Nasıl oldu da Britanya, koca Güney Asya alt-kıtasını bir avuç yöneticiyle, askeri birlikle ve teknisyenle yönetebildi? Yalnızca yönetenlerin güvenini değil, yönetilenlerin buna uyum sağlamalarını nasıl anlamalıyız? Avrupa sömürgeciliğinin çöküşünden yarım yüzyıl sonra neden alternatif bir kalkınma modeli yakalanamamıştır?
Nasıl oluyor da sözüm ona Birinci Dünya’daki kitlesel mal ve hizmet üretimimizin önemli bir bölümü, işçiye hafta sonu geldiğinde bir ödeme çekinden başka hiçbir şey sunmayan çalışma düzenlemeleri altında gerçekleşiyor? İnsanların, diğer bütün anlamlardan yoksun bir şekilde çalışmayı sessizce kabullenmesini nasıl anlamalıyız?
Sovyet rejiminin ilk yıllarında neden milyonlarca insan sıkı biçimde disipline sokulmayı, kan dökülerek gerçekleşen bir kolektifleştirmeyi ve daha beter süreçleri kabul etmekle kalmayıp büyük bir hevesle benimsedi? Bu nasıl mümkün oldu?
Son olarak, tüm bilgimize rağmen Three Mile Island, Çernobil ve Bhopal nasıl olup da günlük hayatımızda kullandığımız sözcükler haline geldi?
Yanıt vermeye küçük bir hikâye anlatarak başlayayım. Birkaç ay önce arabamla Cambridge’ten Batı Massachusetts’e giderken, Ulusal Radyo’nun “All Things Considered” programındaki en önemli haber, New England’da nükleer santraller kurmak ve işletmek için oluşturulan konsorsiyumun, ülkenin en eski nükleer santrali olan Yankee Rowe’u kapatmaya karar vermiş olmasıydı. Konsorsiyum, hâlâ güvenli olarak işletilebileceğini kanıtlamak için Ulusal Düzenleme Komisyonu’nun talep ettiği kanıtları sunmaktansa, bu sorunlu çocuğu kapatmaya karar vermişti. Şirketin sözcüsü ısrarla kararın tümüyle ekonomik olduğunu, nükleer karşıtı aktivistlerin yaptığı baskının sonucu etkilemediğini söyledi. Kimsenin buna kandığını düşünmüyorum: Komisyon’un talebine uymanın doğuracağı yüksek bedel, doğrudan aktivistlerin konsorsiyuma uyguladığı baskıyla oluşmuştu.
İlk tepkim sevinmek oldu –bu tartışmanın tüm katılımcılarının ve okurlarının çoğunun tepkisi de muhtemelen böyle olmuştur. Ama hemen ardından niçin bu kadar mutlu olduğumu sordum kendi kendime. Nükleer enerjinin yerine geçecek daha üstün alternatiflerin mevcut olduğunu ileri sürecek bilgiye elbette ki sahip değildim. Ayrıca kendi ailemin ne kadar enerji tükettiğini bildiğim için –evde yaklaşık iki yüz dolar, benzin almak için de ayda yüz dolar– enerji tasarrufu vaaz edecek durumda da değilim. Ayda üç yüz dolarlık harcamamız dört yıl öncesine oranla belki yüzde 20’lik bir azalmayı temsil etse de durum bu. Peki nükleer enerji sektörünün bir başka yenilgiye, belki de son yenilgisine uğraması beni niçin bu kadar gururlandırmıştı?
Bu sorunun yanıtını uzun uzadıya aramam gerekmedi. Hemen fark ettim ki asıl heyecan verici olan, bizatihi nükleer enerjiyi yenmiş olmak değil, sürekli bize daha bilgili oldukları için kendilerine güvenmemiz gerektiğini söyleyen o uzmanları, o insanları yenmekti. Yankee Rowe’un kapatılması ne enerji tasarrufu açısından, hatta ne de geleneksel enerji açısından bir zaferdi; bütün engellere karşın kendi dünya görüşlerinin üstün gelmesini sağlamak için direten sıradan insanlar için bir zaferdi.
Elbette bu, meseleyi fazlasıyla basitleştiriyor. Aktivistlerin arasında, Ulusal Düzenleme Komisyonu’nun karşısında kendi görüşlerini destekleyen argümanlar öne sürebilecek epeyce erkek ve kadın uzman olmalıydı. Ama bu insanların hiçbiri, ne “onların” ne de “bizim” uzmanlarımız, asıl meseleyle ilgili olarak bir iman sıçramasının ötesine geçemediler. Nükleer enerji taraftarları teknolojiye ve daha güçlü teknolojilerin icat edilmesi olasılığına inanıyorlardı; teknolojinin ve teknolojik yenilenmenin tanrıları geçmişte bizi hayal kırıklığına uğratmadıklarına göre gelecekte de uğratmayacaktı. Ya da daha basitçe söylemek gerekirse, İlerleme Makinesi bozulmazdı; bu nedenle tamir etmeye gerek yoktu. “Bize güvenin,” diyorlardı.
Nükleer enerji karşıtları içinse, bu durum her şeyin yolunda gittiği bir Rus ruleti oyununu uzatmaya çalışmak kadar saçmadır –insan ancak bir yere kadar şanslı olabilir. Makine yalnızca çalışıyor gibi görünmektedir.
Nükleer enerji taraftarları da karşıtları da, argümanın her iki tarafındaki büyük belirsizliklerin farkında değil gibi görünüyorlar. Üzerinde anlaştıkları tek şey, kanıtlama yükümlülüğünün diğer tarafta olduğudur. Her biri, diğer tarafın kendi davasını kanıtlayamadığını öne sürerek zafer ilan ediyor. Taraflardan hiçbiri –ister Makine’ye isterse Makine’nin sınırları olduğuna duyulan inanç olsun– kendi görüşünün neredeyse tamamen inanca dayandığını fark etmiyor.
Bir inancı diğerinden kat kat tehlikeli kılansa onun kozmolojik iddialarıdır. İlerleme Makinesi’ne duyulan inanç, evrenselciliği açısından dışlayıcı olan, yani bilginin kendi tekelinde olduğu iddiasıyla bireyleri, sınıfları ve koskoca kültürleri marjinalleştiren bir kozmolojinin temel unsurudur. Böylece başlangıç noktama geri dönmüş oluyorum: Sömürgecilik ile kalkınmayı, kapitalizm ile komünizmi, ekonomi ile çevresel felaketi birleştiren şey, bu kozmolojiyi paylaşmalarıdır –kökleri belirli bir bilgi ideolojisinde yatan bir kozmolojidir bu. Bu ideoloji, bilginin tek bir türü olduğunu, yalnızca tek bir sistemin bilgi adını almaya layık olduğunu, Tek Doğru Sistem tarafından onaylanmadığı sürece diğer sistemlerin var olmadığını ileri sürer.
Burada öne süreceğim görüşün iki boyutu var: Birincisi, bilgi ve eylem, burada E-bilgi (hem uzman bilgisi hem de episteme yerine geçen bir kısaltma) ve T-bilgi (geleneksel bilgi veya techne) olarak adlandıracağım şeylerin bir bileşimine, bir sentezine ve bazen de aralarındaki gerilime dayanır. Fakat ikinci olarak, pratikteki bu ortak yaşama rağmen, ideolojik olarak Batılı olan bu kültür E-bilgiyi üstün bir konuma yükseltmiştir; öyle ki, bazen T-bilgiye yalnızca aşağı bir bilgi olarak bakılmaz, bilgi bile olmadığı düşünülür. T-bilgi, E-bilgi tarafından doğrulanmadığı sürece hurafe, inanç ya da önyargı olarak kalır.
E-bilgi açısından teori, bilginin sağlam biçimde tesis edilmiş ilksel ilkelerden mantıksal tümdengelimle elde edildiğini öne sürer. Bu fikir elbette eski Yunanlılara kadar uzanır; bununla birlikte, Descartes onu genellikle modern felsefi araştırmanın çıkış noktası olarak kabul edilen sürecin köşe taşı haline getirmiştir. Modern bilim, kabul edilebilir ilk ilkelere varmak için Yunanlıların (ve Kartezyenlerin) naif “açık seçiklikler” nosyonunun yerine karmaşık prosedürler geçirmiştir ve bu prosedürler gerçekten de Batılı E-bilginin en ayırdedici modern bileşeni olabilir.
E-bilgi tamamen beyne aittir, bedenden ve aslında tikel bağlamlardan ayrılmıştır; E-bilgi, evrensel bilgi üretir. E-bilgi araçsaldır, iyi ile güzel olana dair sözü yoktur; hatta bu kavramları bilgi alanının tamamen dışına çıkartır. E-bilginin mantığı, kolayca, hesaplamanın ve azamileştirmenin mantığına dönüşür. E-bilginin iletim ve yenilikle ilgili kuralları epeyce bireyseldir: İlkesel olarak E-bilgi herkesin okuyabildiği açık bir kitaptır; gerek ilksel ilkelerde, gerekse –daha nadiren– mantık kurallarında herkes değişiklikler yapılmasını önerebilir. Uygulamada ise iletim ve yenilik okulların özel uzmanlık alanına girer (nitekim bir keresinde yeğenim E-bilgiyi, “sokak” bilgisine [T-bilgi] karşıt olarak “kitabi” bilgiyle özdeşleştirmişti). E-bilgi kapsamında yönetim, yine ilkesel olarak, bilgi cemaatinin içindeki eşitlikçilik ile dışarıdakiler karşısındaki hiyerarşik üstünlüğün bir karışımıdır.
T-bilgi, bir bilgi sisteminin dört boyutunun tümünde E-bilgiyle karşılaştırılabilir. İlk olarak, çok farklı bir epistemolojiye sahiptir ve öğretimden otoriteye kadar uzanan çok çeşitli kaynakları öne çıkartır. Öyle ya da böyle deneyim, T-bilginin anahtarıdır. T-bilgi, uygulamanın içine yerleşmiştir ve çoğu kez örtük bir niteliğe sahiptir; tıpkı bir tekerlek tamircisinin, cerrahın veya piyanistin bilgisinin ellerinde ve aynı zamanda zihninde yerleşik olması gibi, aslında T-bilgi çoğu kez sözcüğün gerçek anlamında bedenin içine yerleşmiş olan örtük bilgidir. Kısacası, T-bilgi [zihin ile bedeni ayırmaması anlamında –y.h.n.] düalist değildir. T-bilgi, amaçlarla araçlar arasındaki ayrımı bulanıklaştırır –araç ile mesaj aynı şey olmayabilir, ama E-bilgi anlayışında oldukları gibi tamamen ayrı şeyler de değildirler. İletim ve yenilik, bireysel bir karakterde değildir; iletim açıkça toplumsal bir sürecin içine yerleşmiştir –usta ile çırak, öğretmen ile öğrenci, ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişki gibi çoğu kez hiyerarşik nitelikte olan bir süreçtir bu. Yenilik, otoritenin önünde eğilmese de genellikle ona fayda sağlar. T-bilgiyi değiştirmenin başlıca yöntemi, doğrudan eleştirme ve reddetme değil, insanın yeni bir keşifte bulunmasının yolunu hazırlamak üzere yorum yapma ve düzeltmedir; anne babaların otoritesi reddedilmekten ziyade, yorumlanır. Yönetimle ilgili olarak T-bilgi, aslında E-bilginin kurallarını tersine çevirir. Bilgi cemaati (usta-çırak ilişkisinde olduğu gibi) içsel olarak hiyerarşiktir; ama diğer bilgi cemaatleriyle ilişkisinde eşitlikçi değilse bile en azından çoğulcudur –“yaşa ve bırak yaşasın” T-bilginin dışarıdakilerle iktidar ilişkisinin simgesi olarak görülebilir.
En başta, bilgi sistemlerinden birisi olarak E-bilgiye dönük herhangi bir eleştirim olmadığını vurgulamalıyım. Tersine, E-bilgiyi kullanmasaydık insan olmazdık. Sorun daha çok E-bilginin, bilginin tamamını oluşturduğu yönündeki iddiadır; E-bilginin aynı derecede önemli olan diğer bilgi sistemlerini dışarıda bırakma eğilimi de buradan kaynaklanır. Nasıl ki E-bilgi insan olma vasfımız için önemliyse, T-bilgi de öyledir. Gerçekten de bizi hem diğer hayvanlardan hem de bilgisayarlardan ayıran şey T-bilgi ile E-bilgiyi birleştirebilme yeteneğimizdir: hayvanların T-bilgisi, makinelerin de E-bilgisi vardır; ancak yalnızca biz insanlar her ikisine sahibizdir. Oliver Sacks’ın Karısını Şapka Sanan Adam başlığı altında topladığı klinik öyküler, ya T-bilgiden ya da E-bilgiden yoksun kalmanın sonucunda insanların yaşadıkları tuhaf, garip, hatta trajik çarpıklıklara ilişkin hem kışkırtıcı hem de eğlendirici örnekler sunar.
Demek ki asıl sorun ideolojidir. Hintli seçkinlerin Britanyalı yöneticilerine saygı ve hayranlık duymalarını sağlayan ve direniş güçlerini felç eden şey, Batı’nın bilgi hakkındaki görüşünü kabul etmeleriydi. Gandhi’nin dehası, bağımsızlığın önkoşulu olarak bu ideolojiye saldırmak gerektiğini anlamış olmasında yatar. Sömürge sonrası çağın trajedisi, Gandhi’nin mesajının yok olmasıdır –bu mesaj yok olmuştur; çünkü daha fazlanın her zaman daha iyi olduğunu ileri süren Batılı görüş istisnasız kabul edilmiştir. Ekonomik büyümenin yoksulluk kanserinin kemoterapi tedavisi olduğu, yani bağlamına göre gerekli olmakla birlikte, neredeyse iyileştireceği varsayılan hastalık kadar zehirli olduğu anlaşılamamıştır.
E-bilginin hâkimiyeti, kapitalizmde çalışmanın örgütlenmesi açısından önemli sonuçlara yol açtı. T-bilgi her türlü üretim süreci için gereklidir, buna rağmen gerek işçiler gerekse patronlar T-bilginin en iyi haliyle E-bilginin biraz gayri meşru ve eksik bir biçimi olduğunu kabul ettiler. Bu ortak anlayış, işyerini denetleme projeleri açısından yalnızca kapitalistleri meşrulaştırıp güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda işçilerin kapitalist hâkimiyet projesine direnme becerisini de sınırladı.
Frederick Winslow Taylor’ın “bilimsel yönetim”i, tartıştığımız konuyla ilgili gayet iyi bir örnek. Taylorizmin temel fikri, üretimin T-bilgisini (fiilen işçilerin tekelinde olan bir bilgidir bu) yalnızca patronun ve temsilcilerinin erişebildikleri bir E-bilgi sistemi içinde özetlemektir. Taylor’ın, T-bilginin üstün tutulduğu Bilimsel Yönetimin İlkeleri adlı klasik yapıtında belirttiği gibi, bir yöneticinin yapabileceği en iyi şey şudur:
İşin en iyi ve en ekonomik şekilde yapılması sorununu işçilere dürüstçe anlatmak … böylece her bir işçiyi elinden gelen çabayı göstermeye, mümkün olduğunca sıkı çalışmaya, tüm geleneksel bilgisini, becerisini, maharetini ve iyi niyetini, kısacası inisiyatifini kullanmaya, dolayısıyla işverenlerine mümkün olan en yüksek kazancı sağlamaya teşvik etmektir (s. 32).
Taylor, T-bilginin önemini gayet iyi biliyordu ve yukarıdaki paragrafta bunu olabilecek en iyi şekilde ifade etmişti. Fakat T-bilginin, yönetimsel denetimin önünde engel olduğunu da biliyordu. Bu engeli ortadan kaldırmak için yöneticilerin, işçilerin bilgisini ele geçirmesi yeterli değildi; bu bilginin biçimini de değiştirmek zorundaydılar. Bu nedenle, bilimsel yönetim, basitçe ele geçirme değil aynı zamanda dönüştürmedir. Bunun için Taylorizm’in temel fikrini anlatan Bilimsel Yönetimin İlkeleri’nden aşağıdaki alıntıları okuyabilirsiniz:
Bilimsel yönetime göre yöneticiler … geçmişte işçilerin sahip olduğu tüm geleneksel bilgiyi bir araya toplama ve ardından bu bilgiyi sınıflandırma, tablolar şeklinde ifade etme ve kurallara, yasalara ve formüllere indirgeme sorumluluğunu üstlenirler (s. 36). Bunlar, bireysel işçinin muhakemesinin yerine geçer (s. 37). Böylece, eski sistemde işçinin kişisel deneyiminin bir sonucu olarak yaptığı planlamanın tamamı, yeni sistemde zorunlu olarak bilimin yasalarına uygun şekilde yönetim tarafından yapılmalıdır (s. 38).
Sonunda Taylor, kısmi bir başarıdan daha fazlasını elde edemedi. Bir fabrikayı yalnızca E-bilgiye dayanarak işletmek bir hayaldir. Oliver Sacks’ın ileri derecede bir çarpıklık yaşayan hastalarından biri gibi yalnızca E-bilgiye dayanarak işletilen bir fabrika, ancak tuhaf veya komik olabilir; ama asla normal bir biçimde faaliyet gösteremez. Bununla birlikte kısmi de olsa, bilimsel yönetimin ve bağlantılı yönetsel inisiyatiflerin yakaladığı başarı, T-bilgiden E-bilgiye dönüşümü “ilerici” bir şey olarak meşrulaştırarak işyerinin işçiler tarafından denetlemesinin epistemolojik temellerini zayıflatmaya yetti; çünkü bu dönüşüme direnmenin “ilerleme karşıtı” olarak etiketlenmesine imkân tanıdı. E-bilginin üstünlüğüne duyulan Batılı inancı paylaşan işçiler ve sendikalar, işyerinde makinenin ve kılavuz kitapçıkların –ve makinelerin hızını ayarlayıp kılavuzlardaki kuralları yazanların– hâkimiyetini artıran bir ilerleme biçimine intibak ettiler; böylece, mücadelelerini sınırlı artçı eylemlerle sürdüren bir konuma düştüler. T-bilginin E-bilginin altında olduğuna ve onun tarafından kapsandığına inandıktan sonra, T-bilgiyi kararlı bir biçimde savunmak neredeyse olanaksız hale geldi.
İşyerinin özgürleştirilmesinin önündeki engeller, sadece otoriter işyeri yapısını sürdürmeyi çıkarına uygun bulan sınıfların hâkimiyetinden kaynaklanmaz; patronun otoritesini meşrulaştıran bilgi sisteminin hâkimiyetinden de kaynaklanır. Böyle bir perspektiften bakıldığında, işyerini özgürleştirmek için kapitalizmi ortadan kaldırmanın yeterli olduğu söylenemez. Nitekim komiserin, işçi denetiminin önünde kapitalistten daha da korkunç bir engel olduğu ortaya çıktı.
Sovyetler Birliği’nde ve diğer Komünist devletlerde üretimin örgütlenme mantığı kapitalist mantığa benziyordu. Komünist Parti üretimi, T-bilginin rolünü azaltacak ve dolayısıyla patronun otoritesini iyice güçlendirip işçilerin denetimini en aza indirecek şekilde örgütledi; böylelikle siyasi iktidar tekelini pekiştirmiş oldu. Bu anlamda, Komünist patronların hedefleri de kapitalist patronlarınkiyle aynıydı ve aynı araçları kullanıyorlardı.
Ama böyle olması, önemli bir soruyu cevapsız bırakıyor. Devrim için savaşan ve yoldaşları devrim için ölen işçiler, kadroların hâkimiyet projesine niçin karşı çıkmadılar? Çıplak iktidar ve terör gibi gerekçeler, üzerinde daha fazla durmayı gerektirmeyecek kadar aşikâr olgular. Ama terör bile, bu kabullenmenin nedenine ilişkin; ancak kısmi bir yanıt sağlıyor. Toplumsal dönüşüm projeleri, özellikle Marx ve Lenin bayrağı altında uygulananlar, asla kapitalizmin bilgi sistemini sorgulamadılar, yalnızca kapitalizmin bilgiyi kullanma biçimlerini sorguladılar. (Marksistlerin genellikle dedikleri gibi, Lenin’in Taylor’un bilimsel yönetiminin büyük bir savunucusu olması rastlantı değildir.)
Dolayısıyla, E-bilginin hâkimiyeti sorgulanmamıştı. Aynı şekilde T-bilginin değerinin düşürülmesi de sorgulanmamıştı. Sovyet tarzı sosyalizm, işçilere sınıfsal hareketlilik oyununda farklı kurallar sundu; ama iktidar E-bilginin müttefiki olarak kaldı ve E-bilgi de iktidardakilerin bilgi sistemi olmayı sürdürdü. İşçiler, işçi olarak sahip oldukları bilginin, yani kendi T-bilgilerinin toplum tarafından değersizleştirilmesini kabullendikleri için harekete geçebilecekleri psikolojik bir alandan mahrum kaldılar. Bireyler olarak işçi sınıfından kurtulma olanakları her ne olursa olsun, bir sınıf olarak verimlilik düsturu kılığına bürünmüş olan sınıf iktidarının gerekliliklerine intibak ettiler.
Three Miles Adası, Çernobil ve Bhopal –ayrıca asit yağmurunun kirlettiği göller, nitratla kirlenen nehirler, zar zor soluduğumuz hava gibi daha az ses getiren krizler– iktisatçının kibrinin, çevreyle ilişkimizi hesaplayıp optimize edebileceğimizi savunan duruşunun dolaysız sonucudur. “Duruş” sözcüğüne dikkatinizi çekerim. Var olan belirsizlik dikkate alındığında, karar vericiler hesaplama ve optimize etme aygıtını harekete geçirmezler ve geçiremezler. Olasılıkları ona göre sabitleyeceğimiz bir şey yoksa, hepimiz yine –sezgi, uzlaşım, otorite gibi– epeyce farklı yöntemlere başvururuz; kısacası, bizi optimize etme davranışına sevk eden E-bilgi yerine, T-bilgiyi kullanırız. Bununla birlikte, hesaplama ve optimize etmeye yönelik bir duruş gereklidir. Bu duruş, bir kez daha üstün bilgi ve ilerleme adına, çevrenin yok edilmesine karşı çıkabileceklerin söz hakkından mahrum bırakılmasını meşrulaştırır.
Çevreyle kurulacak sağlıklı bir ilişki, daha güvenli alternatiflerin bulunduğu durumlarda riske girmeme eğilimine dayanmalıdır. Yanlış anlaşılmasın diye, özellikle vurgulamak istiyorum: Bunun nedeni, herkesin ozon tabakasının incelmesinin, sera etkisinin, asit yağmurunun vs. felaket getireceğini bilmesi değil; aksine, tam da ne yönde ilerleyeceğimizi bilmediğimiz için böyle davranmamız gerekiyor. Bize E-bilginin hesaplama ve optimize etmeye yönelik duruşunu bırakıp, ihtiyat ve muhakemenin T-bilgisini dürüstçe benimsemeyi emreden, bilgimiz değil içinde bulunduğumuz belirsizliktir.
Kendimizin veya başkalarının bizi tekrar ciddiye alması için soldan geriye kalanların düşünecek çok şeyi olduğunu söylemeye bile gerek yok. E-bilgi terimleriyle betimlenemeyen her türlü bilgiyi marjinalleştirip kötüleyen bir ideolojinin esiri olduğumuz sürece, siyasi başarısızlığımızın tarihini asla anlayamayacağız. Daha kötüsü, bu başarısızlıkları asla aşamayacağız.
Sol daima şu ilkenin bilincindeydi: İnsanlığın özgürleşmesi projesi, güçlülerin çıkarlarına meydan okumak zorundadır. Ama iktidarın bilgi sistemlerine karşı gelmeyi başaramadık. Ve hâkim bilgi ideolojisine karşı çıkma iradesini göstermedikçe, ekonomiyi, yönetim sistemini ve toplumu radikal şekilde dönüştürme çabalarımız başarısızlığa mahkûmdur. Robert Pirsig’in Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’nda belirttiği gibi,
Bir fabrikayı yıkmak veya bir hükümete başkaldırmak … nedenlerden çok sonuçlara saldırmaktır ve saldırı yalnızca sonuçlara yönelik olduğu sürece değişim mümkün değildir. Hakiki sistem, gerçek sistem, halihazırda inşa ettiğimiz sistematik düşüncenin, rasyonalitenin kendisidir. Bir fabrika yıkılır; ama onu üreten rasyonaliteye dokunulmazsa, bu rasyonalite basitçe başka bir fabrika üretecektir. Bir devrim sistematik bir hükümeti yok eder; ama bu hükümeti üreten sistematik düşünce kalıplarına dokunulmazsa, o zaman bu kalıplar bir sonraki hükümette kendilerini tekrar edecektir.
Postmodernizm ve Rasyonalite
Bilim Ve Postmodernizm Tartışmaları