PİCASSO, YAŞAMININ BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ SÜRGÜNDE GEÇİRDİ -JOHN BERGER

Yalnızlık, bugün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük kentlerinde öylesine yaygındır ki bu terim yalnızlığın bin bir türünü kapsamak durumundadır. Yaşlı emekliler park banklarının üzerinde yapayalnızdırlar. Perdelerinin ardından dış dünyayı seyreden yaşlı milyonerlerin de yalnızlık çektiği söylenir. Kimileri kalabalığın ortasında yapayalnızdır, kimileriyse yalnız kalmamak için sürekli birilerini ararlar. Yalnız olabilmek büyük insanlara özgü bir üstünlüktür diyerek kendimizi avutmaya çalışırız. Oysa Picasso’nun yalnızlığı, eğer yanılmıyorsam, bu kategorilerden hiçbirine girmez. Picasso’nunki, bir delinin yalnızlığına benzer: Deli, kendine kimse karşı koymadığından, istediği her şeyi yapabileceğini sanır.

Picasso 1881’de Malaga’da doğdu. Malaga’dan Atlas dağlarını görebilir, rüzgâr güneydoğudan estiği zaman da çölün kokusunu duyabilirsiniz. Picasso orta sınıf bir ailedendi; hem anne hem baba tarafından ataları birkaç kuşaktır Malaga’da yaşamaktaydı. 1900’de, 19 yaşındayken hayatında ilk kez İspanya’dan ayrılarak Paris’te birkaç ay kaldı. 1904’te tamamen Paris’e yerleşti. 1904-1934 arasında İspanya’ya tatil amacıyla ya da resim yapmak üzere yaklaşık altı kez döndü. 53 yaşına bastığı 1934 yılından sonra İspanya’ya bir daha hiç gitmedi. Yaşamının büyük bir bölümünü gönüllü sürgünde geçirdi.

Sürgünlük durumu, öznel etkileri açısından bakıldığında, hiçbir zaman aynı kalmaz: Ya zamanla kendinizi daha da sürgün hissedersiniz, ya da benimsediğiniz ülke sizi giderek daha çok soğurur. Picasso Fransa’yı gerçekten benimsedi; Fransa da onu. Arkadaşları Fransız’dı; kendisi Fransızca konuşuyordu, sonunda Fransızca yazmaya başladı. Fransız vatanseverliğini de paylaşabiliyordu. (Vatanseverlik —Almanlar’ın Fransız topraklarını 1870, 1914 ve 1940’ta üç kez işgal etmelerinin sonucu olarak— Fransız aydınlarının yaşamında, aynı dönem İngiliz aydınlarının yaşamında olduğundan çok daha önemli bir öğeydi.) Fransa da Picasso’nun dehasını farketti; ün kazanmasını sağlayarak 1945’te bu ünü dünyaya yaydı. Gene de ve bütün bunlara karşın, ben Picasso’nun kendini giderek daha çok sürgünde hissettiğine inanıyorum.

Fransa, onun derinde yatan gereksinmelerini karşılayamıyordu. Picasso tek başına kaldı. Yalnızlık, bugün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük kentlerinde öylesine yaygındır ki bu terim yalnızlığın bin bir türünü kapsamak durumundadır. Yaşlı emekliler park banklarının üzerinde yapayalnızdırlar. Perdelerinin ardından dış dünyayı seyreden yaşlı milyonerlerin de yalnızlık çektiği söylenir. Kimileri kalabalığın ortasında yapayalnızdır, kimileriyse yalnız kalmamak için sürekli birilerini ararlar. Yalnız olabilmek büyük insanlara özgü bir üstünlüktür diyerek kendimizi avutmaya çalışırız. Oysa Picasso’nun yalnızlığı, eğer yanılmıyorsam, bu kategorilerden hiçbirine girmez. Picasso’nunki, bir delinin yalnızlığına benzer: Deli, kendine kimse karşı koymadığından, istediği herşeyi yapabileceğini sanır. Aslında bu — çelişik görünse de— kendi kendine yetmenin getirdiği bir yalnızlıktır. İlle de insana doğrudan acı veren bir yalnızlık değildir; onu durmamacasına etkinliğe iten, rahat huzur vermeyen bir yalnızlıktır. Akıl hastanesinin en kötü yanı, içindekilerin doğal uyku uyuyamamalarıdır. Belki de bu benzetmeyi kullanmakla aptallık ettim; çünkü Picasso’nun deli olduğu yolundaki kaba inancı pekiştirmiş oluyorum. Picasso deli değildir. Gene de anlatmak istediğimi bu denli açık örnekleyecek başka bir karşılaştırma yok. Bunun nedenini açıklayabilmek için, Picasso’nun sürgünde yoksun kaldığı şeyin ne olduğunu görmek gerekir: çocukluğunun ve gençliğinin İspanyası.

Picasso, on yaşına dek Malaga’da yaşadı. Sonra ailesi İspanya’nın Kuzey Atlantik kıyısındaki Corunna’ya taşındı. 14 yaşındayken de Barselona’ya taşındılar. Her iki kent de —gerek iklim, gerek tarih, gerekse atmosfer açısından—- öbür kentlere hiç benzemez. İspanya üzerine yazmanın zorluklarından biri de, tek değil, birçok İspanya’nın bulunmasıdır. İspanya —ekonomik ve toplumsal anlamda— henüz birliğe erişmemiştir. İki İtalya’dan söz edilir: Roma’nın kuzeyindeki ve güneyindeki. En azından altı değişik İspanya’dan söz etmek gerekir. Bu canalıcı bir noktadır, çünkü bize İspanya’nın tarihsel açıdan Avrupa’nın gerisinde kaldığını hatırlatır. İspanya ayrıdır.

Coğrafi konumu ve Hıristiyanlığın bir parçası oluşu, bizi yanıltır. İspanya’nın Haçlı Seferleri’nden bu yana, hiçbir ülkenin ait olmadığı bir Hıristiyanlığı temsil ettiğini söylemek daha doğru olacaktır. Coğrafi konumuna gelince —yeni bir gözle bakıldığında— İspanya Türkiye ile karşılaştırılabilir. Kuşkusuz İspanya’nın Avrupa kültürüne katkısı olmuştur ama bu da yanıltıcıdır. Bu katkı yalnızca edebiyat ve resimle sınırlıdır. Toplumsal gelişmenin karşılaştırmaya daha açık biçimlerine doğrudan dayanan sanatları ya da bilimleri içermez; İspanya, Avrupa mimarisi, müziği, felsefesi, tıbbı, fiziği ya da mühendisliğine çok az katkıda bulunmuştur. Şu bile söylenebilir: İspanyol resmi ve edebiyatı, İspanya’nın içinde, dışındakinden daha az etki yaratmıştır. Bu resim ve bu edebiyat, daha ziyade Pireneler’in ötesinde, Avrupa’da yer alan bir yaşama biçimini düşleyebilecek olanlara özgü sanatlardı.

İspanya ayrıdır; çünkü İspanya hâlâ feodal bir ülkedir. Yetmiş yıl önce, Picasso çocukken, bu feodallik bugünkünden çok daha az değişikliğe uğramıştı. O zamanlar işçilerin dörtte üçünden çoğu toprakta çalışıyordu. Aletleri ilkeldi ve iş bölümü henüz başlangıç aşamasındaydı. Pek çok bölgede üretim yalnızca ev ya da köy kullanımı için yapılıyordu. Toprak sahipleri, topraklarını kiralayanlardan çeşitli biçimlerde zorunlu emek hizmeti alıyorlardı. Toprak sahipleri, “cacique” sisteminden dolayı, köylüler üzerinde ölüm kalım kararı denebilecek bir hakka sahiptiler. Tüm bunlar feodalizmin klasik belirtileridir. Ancak katıksız klasik feodalizm belki de bir soyutlamadır. Geçen yüzyıl sonunda İspanya’da rastladığımız feodalizm, karmaşık ve katışıklıydı.

Bu noktada İspanyol tarihini irdeleyecek bilgi donanımına sahip değilim. Bununla birlikte, kabataslak birkaç genelleme ve bir iki örnekle, kısaca da olsa, Picasso’nun doğduğu dönemde İspanya’nın içinde bulunduğu gelişmeleri açıklamadan geçemeyeceğim. Onun ruhunu ancak böylelikle anlayabileceğimize inanıyorum.

İspanya’da feodalizm —birbirine karşıt iki açıdan— karmaşık ve çarpıktı. Bir yandan bu ülkede feodalizm öncesine ait pek çok şey bulunuyordu; öte yandan —nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturan— çok geniş bir yönetici orta sınıf vardı.

Feodalizm öncesi “kalıntılar”, çoğunlukla İspanya’nın yalıtılmış ve ulaşılamayan kırsal bölgelerindeydi —aslında bu tanım ülke topraklarının çoğunu kapsıyor. Örneğin Bask bölgesi ve Navarre’de, onuncu yüzyıldan beri süregelen ve klan sistemine dayanan bir toprak imtiyazı düzeni hâlâ geçerliydi. Endülüs’ün uçsuz bucaksız, hemen hemen hiç işlenmemiş topraklarında emek sistemi, Ortaçağ feodalizminden çok, Roma’daki kölelik sistemine benziyordu. İspanya’nın merkezindeki düzlüklerde, Kastilyalı koyun ve büyükbaş hayvan yetiştiricileri, temelde göçebeliğe ve kabile düzenine dayanan bir hayat sürüyorlardı. Ancak, bunların arasında belki de en önemli “kalıntı”, ortalama İspanyol köylüsünün bilincindeki kalıntıdır. Her nasılsa İspanyol köylüsü —kesin örgütlenme biçimi bölgeden bölgeye büyük değişiklikler gösteren— bir komünal yaşam biçimini belleğinde taşır. Hiç değişmeyen, acı veren yoksulluğuyla birleşen bu anı, onu özel mülkiyetten nefret etmeye ve bir özgürlük fikrine tutunmaya götürdü —Söz konusu fikrin, Fransız Devrimi’ndeki liberté ile hiç ilişkisi yoktu; bu, ilkel, kendiliğinden oluşmuş, küçük bir topluluk içindeki bireyin özgürlüğü ve onuruydu. Daha sonra, İç Savaş’ta, parayı olduğu gibi ortadan kaldırmak isteyen köylüydü bu birey.

İspanyol orta sınıfı, on altıncı yüzyılda, Engizisyon’u, Güney Amerika’daki sömürgeleri, İtalya ve Kuzey Avrupa’daki işgal edilmiş toprakları yönetmek için kurulmuş bir bürokrasiyle birlikte ortaya çıkmıştı. Ta başından beri bu bürokrasi, üretici olmayan çok geniş bir kitleydi. Bürokrasinin kurulmasından yüz yıl sonra, Madrid’deki Venedik büyükelçisi şunları yazıyordu:

Becerebilen herkes, devletin sırtından geçiniyor. Hükümet görevlerinin sayısı artırılmış. Yalnızca Hazine’de, 40 000’i aşkın memur çalışıyor; bunların çoğu da kendilerine bağlanan maaşın iki katını çekiyor kasadan. Bununla birlikte, tuttukları hesaplar içinden çıkılmaz, belki de kötü niyetli bir belirsizliğe bürünmüş; bunlardan herhangi bir sistem ya da sonuç elde etmek olanaksız.

Aynı dönemde vergi toplamakla görevli 24 000, Engizisyon’un hizmetinde parayla çalışan da 20 000 kişi vardı. Bu rakamlar, bu sınıfın ekonomik bakımdan ne denli gerçekdışı olduğu konusunda bir fikir verebilir.

Başlangıçta, sınıfın devamını Güney Amerika’dan gelen altın ile Flaman sanayii sağlıyordu. Daha sonra, İspanya’nın iktidarını yitirmesiyle bu yük İspanyol ekonomisinin omuzlarına bindi; oysa İspanyol ekonomisi kesinlikle bu yükü taşıyacak durumda değildi. Sürekli bir yoksulluğun içine düşüldü; ekonomiyi düzeltmek için hiçbir çabaya girişilmiyordu çünkü orta sınıf diye adlandırılan bu kesim, sermayeyle üretim arasındaki bağlantıyı anlamaktan acizdi: Bunu anlamaya çalışmak yerine, taşralı bir tedbirsizliğin içine düşerek yalnızca “bağlantıları”nı güçlendirmeye çalıştı. Geçen yüzyılın ortalarına gelindiğinde, köy postacıları bile mevkiilerini —uzun bir aracılar zincirinden geçerek— Madrid’de bir bakana borçluydular. Hükümet düştüğünde bu postacıların yerini yeni hükümeti “destekleyenler” alıyordu.

İspanya’nın genel, tipik tarihi böyleydi; elbette istisnalar da vardı. Picasso’nun zamanında, kuzeyde küçük çapta da olsa, kapitalist sanayi girişimleri başlamıştı. Orta sınıftan gençler orduya katılmış, İspanya’yı “modernleştirmek” için junta planları yapmaya başlamışlardı. Belli mesleklerde, Avrupa etkisinde, liberal bir gelenek vardı. 1873’te, Cumhuriyet ilan edilmiş ama ömrü yalnızca bir yıl sürmüştü.

Belirtmek istediğim şey, Picasso’nun da içinde yetiştiği İspanyol orta sınıfının —aynı elbiseleri giyip kimi aynı kitapları okusalar da— Fransız, İngiliz ya da Alman çağdaşlarıyla pek az ortak yanlarının bulunduğudur. İspanya’da görülen türden orta sınıf erdemleri zorunluluk‘tan doğmuş değildi; varoldukları kadarıyla bu erdemler kuramsal olarak üretilmişti. Başarılı bir burjuva devrimi olmamıştı. Mutlakiyetçi devlette orta sınıfın bağımsız gücü yoktu; bu nedenle de inisiyatif, çalışma ruhu, toplumsal değerlere karşı çıkma, tutumluluk, bilimsel merak gibi erdemlerin varolması için bir neden yoktu. Tam tersine, İspanyol orta sınıfının tarihi, bunlara taban tabana zıt özellikleri beslemişti. Engizisyon gerek dinsel, gerekse ırksal anlamda en sert Ortodokslukta direniyordu; Yahudiler ve Mağribiler aşağı ırktan sayılıyordu: Şiddet ve bağnazlık yüklü bir züppelik gelişmişti. Aynı biçimde devlet bürokrasisi de inisiyatifi köreltiyor, güvenliği tehdit etmeyen tembelliğe yeşil ışık yakıyordu. Zamanla, çok çalışmanın insan onurunu zedeleyici bir şey olduğu düşünülmeye başlandı. İspanyol orta sınıfının enerjisi, olaylara geçmişten toparlanmış bir anlam yükleyen, yenilikçiliğin kendisini de, düşüncesini de dışarıda bırakan bir törenciliğe yönelmişti.

John Berger
Picasso’nun Başarısı Ve Başarısızlığı
Metis Yayınları


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir