Modernitenin yükselişini açıklayan olağan şüpheliler; bilimsel bilgi, matbaanın, kapitalizmin gelişimi, sekülerizm ve demokratik görüşlerin etkisidir. Birçok açıklamada yer almayan dönüşümcü/dönüşümlü duygusal birey, daha önce de öne sürdüğüm üzere, modernitenin şekillenmesine eşlik etmiş; kendisini ve kimliğini öncelikli olarak duygusal bir dille -hislerinin yönetimine ve onaylanmasına odaklanarak- tanımlamıştır. Bu kitap kültürel aşk idealini ve romantik aşk deneyimini, modernitenin kültürel özünde, belirgin olarak da yaşam öyküsünün şekillendirilmesindeki ve duygusal bireyin oluşmasındaki belirleyici öneminde konumlandırmaktadır. Ute Frevert’in de söylediği gibi, “Duygular tarih tarafından oluşturulmakla kalmaz, aynı zamanda tarihi oluştururlar.”
Filozof Gabriel Motzkin, uzun bir süreç sonunda modern bireyin oluşmasında aşkın rolünü düşünmek için bir çıkış noktası sunar. Motzkin’e göre Hıristiyanlık (Aziz Paul) inancı, aşk ve umut duygularını hem görünür hem de önemli hâle getirerek duygusal bir birey yaratmıştır (örneğin, entelektüel ya da politik birey yerine). Motzkin’e göre kültürün sekülerleşmesi süreci, diğerlerinin yanında, dini aşkın sekillerleşmesine dayanır. Bu durum iki farklı şekilde ortaya çıkmıştır: Dünyevi aşkı kutsal bir duyguya (sonrasında romantik aşk olarak övülen) ve romantik aşkı dinin dayattığı yasaklara karşı çıkan bir duyguya dönüştürmüştür. Dolayısıyla aşkın sekülerleşmesi, dini otoriteden kurtulma sürecinde önemli rol oynamıştır.
Bu analizlere daha kesin bir zaman çizelgesi verecek olursak Protestan Devrimi’nin modern romantik bireyin biçimlenmesinde önemli bir aşama olduğunu söyleyebiliriz, çünkü devrim çiftlerin anlaşarak evlenmesi idealiyle ilgili yeni duygusal beklentiler ve ataerkillik arasında yeni bir dizi gerilime damgasını vurmuştur. “Püriten yazarlar evli çiftler arasındaki yakınlık ve duygusal yoğunluğun önemini vurgulayarak evlilikteki davranışlar için yeni ideallerin oluşmasına destek olmuşlardır. Kocalar, karılarının ruhsal ve psikolojik esenliğini önemsemeye teşvik ediliyordu.”
Çok sayıda bilim insanı, tarihçi ve sosyolog; aşkın, özellikle Protestan kültürlerde, toplumsal cinsiyet eşitliğinin kaynağı olduğunu, çünkü beraberinde kadınlara yüksek değer biçilmesini getirdiğini öne sürer. Kişinin eşini şefkatle sevmesi yönündeki dini emirlerle kadınlar, statülerinde ve erkeklerle eşit zeminde karar alabilme yeterliklerinde artış olduğunu gördüler. Dahası Anthony Giddens ve diğerleri aşkın kadının özerklik inşasında önemli bir rol oynadığını öne sürmüştür. Bunun kaynağı da on sekizinci yüzyılda romantik aşkın kültürel idealinin, dini ahlak sistemiyle bağlarını koparır koparmaz kadınları, tıpkı erkeklerin yaptığı gibi, aşk nesnelerini özgürce seçmeye davet etmesiydi. Aslına bakılırsa aşk kavramı özgür iradeyi ve âşıkların özerk olmasını gerektirir. Hatta Motzkin “otoriteyle ilgili demokratik görüşlerin gelişiminin, kadınların duygusal açıdan özerk olması varsayımının uzun vadeli bir sonucu olduğunu” ileri sürer. On sekizinci yüzyılın duygusal [Romantik] edebiyatı ve romanları bu kültürel eğilimi daha da vurgulamıştır, çünkü destekledikleri aşk ideali, teoride ve pratikte ebeveynlerin -özellikle babaların- kızlarının evliliklerinde uyguladıkları gücü sarsmaya katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla romantik aşk ideali kadınların özgürleşmesinde bir açıdan önemli bir etkendi: Kadınların bireyselleşmesinde ve özerkleşmesinde etkiliydi, bu özgürleşme ne kadar dolaylı olursa olsun. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda özel alan hayli değerli olduğundan, kadınlar Ann Doııglas’ın, Harriet Beecher Stowe’un ifadesiyle “pembe ve beyaz tahakküm”ü uygulayabildiler: Diğer bir deyişle “on dokuzuncu yüzyıl Amerikan kadınlarının, kadın kimliğinin çok sayıda bilim insanı, tarihçi ve sosyolog; aşkın, özellikle Protestan kültürlerde, toplumsal cinsiyet eşitliğinin kaynağı olduğunu, çünkü beraberinde kadınlara yüksek değer biçilmesini getirdiğini öne sürer.
Kişinin eşini şefkatle sevmesi yönündeki dini emirlerle kadınlar, statülerinde ve erkeklerle eşit zeminde karar alabilme yeterliklerinde artış olduğunu gördüler. Dahası Anthony Giddens ve diğerleri aşkın kadının özerklik inşasında önemli bir rol oynadığını öne sürmüştür. Bunun kaynağı da on sekizinci yüzyılda romantik aşkın kültürel idealinin, dini ahlak sistemiyle bağlarını koparır koparmaz kadınları, tıpkı erkeklerin yaptığı gibi, aşk nesnelerini özgürce seçmeye davet etmesiydi. Aslına bakılırsa aşk kavramı özgür iradeyi ve âşıkların özerk olmasını gerektirir. Hatta Motzkin “otoriteyle ilgili demokratik görüşlerin gelişiminin, kadınların duygusal açıdan özerk olması varsayımının uzun vadeli bir sonucu olduğunu” ileri sürer. On sekizinci yüzyılın duygusal [Romantik] edebiyatı ve romanları bu kültürel eğilimi daha da vurgulamıştır, çünkü destekledikleri aşk ideali, teoride ve pratikte ebeveynlerin -özellikle babaların- kızlarının evliliklerinde uyguladıkları gücü sarsmaya katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla romantik aşk ideali kadınların özgürleşmesinde bir açıdan önemli bir etkendi: Kadınların bireyselleşmesinde ve özerkleşmesinde etkiliydi, bu özgürleşme ne kadar dolaylı olursa olsun. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda özel alan hayli değerli olduğundan, kadınlar Ann Donglas’ın, Harriet Beecher Stowe’un ifadesiyle “pembe ve beyaz tahakküm”ü uygulayabildiler: Diğer bir deyişle “on dokuzuncu yüzyıl Amerikan kadınlarının, kadın kimliğinin anlaşılmasıyla yeterince aydınlatılabilir.
Bu analizin eşitliğe, anlaşmaya, erkek ve kadının kapitalist piyasada bütünleşmesine, kişinin temel özü olarak kurumsallaşmış olan “insan haklarına” dayanan modernitenin oluşmasına dâhil olan birçok ülkeyle ilişkili olduğuna inanıyorum: Dünya çapında birçok ülkede bulunabilecek bu transkültürel kurumsal temel, evliliğin geleneksel ekonomik işlevinin ve cinsel ilişkilerin düzenlendiği geleneksel biçimleri altüst etmiş ve değiştirmiştir. Bu temel, modernitenin oldukça karmaşık olan normatif yapısını derinlemesine düşünmemize imkân verir. Modernité koşullarındaki aşk analizim eleştirel olmakla birlikte akılcı modernist bakış açısından eleştireldir: Diğer bir deyişle Batı modernitesinin çokça yıkım ve mutsuzluğa neden olduğunu kabul etmekle birlikte, kilit değerlerinin [politik özgürleşme, sekülerleşme, akılcılık, bireycilik, ahlaki çoğulculuk, eşitlik) hâlihazırda daha üstün bir alternatif olmaksızın sürdüğünü kabul eden bir bakış açısı. Buna rağmen moderniteye arka çıkmak dikkatli ve ayakları yere basan bir girişim olmalıdır; çünkü Batı modernitesi, geleneksel yaşam alanlarının yıkılmasına neden olmuş, kendi duygusal mutsuzluk biçimlerini yaratmış, varoluşsal güvensizliği modern yaşamların kronik özelliği hâline getirmiş, kimlik ve arzunun düzenlenmesini giderek daha çok etkilemiştir.
Eva Illouz
Aşk Neden Acıtır