“Ömrüm boyunca para kazanmaya çalıştım, ömrüm boyunca da para sıkıntısı çektim. Hele şimdi her zamankinden çok… Öylesine sıkıntıdayım ki kendimi asmaya hazırım… Ne borçlarımı ödeyebiliyorum, ne de yol param olmadığı için çekip gidebiliyorum…”
Küçükken gördüğü bir rüyayı hatırlar durmadan. Resimlerden tanıdığını sandığı bir canavar vardır sokakta. Evlerinin penceresinden ne zaman baksa, canavarın onların evine baktığını görür ve hemen yatağına koşar, battaniyesinin altına girer. Uyuyamaz, ama rüyasında canavarın ne yaptığını izleme olanağı vardır. Bazı sesler duyar kapının önünde, canavar bir çocuktan söz etmektedir: “Ona bir emanetim var, ulaştırmam gerekiyor, sanırım doğru adresteyim. Biraz önce pencerede gördüm onu…” Çocuk şaşırır kendisinden söz edilmesine, fırlar yataktan, ama temkinlidir pencereye yaklaşırken. Perdenin arkasından hafifçe süzer sokağı, canavarın elindeki pakete takılır gözü, geri çekilir. İçerden annesinin sesini duyar, mutfağa koşar, hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısını eder, canavardan tek söz etmez, hayatı boyunca emanetin ne olduğunu merak edecektir. Kimsenin anlamayacağı şeylerden kimseye söz etmemeyi o gün öğrendiğini yazar yıllar sonra.
* * *
Halka açık yerlerde, yoksulluk içinde yaşar, yiyeceğini dilenerek toplar Diyojen. Tek amacı, kişinin en kısıtlı yaşam koşularında bile mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermektir. Bunun kaynağı bilgeliktir. Bilgeliğe değer vermenin önemini vurgular sürekli olarak. Elinde fener, dürüst bir adam aradığını söyler soranlara. Simgeler onun yaşamına dönüşmüştür adeta. Herkesin hemfikir olduğu uygarlık değerlerini gereksiz, anlamsız ve saçma bulur. Sadeliği yakalamak için toplumdaki yapaylıkları, gelenekçiliği reddeder, doğallığa karşı olan her şeye karşı çıkar, ama kimseye kendisi gibi yaşamasını öğütlemez.
O sadece gösteren olmuştur.
Diyojen bir gün çeşmeden avucuyla su içen bir çocuk görür ve, “Bu çocuk bana fazla eşyam olduğunu öğretti,” der, su çanağını kırar.
* * *
Diyojen’e bir adamın ne kadar akıllı olduğunun nasıl anlaşıldığını sordular. Yanıtı kısa oldu; “Konuşmasından,” dedi.
Bir soru daha sordular, “Peki adam ya hiç konuşmazsa?”
Diyojen’in yanıtı bu kez şöyle oldu: “O kadar akıllı olanı henüz yok dünyada.”
* * *
Aziz Paulus Kalesi’ndeki bir hücrede dört ay kalır Dostoyevski, bir suikasta karıştığı düşünülmektedir. Ve bir sabah tanyeri ağarırken, dokuz arkadaşıyla birlikte ölüm yolculuğuna çıkar. Yaşamla ölüm arasında geçirdiği korkunç geceler artık sona mı erecektir? İdam gömleği giydirilir, elleri ve ayakları direğe bağlanır, gözleri kapatılır. Artık gökyüzüne de bakamayacaktır. Suçsuz olduğunu bile unutmuştur. Kaderin ona hazırladığı son sahne, ölüm fermanının okunması, davulların çalmaya başlamasıyla bileklerini kanatırcasına sıkan iplerle vücudunu sarar, zaman umutsuz bir çınlamayla beynini titretir.
Ve bir beyaz mendil her şeyi değiştirir bir anda, ölüm cezası Sibirya’da hapis cezasına çevrilmiştir. Dostoyevski’nin ikinci hayatının başladığı an…
* * *
Bir melek avare bir gezgin kılığına girer, Fransisken tarikatı manastırının kapısını çalar. Fakat kapıyı öyle gürültülü çalar ki, kardeşleri iyice sinirlenirler ve kapıyı açan keşiş: “Nerden geliyorsun sen kuzum, böyle saygısızca kapı çalınır mı hiç?” der. Melek, nasıl çalması gerektiğini sorduğunda da, “Aralıklı olarak üç defa çalar, sonra beklersin. Kapıyı açacak olana duasını bitirecek kadar zaman bırakmak gerek. Bu kadar zaman geçer de gelmezse, kapıyı yine çalarsın.”
Melek: “Evet ama, işim çok acele,” der.
Andre Gidé, “Dostoyevski de bu meleği hatırlatır bana,” der.
* * *
Gençlik arkadaşı Riesenkampf, büyük yazarı şöyle anlatır: “Dostoyevski öyle bir adamdır ki, onun yanında ömür süren herkes çok rahat eder ama kendisi ömrü boyunca züğürt kalacaktır.”
Nietzsche, Dostoyevski için, “Psikolojide bana bir şeyler öğretmiş tek insandır,” der.
“Cehenneme gidersem muhakkak ki günde on mektup yazarak günah işlediğim için gideceğim…
“Ömrüm boyunca para kazanmaya çalıştım, ömrüm boyunca da para sıkıntısı çektim. Hele şimdi her zamankinden çok… Öylesine sıkıntıdayım ki kendimi asmaya hazırım… Ne borçlarımı ödeyebiliyorum, ne de yol param olmadığı için çekip gidebiliyorum…”
* * *
Borges, ondan bahsederken şöyle der: “Chesterton, bir Edgar Allan Poe ya da bir Kafka olabilirdi, ama çok şükür Chesterton olmayı yeğledi.” Kahramanı Peder Brown öyküleriyle polisiye türünde eşsiz yapıtlar sunan Chesterton, ayrıca biyografileriyle de dikkati çeker. Özellikle Anglikan Kilisesi’nden ayrılıp Katolikliği seçtikten sonra, yapıtlarında dini savunma belirgin olarak göze çarpar. Şişmanlığı da dillere destan olan Chesterton, bir gün otobüste kalkıp üç kadına yer vermiştir.
Yıllar sonra Peder Brown’u sinemada canlandıran Alec Guinness de, çekimler sırasında Chesterton’dan o denli etkilenir ki, o da Katolik olur.
Mehmet Güreli
Hayaller ve Sokaklar
* Cervantes