Bu sabah sol taraftaki iki yirmilik dişimi çektirdim. Sabah saat dokuzda dişçinin odasına girdim. Havalı matkap ya da gaz maskesi gibi bariz işkence aletleri görürüm diye odaya hızlı, kaçamak bir bakış attıktan sonra, beni bekleyen kaderimin ağırlığıyla çabucak dişçi koltuğuna oturdum. İşkence aleti talan yoktu. Doktor, önlüğü boynuma geçirip iğneledi; ağzıma bir elma tıkıştırıp kafama birkaç dal maydanoz serpiştirmesi için hazır sayılırdım. Ama hayır. Tek yaptığı, “Gaz mı, iğne mi?” diye sormak oldu. Gaz mı, iğne mî? Hah, ha! Elimizde neler var görmek ister miydiniz, hanımefendi? Yanarak ya da boğularak ölmek, bir kurşunla ya da boynunuza geçirilmiş bir ilmekle. Müşteri memnuniyeti her şeyden önce gelir!..
“Gaz,” dedim sertçe. Hemşire gizlice arkamdan yaklaştı, burnumun üstüne, boruları yanağımı fena halde kesen ova!, kauçuk bir hazne kapattı. “Derin derin nefes al.” Gaz usulca ilerliyordu; tuhaf ve mide bulandırıcı ölçüde tatlıydı, Karşı koymadım. Dişçi ağzıma bir şey soktu ve gaz iri yudumlar halinde gelmeye başladı. Bense gözlerimi ışığa dikmiştim. Işık titriyor, sallanıyor, küçük parçalara ayrılıyordu. Küçük yanar-döner parçalardan oluşan bütün o takımyıldızlar ritmik bir kavisle sallanmaya başladı, başta yavaş, sonra hızlı, daha da hızlı. Artık güçlükle nefes almak zorunda değildim; ciğerlerime bir şey pompalanıyordu, nefes verdikçe ağzımdan acayip, hırıltılı bir soluk çıkıyordu. Ağzımın gülümsüyormuşum gibi yayıldığını hissediyordum. Demek böyle oluyordu…
Bu kadar basitti ve bana bundan kimse bahsetmemişti.Kendimden geçmeden önce yazmak zorundaydım, nasıl olduğunu anlatmak zorundaydım. Sağ elimin kavisin ucu olduğunu hayal ettim, elimi kubbeleştirdim ama ben tam elimi bu şekle sokarken, kavis ivme kazanarak diğer tarafa doğru sallanıyordu. Ne kadar da zekiler, diye düşündüm. Bu hissi sır gibi saklıyorlardı; yazmana bile müsaade etmiyorlardı. Ve tam da o anda, bir korsan gemisindeydim, arkasında durup elleriyle kavradığı dümenini çevirirken kaptanın yüzü dikkatle bana bakıyordu. Siyah ve yeşil yapraklardan sütunlar vardı ve kaptan yüksek sesle, “Pekâlâ, usulca kapat, usulca,” diyordu. Derken gün ışığı jaluzilerin arasından odaya doldu; güçlükle nefes alıp veriyor, ciğerlerimi havayla dolduruyordum. Ayaklanmı, kollarımı görebiliyordum; işte oradaydım. Bedenime geri dönmekte epey zorlandım… kendime ulaşmak için epeyce yol aldım. Ellerimi havaya kaldırdım, başıma görürdüm; ellerim titriyordu. Artık bitmişti… bir sonraki cumartesiye kadar.
Emile. İşte onun adı bu. Ne anlatabilirim ki? Cumartesi akşamı saat dokuzda bu yakışıklının arayıp beni telefona istediğini, daha o sabah yirmilik dişlerimden ikisini çektirdiğim için hâlâ halsiz olduğumu anlatabilirim. İki çift olarak Ten Acres’a dans etmeye gittiğimizi, diğerleri bira içerken benim bütün akşam boyunca, beş bardak sarı renkli zencefilli gazozu son damlasına kadar içtiğimi anlatabilirim. Ama asıl olay bu değil. Hem de hiç. Asıl olay şuydu. Yavaş yavaş hazırlandım, kremlenerek, parfüm sürerek, pudralanarak. Ailem aşağıda verandada misafirlerle sohbet edip gülüşürken, ben yukarıda usul usul yağan yağmurun eşliğinde, gri renkli ıslak alacakaranlıkta oturuyordum.
Günlükler
Sylvia Plath