ile gerçeklik, hayal ile tarih arasındaki iç içe geçme gene vardır. Ama kendi sesimi asıl bulduğum roman, 1985’te yazmaya başladığım Kara Kitap’tır. Otuz üç yasımda, New York’ta iken kim olduğum, geçmişim, kendi kimliğim hakkında güçlü sorular yönelttim kendime. Columbia Üniversitesi kütüphanesindeki odamda durmadan okuyor, yazıyordum. New York’ta, İstanbul’a duyduğum özlem ile geçmiş Osmanlı İran Arap Müslüman kültürünün harikalarına duyduğum ilgi aklımda birbirine karıştı. Hem uzun uzun tasarlayarak, hem de tam ne yaptığımı bilmeden, el yordamıyla, kör gibi ilerleye ilerleye yazdım bu kitabı. Hâla da nasıl yazmış olduğuma şaşarım.
Çünkü bunu yazdığım Nisan 2007’de, elli dört yaşımda, kendi hayatımın yarısını çoktan geçtiğimi biliyorum, ama otuz iki yıllık yazarlık hayatımın tam ortasında olduğuma da inanıyorum. Annemi ve diğer okurları bir kere daha şaşırtacak kitaplar yazacağım bir otuz iki yıl daha olmalı önümde.
Babam
Gece geç vakit eve geldim. Babamın öldüğünü söylediler. Çocukluğumdan kalan bir görümü, evde onu sonla görüşüm, incecik bacakları içime acıyla işleyerek aklıma takıldı.
Gece saat ikide onu son bir kere görmeye evine gittim. “İçeride odada,” dediler, oraya gittim Çok sonra dönüşle, sabaha karşı, elli yıldır yaşadığım Nişantaşı’nın sokakları boş ve soğuktu, vitrin ışıkları uzak ve yabancıydı.
Sabah uykusuz ve bir rüyadaymış gibi telefonlarla, ziyaretçilerle konuştum, bürokratik işlemlere daldım, Ölüm ilanını yazarken gelen notlara, ricalara, dileklere, küçük tartışmalara kendimi kaptırınca, bütün ölümlerde neden cenaze töreninin ölümün kendisinden daha önemli oluverdiğini anladığımı sandım.
Akşamüstü islenilen yapmak, mezarı hazırlamak için Edirnekapı Şehitliği’ne gittik. Ağabeyim ve amcaoğlu mezarlığın küçük yönetim binasına gidince, taksinin ön koltuğunda şoförle yalnız kaldık. O zaman şoför beni tanıdığını söyledi.
“Babam öldü,” dedim ona. Ve hiç beklemediğim, tasarlamadığım bir şekilde ona babamı anlatmaya başladım. Babamın çok iyi bir adam olduğunu, daha önemlisi, onu çok sevdiğimi anlattım. Güneş batmak üzereydi. Mezarlık boş ve sessiz…
Orhan Pamuk
Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat