“Asıl acınacak şey dedi; lüzumsuz bir ömrü sürüklemektir…”
Madame Bovary, Rouen yakınındaki Croisset’de 1851 Eylül’ünün 19’unda yazılmaya başlanmış, 1856 Nisan’ında tamamlanmış, Haziran’da yayımcıya gönderilmiş ve aynı yılın sonlarına doğru Revue de Paris’te tefrika edilmiştir. Flaubert 1853 yazında romanın ikinci bölümüne geldiğinde, Rouen’in yüz mil kuzeyindeki Boulogne’da Charles Dickens Bleak House’u (Yaslı Ev) bitirmektedir; bundan bir yıl önce Rusya’da Gogol ölmüş, Tolstoy ise ilk önemli yapıtı olan Çocukluk’u yayımlamıştır. İnsanoğlunu yoğurup ona biçim veren belli başlı üç güç vardır: kalıtım, çevre ve bilinmeyen ‘x’ faktörü. Bunlardan İkincisi, yani ‘çevre’ en önemsiz olanı, ‘x’ faktörü ise en etkin olanıdır.
Şimdi, bir başyapıtın bir peri masalının tadını çıkarmaya girişiyoruz. Madame Bovary, bu dizideki peri masalları arasında en romantik olanıdır. Biçem açısından, şiirden beklenen etkiyi düzyazıda yaratır. Çocuğa bir öykü okursunuz, çocuk size ‘gerçekten olmuş mu’ diye sorar. Gerçek değilse, çocuk ısrarla gerçek bir öykü ister sizden. Elbette, biri kalkar da size, Mr. Smith biraz önce hızla geçip giden küçük, yeşil pilotlu mavi bir uçan daire görmüş derse; o zaman gerçek mi diye sorarsınız. Çünkü bunun gerçek olması, şu ya da bu biçimde yaşamımızı etkileyecek, pratik yaşamla ilgili sayısız sonuçlar doğuracaktır. Ama bir roman ya da şiir için ‘gerçekten olmuş mu?’ diye sormayın ne olur. Kendimizi aldatmayalım; unutmayın ki edebiyatın hiçbir pratik değeri yoktur, meğer ki çok kuraldışı bir durum söz konusu olsun da adamın biri kalkıp, onca meslek dururken, ‘edebiyat profesörü olacağım’ diye tuttursun. Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı: Madame Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak. Kitaplar kızlardan çok daha uzun ömürlüdür.
Kitap evlilik dışı ilişkileri ele alıyor ve zamanında o tutucu, philistine III. Napoleon yönetimini dehşete düşüren durumlar ve anıştırmalar içeriyor. Hatta bu roman müstehcen bulunarak mahkeme önüne çıkarılmış. Düşünün bir kere. Sanki bir sanatçının yapıtı ‘müstehcen’ olabilirmiş gibi. Davayı Flaubert’in kazandığını söylemekten mutluluk duyuyorum. Bunlar yüz yıl önceymiş. Bizim zamanımızda, bizim yaşadığımız günlerde ise… Neyse, ben konudan uzaklaşmayayım.
Madame Bovary’yi Flaubert’in gönlüne göre tartışacağız: yapılar, (o mouvements, —muvmanlar ya da devinimler— demişti buna), izleksel çizgiler ve roman kişileri açısından. Roman, her biri onar sayfa uzunluğunda otuzbeş bölümden oluşmakta, sırasıyla Rouen ve Tostes’da, Yonville’de, Yonville ve Rouen’da ve gene Yonville’de geçmektedir. Kuzey Fransa’da bir katedral kenti olan Rouen dışında bütün bu yerler uydurmadır.
Kitaptaki olayların 1830’larda, 1840’larda, Kral Louis Philippe’in (1830 1848) yönetimi sırasında geçmekte olduğunu varsayacağız. I. Bölüm 1827 kışında başlar ve bir çeşit sonsözde, kimi roman kişilerinin yaşamları getirilip, 1856’ya, yani III. Napoleon’a ve hatta Flaubert’in kitabı bitirdiği tarihe dayandırılır. Madame Bovary, Rouen yakınındaki Croisset’de 1851 Eylül’ünün 19’unda yazılmaya başlanmış, 1856 Nisan’ında tamamlanmış, Haziran’da yayımcıya gönderilmiş ve aynı yılın sonlarına doğru Revue de Paris’te tefrika edilmiştir. Flaubert 1853 yazında romanın ikinci bölümüne geldiğinde, Rouen’in yüz mil kuzeyindeki Boulogne’da Charles Dickens Bleak House’u (Yaslı Ev) bitirmektedir; bundan bir yıl önce Rusya’da Gogol ölmüş, Tolstoy ise ilk önemli yapıtı olan Çocukluk’u yayımlamıştır.
İnsanoğlunu yoğurup ona biçim veren belli başlı üç güç vardır: kalıtım, çevre ve bilinmeyen ‘x’ faktörü. Bunlardan İkincisi, yani ‘çevre’ en önemsiz olanı, ‘x’ faktörü ise en etkin olanıdır. Kitaplarda yaşayan kahramanlar sözkonusu olduğunda bu üç gücü de denetleyen, yönelten ve uygulayan elbette ki yazardır. Madame Bovary’nin içinde yaşadığı toplumsal çevre, tıpkı Madame Bovary’nin kendisi gibi, Flaubert tarafından, kendi amacına uygun biçimde yaratılmıştır; onun için, Flaubert toplumunun Flaubert kişisi üzerindeki etkilerinden dem vurmak kuyruğunu kovalayan köpek durumuna düşmektir. Kitabı ateşleyen ilk önemsiz dürtü ne olursa olsun, Flaubert Fransa’sındaki koşullar ya da Flaubert’in bunları yorumlayışı nasıl olursa olsun, kitapta olup bitenler yalnızca Flaubert’in zihninde olup bitmektedir. Emma Bovary’ye etki eden nesnel toplumsal koşulların belirleyiciliği üzerinde durmakta direnenlere karşı çıkmam bundan. Flaubert’in romanı insan yazgısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinmektedir, toplumsal koşullandırmaların aritmetiğini değil.
Madame Bovary romanındaki kahramanların çoğunun burjuva olduğu söylenir hep. Her şeyden önce, Flaubert’in burjuva sözcüğüne yüklediği anlamı açıklığa kavuşturalım. Kentte yaşayan anlamı dışında (Fransızca’da çoğunlukla bu anlamda kullanılır) burjuva, Flaubert’in sözlüğünde philistine, yani yaşamın maddi yönü ile ilgili ve yalnızca yerleşik geleneksel değerlere bağlı kişi demektir. O, burjuva nitelemesini hiçbir zaman Marksist anlamda kullanmaz. Flaubert’in burjuva’sı bir zihin durumudur, bir cüzdan durumu değil. Kitabımızın ünlü bir sahnesinde, patronu olan çiftçi için canı çıkıncaya kadar çalıştığı için madalya alan yaşlı bir köylü kadın, ona gülücükler yağdıran tuzu kuru burjuvalardan oluşan bir jüri önüne çıkar. Dikkat ederseniz, bu sahnede her iki taraf da philistine’dir, sırıtkan politikacılar da, boş inanları olan yaşlı kadın da — her iki taraf da Flaubertçi anlamıyla burjuvadır yani (…) Flaubert’in burjuva sözcüğünü kullanışına en iyi örnek Mösyö Homais’nin philistine davranışlarıdır. Daha iyi anlaşılsın diye ekleyeyim, Marx, Flaubert’e politik ekonomik anlamda burjuva derdi, Flaubert ise Marx’a tinsel-kültürel anlamda… Her ikisi de haklı olurdu, çünkü Flaubert gerçek yasamda varlıklı bir beyefendi idi, Marx ise sanatlara karşı olan tutumunda gerçek bir philistine…
Burjuva Kral (le roi bourgeois) Louis Philippe’in 1830’dan 1848’e kadar süren krallığı, Napoleon’un yüzyıl başındaki delifişek imparatorluğu ve yüzyılımızın türlü karışıklıkları gözönünde tutulduğunda, hoş bir durgunluk içinde geçmiştir. 1840’larda «Guizot’nun buz gibi yönetimi altında Fransa tarihi pek olaysız seyretmiştir.» Oysa «1847 yılı Fransız Hükümeti için kara haberler getirecektir; tedirginlik, yokluk, daha popüler ve parlak bir yönetime duyulan istek. Yüksek mevkilerde yolsuzluk ve yalan almış yürümüştür.» 1848 Şubat’ında bir ayaklanma olur. Louis Philippe «William Smith takma adıyla, onursuz bir krallığı bir kira arabasında onursuzca kaçarak noktalar» Œncyclopedia Britannica, 1879). Bu kadarcık tarih sokuyorum işin içine, çünkü faytonu ve şemsiyesiyle zavallı Louis Philippe’cik tam bir Flaubert kahramanıdır. Öte yanda, bir başka Flaubert kahramanı olan Charles Bovary, benim hesaplarıma göre 1815’de doğar; 1828’de okula başlar; 1835’de ‘sağlık memuru’ olur (doktorun bir altı) aynı yıl, ilk karısı dul Dubuc ile tıp öğrenimine başladığı Tostes’da evlenir. O ölünce 1838’de Emma Rouault’la (kitabın başkişisi) evlenir; 1840’da başka bir kente, Yonville’e yerleşir; 1846’da ikinci karısını da kaybettikten sonra 1847’ de, otuziki yaşında ölür.
İşte size kitabın hap kadar ufaltılmış bir zamandizini.
Birinci bölümde ilk izleksel çizgiyi yakalıyoruz: katlar ya da kat kat pasta izleği. 1828 sonbaharı; Charles onüç yaşındadır ve okula başladığı gün sınıfta şapkasını bir türlü dizlerinin üzerinden ayıramaz:
Tüylü takke, pamuk takke, Lancer’ların şapka’sı, (bir çeşit yassı miğfer) yuvarlak şapka, samur kasket bozması bir şeydi bu, kısacası, sessiz çirkinliği budala yüzleri gibi derin anlamlar taşıyan zavallı nesnelerden biriydi. Yumurta biçimindeydi, balinalarla kabartılmıştı, halka biçiminde üç büklümle başlıyordu; sonra, kırmızı bir şeritle birbirinden ayrılan, kadifeden, tavşan tüyünden eşkenar dörtgenler yükseliyordu; arkasından karışık şeritlerden meydana gelmiş nakışlarla kaplı, kartonlu bir çokgenle biten bir çeşit torba geliyor, buradan da, pek ince bir uzun kaytanın ucunda, sırma tellerden bir küçük püskül sarkıyordu. Yeniydi; siperliği parlıyordu.
(Bunu, Gogol’ün Ölü Canlarda, anlattığı Çiçikov’un yolculuk sandığı ve Korobaçka’nın arabası ile karşılaştırabiliriz — gene bir ‘katlar izleği’!).
Burada ve üzerinde duracağımız öteki üç örnekte, görüntü kat kat, sıra sıra, oda oda, tabut tabut açılacak, gelişecektir. Yukarıdaki şapka pek acınası ve zevksiz bir şeydir; zavallı Charles’ın aynı derecede dokunaklı ve bayağı geleceğini özetler gibidir sanki.
Charles’ın ilk karısı ölür. 1838 Haziran’ında, yirmiüç yaşındayken, Charles ve Emma görkemli bir taşra düğünüyle evlenirler: kaçınılmaz olarak, kat kat bir pasta —gene pek zevksiz, pek zavallıca bir şey— sunulur çağrılılara. (Pasta yöreye yeni gelen bir pastacının elinden çıkmadır, bu yüzden de çok özenilmiştir).
Altta, kemerleri, sıra sütunları, mermer tozu hamurundan heykelcikler ile bir tapınak gösteren, mavi kartondan [şapkanın bittiği yerden başlarız sanki: şapka karton bir kare ile bitmişti] bir kare vardı; sonra, ikinci katta, Savoie pastasından yapılmış, melek otundan, bademden, kuru üzümden, portakal dilimlerinden minik surlarla çevrili bir kale burcu vardı; daha sonra, yukarıda, üzerinde reçelden göller, fındık kabuğundan gemiler, kayalıklar bulunan bir yeşil çayırda, iki direği ucunda küreler yerine iki sahici gül tomurcuğu bulunan, çikolatadan bir salıncakta küçük bir Kupid2 sallanıyordu.
Buradaki reçelden göl yeni yeni tomurcuklanmaya başlayan vefasız eş Emma Bovary’nin, düşlerinde Lamârtine’in o sıralar pek moda olan lirik şiirlerine kulak vererek üzerlerinde süzüleceği romantik İsviçre göllerinin uğursuz bir minyatürüdür. Küçük Küpid’i sorarsanız ona da Emma’nın ikinci âşığı Leon’la buluştuğu Rouen’deki otel odasının döküntü görkemi içinde, bronz çalar saatin üzerinde yeniden rastlayacağız.
Hâlâ 1838 Haziran’ında ama bu kez Tostes’dayız. Charles bu evde 1835 1836 kışından beri, önce ilk karısının 1837 Şubat’ındaki ölümüne kadar onunla, sonra da tek başına oturmuştur. O ve yeni karısı Emma, Yonville’e taşınmadan önce Tostes’da iki yıl (1840 Mart’ına kadar) geçireceklerdir. İlk kat:
Evin tuğlalardan yapılmış ön duvarı, sokağın, daha doğrusu yolun tam hizasındaydı. [İkinci Kat:] Kapının ardında, küçük yakalı bir palto, bir gem, kara meşinden bir kasket asılı duruyordu, yerde, bir köşede de hâlâ kuru çamurla kaplı bir çift kalçın vardı. [Üçüncü Kat:] Salon, yani yemek yedikleri, oturdukları oda, sağdaydı. Üst yanında solgun çiçeklerden bir çelenk bulunan, kanarya sarısı bir kâğıt, iyi gerilmemiş bezinin üstünde baştan başa titriyordu; kırmızı bir şeritle çevrili, ak hassadan perdeler, pencereler boyunca kesişiyorlardı, şöminenin pervazı üzerinde, iki gümüş şamdan arasında, yumurta biçimi küreler altında, Hippocrate başlı bir duvar saati parıldıyordu. [Dördüncü Kat:] Koridorun öbür yanındaki oda Charles’ın muayene odasıydı, içinde bir masa, üç iskemle, bir koltuk vardı, aşağı yukarı altı ayak genişliğinde bir odaydı çam ağacından yapılmış bir kitaplığın alt katını, nerdeyse yalnızca, Tıp Bilimleri Sözlüğü’nün ciltleri süslüyordu, sayfaları kesilmemişti ama birbirini izleyen satışlarda kapakları pek yıpranmıştı. Muayene odasından hastaların öksürüşü, dertlerini anlatışları geldiği gibi, [Beşinci Kat:] salça kokuları da muayene sırasında duvarlardan geçiyordu: [Altıncı Kat:] Ondan sonra, [«venait ensuite», tıpkı şapkanın anlatılışındaki gibi] doğrudan doğruya ahırın bulunduğu avluya açılan, içinde bir fırın bulunan, şimdi odunluk, kiler, ambar işi gören, eski demirlerle, boş fıçılarla, kullanılmaz olmuş tarım araçlarıyla, ne işe yaradıkları anlaşılamayan bir sürü tozlu eşyalarla dolu, büyük, harap bir oda geliyordu.
1846 Mart’ında, sekiz yıllık evlilik yaşamından ve kocasının hakkında hiçbir şey bilmediği iki fırtınalı aşk serüveninden sonra, Emma Bovary karabasan gibi üzerine çöken bir sürü borç biriktirir ve bunları ödeyemeyeceği için de canına kıyar. Kitapta yaşarlığı fak romantik düş anında zavallı Charles onun cenazesini şöyle tasarlar kafasında:
Charles muayene odasına kapandı, eline bir kalem aldı, bir zaman hıçkırdıktan sonra şunları yazdı.
Gelin elbisesiyle, beyaz iskarpinleriyle, başında taçla gömülmesini istiyorum. Saçları omuzlarının üstüne yayılsın; [Burada katlar izleği geliyor] üç tabut, biri meşeden, biri akajudan, biri kurşundan. Bana bir şey söylenmesin, cesur olacağım. Hepsinin üstüne büyük, yeşil bir kadife örtülsün. Bunu istiyorum. Yapın.
Kitaptaki tüm ‘kat’ izlekleri burada birleşir. Charles’ın okula başladığı gün elinde tuttuğu acınası şapkayı oluşturan parçaları ve kat kat düğün pastasını hatırlarız.
İlk Madame Bovary bir icrâ memurunun duludur, o deyim yerindeyse ilk ve sahte Madame Bovary’dir. 2. bölümde Charles Bovary’nin ilk karısı henüz yaşıyorken, ikinci karısı yavaş yavaş ufukta belirir. Nasıl Charles eski doktorun yerini, almak için erken davranırsa, ikinci Madame Bovaryde daha birincisi ölmeden ortaya çıkar. [Flaubert, ikinci Madame Bovary’nin düğün töreninin tadı azalmasın diye ilk Madame Bovary’nin düğününü anlatmaz, Charles’ın ilk karısına sırasıyla şu adları verir Flaubert: Madame Dubuc (ilk kocasının soyadı), sonra Madame Bovary, Küçük Madame Bovary (Charles’ın annesine oranla), sonra Heloise, noter cebinde kadının paralarıyla sırra kadem bastığında Dul Dubuc ve son olarak da gene Madame Dubuc. Başka türlü söylersek, Charles Emma Rouault’a âşık olduğunda, o küçücük aklıyla ilk karısını aynı aşamalardan —ama bu kez geriye doğru— geçirerek ilk yerine yerleştirir. Ölümünden sonra, yani Charles Bovary Emma ile evlendiğinde zavallı ölü Heloise, gerisin geriye, baştaki Madame Dubuc’lüğüne iade edilir. Dul kalan Charles’dır ama onun dulluğu bir biçimde, aldatılmış ve öbür dünyaya göçmüş Heloise’ciğe aktarılır. Kitapta Emma’nın, Heloise Bovary’nin dokunaklı alın yazısına pek aldırış etmediğini görüyoruz. Rastlantıya bakın Charles’ın her iki karısının da ölümlerine yardımcı olan parasal çıkmazlardır.
Romantik lafının birçok anlamı vardır. Madame Bovary’yi sözkonusu ederken —kitabı da, hanımın kendisini de— romantik’i şu anlamda kullanacağım: «en belirleyici özelliği, büyük ölçüde edebiyattan derlenmiş pitoresk olasılıklar üzerinde yoğunlaşmak olan hülyalı, hayâli bir zihin alışkanlığı» (Romantik’den çok romanesk bir edebiyat). Aklı ya da heyecanlarıyla gerçekdışında yaşayan romantik kişinin, derin ve da sığ olması, zihinsel niteliklerine bağlıdır. Emma Bovary akıllıdır, duyarlıdır, az çok iyi öğrenim görmüştür ama boş kafalıdır; çekicidir, güzeldir, incedir ama bunlar ondaki ölümcül philistine’lik eğilimini dışlamaz. Kurduğu egzotik düşler içten içe genel geçer yargılara dört elle sarılan, geleneksel’i çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran (gelenekseli aşmanın en geleneksel biçimi de evlilik dışı ilişkidir çünkü) bir taşra burjuvası olmasını engelleyemez. Lükse olan düşkünlüğü ise, Flaubert’i ona romanın bir iki yerinde ‘köylü hesaplılığı’, ‘taşralı bir işini bilirlik’ gibi özellikleri yakıştırmaktan alıkoymaz. Gene de, olağanüstü güzelliği, alışılmamış zerâfeti, kuş gibi, cıvıl cıvıl neşesi —bütün bunlar dayanılmaz ölçüde çekicidir ve kitaptaki üç erkeği, kocasıyla iki âşığını büyüler. Âşıklarının ikisi de serseridir; onda hergün düşüp kalktığı orospularda olmayan hülyalı bir sevecenlik bulan Rodolphe ve gerçek bir hanımefendiyle âşıkdaşlık ettiği için pek gururlanan o gözü yükseklerde, vasatlık örneği, Leon.
Peki ya koca, Charles Bovary? O da cansıkıcı, hantal, miskin bir adamdır, albeni, beyin, kültür denen şeylerden nasibi olmadığı gibi, kendisine geleneksel kavram ve alışkanlıklardan, eksiksiz bir de takım edinmiştir. O da philistine’dir ama aynı zamanda acınacak bir insandır da. Şu iki nokta son derece önemli; Emma’da onu baştan çıkaran özellik Emma’nın aradığı ve kurduğu hayâllerde bulamadığı şeyin ta kendisidir. Charles, belli belirsiz de olsa Emma’da büyük bir yoğunlukla pırıldayan bir güzellik, lüks, hülyalı bir uzaklık, şiir, romans olduğunu sezer. Önemli noktalardan biri bu, biraz sonra birkaç örnek de vereceğim. İkinci nokta ise, Charles’ın Emma’aya neredeyse farkına varmadan duyduğu aşkın, kendini beğenmiş ve bayağı âşıklar olan Leon ile Rodolphe’un kaba ve sırıtkan heyecanlarıyla kesin karşıtlık oluşturan derin ve gerçek bir duygu olmasıdır. Flaubert’in peri masalındaki hoş paradoks da buradadır işte; ölü ya da diri, Emma’ya beslediği her şeye yeten, bağışlayıcı, sarsılmaz aşkla Yücelen ve arman tek kişi kitabın en yavan ve tatsız kahramanından başkası değildir. Kitapta Emma’ya âşık olan bir dördüncü kişi var, bu da Dickens romanlarından fırlamış bir çocuk, Justin. Hiç önemi yok, ona da sevecen bir ilgiyle yaklaşmanızı öneririm.
Charles Bovary’nin Heloise Dubuc’la evli olduğu günlere dönelim. 2. bölümde Bovary’nin atı —atlar bu kitapta son derece önemli bir= rol „oynar hatta karınca kararınca bir izlek bile oluştururlar— dalgın bir tırıs tutturmuş giderken, Charles’ı hastalarından birinin, bir çiftçinin kızı olan Emma’ya götürür. Ne var ki, Emma bildiğimiz çiftçi kızlarından farklıdır; zarif bir genç kadın, iyi bir yatılı okulda kibar kişilerin kızlarıyla birlikte öğrenim görmüş bir ‘küçükhanım’dır. Ve işte karşınızda Charles; teri çoktan soğumuş, evlilik yatağından silkinerek kalkmış Charles Bovary (ilk karısını, o yaşlıca, tahta göğüslü, dört bir yanında baharın goncaları gibi sivilceler açan o bahtsız kadını hiç sevmemiştir. Flaubert Charles’a onun hep başka bir adamın dulu olduğunu hatırlatır durur); evet, işte bu Charles Bovary, yavan yatağından bir haberci tarafından dürtülerek kaldırılmış, çiftçinin birinin bacağını iyileştirmek için Les Bertaux çiftliğine doğru yollara düşmüştür. Çiftliğe yaklaşırken. Charles’ın uysal atı ansızın şöyle bir ürker, sanki genç adamın sakin yaşamının tuzla buz olacağını sezmiş gibidir.
Bu ilk gelişinde çiftliği, sonra da Emma’yı hâlâ o bahtsız dulla evli bulunan genç adamın gözünden görürüz. Avludaki yarım düzine kadar tavuskuşu pek zayıf bir umut, gökkuşağı pırıltılarının güvenilmezliği üzerine bir ders gibidir. Emma’nın güneş şemsiyesi izleğiyle bu bölümün sonuna doğru karşılaşırız. Bir iki gün sonra buzlar eriyip de, ağaçların gövdeleri ıslaklıktan pırıl pırıl parlar, çiftlik binalarının tepelerindeki karlar erirken Emma eşikte durup dışarıya bakar, sonra da gidip güneş şemsiyesini getirir. Şemsiyenin prizma benzeri ipeğinden geçen güneş ışığı Emma’nın beyaz tenini durmadan değişen ışık oyunlarıyla donatır. Emma kendisini okşayan bu ılıklığın altında durmuş” gülümserken, su damlacıkları düzenli aralarla, bir davula vurur gibi, birer birer gergin ipek muare kumaşın üzerine düşerler.
Emma’nın duyumsal zarafeti değişik yönleriyle Charles Bovary’nin bakış açısından verilir; üç farbelalı mavi giysisi, zarif tırnakları ve saç biçimi. Bu İngilizce’ye birçok kereler öylesine kötü çevirildi ki, eksiksiz bir çevirisini yapmadan anlaşılması mümkün değil:
İki kara baş sargısının her biri tek bir parçadanmış gibi görünüyordu, öylesine düzdü saçları, başın eğilişine göre hafiften derinleşen ince bir çizgiyle [bakan genç bir doktordur, unutmayın] ayrılmışlardı; kulaklarını örtüyor, ancak kulak memelerini [kulak memelerini, bütün çevirmenlerin dediği gibi üst uçlarını değil; üst uçları kara, düz dalgalar örtüyordu elbette] gösteriyorlardı, şakaklara doğru dalgalı bir hareketle gidiyor, arkada gür bir topuzda birleşiyorlardı, köy hekimi ömründe birinci kere görüyordu böyle birşeyi. Elmacık kemiklerinin üzeri pembeydi.
Bizim genç doktorda uyandırdığı duyusal izlenim, içeriden, oturma odasından görülen bir yaz gününün betimlenmesiyle daha da vurgulanır:
Pancurların aralıklarından döşeme taşlarının üzerine büyük, ince güneş çizgileri uzanıyordu, eşyaların köşelerinde, tavanda titriyorlardı. Masanın üstünde sinekler, az önce kullanılmış bardaklara tırmanıyor, dipte artakalmış elma şırasının içinde boğularak vızıldıyorlardı. Şömineden inen ışık, kaplamanın kurumunu kadifeleştiriyor, soğuk külleri azıcık mavileştiriyordu. Emma, pencere ile ocak arasında, dikiş dikiyordu; atkı matkı yoktu üzerinde, çıplak omuzlarında küçük ter damlaları görünüyordu.
Kapalı pancurların aralıklarından içeri sızan ince uzun güneş ışıklarına, bardakların kenarından yukarıya doğru tırmanan (çevirmenlerin dediği gibi ‘sürünen’ değil; sinekler sürünmez’, yürürler, ellerini birbirine sürterek yürürler) tırmanan ve elma şırasının son damlalarında boğulan sineklere dikkat edin. Aynı zamanda, şöminenin arkasındaki kurumu kadifeleştiren, soğuk külleri azıcık mavileştiren uğursuz günışığını da unutmayın. Emma’nın omuzlarındaki ter damlacıkları (açık bir giysi vardır üzerinde), onları da unutmayın. İşte size kusursuz imgeler.
Tarlaların arasından kıvrılarak ilerleyen düğün alayı cenaze alayı ile, ölü Emma’yla, onun kitabın başında başka tarlaların arasından kıvrılarak ilerleyişi ile karşılaştırılmalı. Düğünde:
Düğün alayı renkli bir yazma gibi birleşikti önce, kırda, yeşil buğdaylar arasında kıvrılan, dar bir keçi yolu boyunca dalgalanıyordu, hemen sonra uzandı, konuşmaya dalıp geciken değişik topluluklara bölündü. Kemancı, ucu püsküllü kemanıyla önden gidiyordu, sonra gelin güvey, akrabalar, dostlar geliyordu darmadağın çocuklar geride kalıyorlardı, yulaf saplarının küçücük çanlarını koparıyor, oynuyor, kimseler görmeden eğleniyorlardı. Emma’nın elbisesi çok uzundu, eteği yerde sürükleniyordu; ikide bir durup eteğini çekiyor, eldivenli parmaklarıyla küçük dikenleri, sert otları kibar kibar çıkarıyordu, Charles da, elleri boş, bitirmesini bekliyordu. Rouault baba yeni bir ipek şapka giymişti, kara elbisesinin kolundaki süsler, ellerini tırnaklarına kadar örtmüştü, Charles’ın annesine kolunu vermişti. Babasına gelince, bütün bu insanları küçümsüyordu içinden, asker biçimi, bir sıra düğmeli bir redingotla gelmişti yalnızca, sarışın bir köylü kızına, bütün ömrü kahvede geçen insanların ağzına yaraşan, çapkın sözler söylüyordu. Kız selâm veriyor, kızarıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Öteki insanlar işlerden sözediyor, ya da eğlenceye önceden hazırlanarak birbirlerine şeytanca oyunlar oynuyorlardı; biraz kulak verildi mi, çalmasına hiç mi hiç ara vermeyen kemancının cızırtısı [cırcırböceğinin sesi] duyuluyordu.
Emma toprağa veriliyor:
Her iki yanda üçer kişiden altı adam, kısa adımlarla yürüyordu, biraz soluyorlardı. Papaz, ilâhiciler, iki korocu çocuk. De Profundis’i söylüyorlardı; sesleri ovanın üzerinde inişlere çıkışlara göre yükselip alçalarak gidiyordu. Bazı bazı, patikanın dönemeçlerinde kayboluyorlardı, ama büyük gümüş haç, ağaçlar arasında dimdik görünüyordu (Düğündeki kemancıyla karşılaştırın).
Kadınlar, kukuletaları inik, kara mantolar giymişler, arkadan geliyorlardı; ellerinde birer iri mum yanıyordu; Charles duaların ve mumların bu sürekli tekrarıyla, bu tatsız mum ve lâta kokularının etkisi altında bayılacak gibi oluyordu. Serin bir yel esiyordu, çavdarlar, kolzalar (lahana tohumu) yeşil yeşildi, yolcuların kıyısında, dikenli çitlerin üzerinde çiy damlacıkları titriyordu. Her çeşit sevinçli gürültüler dolduruyordu ufku: uzakta tekerlek izlerinin üzerinde giden bir arabanın takırtısı, tekrarlanıp duran bir horoz sesi, elma ağaçlarının altında dört nala koşan bir tay. Dupduru gök pembe bulutlarla beneklenmişti; süsenlerle kaplı kulübeler üzerine mavimtrak duman halkaları düşüyordu. Charles, geçerken, evleri tanıyordu. Bunun gibi sabahlar, bir hastaya baktıktan sonra çıkıp karısına döndüğü sabahlar geliyordu aklına. (Garip ama Charles düğünü hatırlamıyor; okur ondan daha avantajlı bir konumda)
Üstüne ak gözyaşları serpilmiş kara örtü zaman zaman aralanıyor tabut görünüyordu. Yorulan taşıyıcılar yavaşlıyorlardı; Emma sürekli sarsıntılarla, her dalgada yalpalanan bir kayık gibi ilerliyordu.
Düğün sonrası bizim genç doktorun gündelik yaşamındaki mutluluk ise bir başka duyumsal paragrafla canlandırılır.
Sabahları, yatakta, yastığın üzerinde yan yana oluyorlardı, başlığının ince bağlarının yan yarıya örttüğü yanaklarının incecik tüyleri arasından güneş ışığının geçişine bakıyordu. Böylesine yakından bakınca, gözleri büyümüş gibi geliyordu ona, hele uyandığı sırada, gözkapaklarını birçok kereler üst üste açıp kapadığı zaman; gölgede kara, bol ışıkta koyu maviydiler, art arda renk tabakaları vardı ya yüzeye doğru aydınlanarak geliyorlardı sanki, dipte daha yoğundular. (Katlar izleğinin uzak bir yankısı)
VI. bölümde geriye dönülüp bakılır ve Emma’nın çocukluğu, sığ romantik kültür, okuduğu kitaplar ve bunlardan edindikleri açısından irdelenir. Emma romansların, az çok egzotik denebilecek romanların, romantik şiirlerin bıkmak bilmez bir okurudur. Aşinalık kurduğu yazarların bazıları birinci sınıftır; Walter Scott ya da Victor Hugo gibi. Bazıları ise pek parlak sayılmaz, Bernardine de SaintPierre ya da Lamartine gibi. Ama önemli olan yazarların iyi ya da kötü olmaları değil. Önemli olan onun kötü bir okur olmasıdır. Kitap okurken heyecanlarına kapılır, sığ ve çocukça bir biçimde kendini şu ya da şu kadın roman kişisinin yerine koyar. Flaubert çok ince bir hileye başvurur. Emma’nın pek sevdiği romantik klişeleri birkaç satır içinde art arda dizer; beri yandan bu ucuz imgeleri seçişindeki hınzırlıkla, bunların bir kadans oluşturacak biçimde bükümlü bir cümle içine dizilişleri bir uyum ve sanatsallık etkisi uyandırır. Manastırda, okuduğu romanlar:
Hepsi de aşklar, sevgililer, ıssız köşklerde çile dolduran hanımlar, her konakta öldürülen seyisler, her sayfada gebertilen atlar, karanlık ormanlar, coşkun yürekler, yeminler, hıçkırıklar, gözyaşları, öpüşler, ay ışığında sandallar, koruluklarda bülbüller, aslanlar kadar yiğit, kuzular kadar yumuşak başlı, görülmedik derecede erdemli, hep güzel giyinmiş beyefendiler, mezar başlarında gözyaşı döken beyefendiler üstüneydi. Emma, on beş yaşında, altı ay boyunca, elini bu eski okuma odalarının tozuna buladı. Daha sonra, Walter Scott’u okudu, tarihle ilgili şeylere tutuldu, kocaman sandıkların, muhafız koğuşlarının, eski ozanların, eski bir köşkte, duvarın yonca biçimi nakışları altında, dirsekleri taşa dayalı, çenesi ellerinde, ovanın ötelerinden kara bir at üzerinde dörtnala gelen, ak tolgalı atlıyı seyretmekle gün geçiren şu uzun korsajlı şato hanımları gibi yaşamak isterdi.
Flaubert, aynı sanatsal numarayı Homais’nin bayağılıklarını ardarda dizerken de kullanır. Konu, kaba saba ve tiksinç olabilir. Ama romanda dile getirilirken sanatsal açıdan dönüştürülmüş, dengelenmiştir. Biçem budur işte. Sanat budur. Edebiyatta gerçekten önemli olan tek şey budur.
Emma’nın düş kurması izleğinin, bir korucunun ona armağan ettiği ufak köpekle de bağlantısı vardır. Emma bu köpeği:
Dolaşmaya giderken yanına alıyordu; bazı bazı bir an yalnız kalmak, gözlerinin önünde tozlu yolu, değişmez bahçeyi görmemek için dolaşmaya çıkıyordu…
Düşüncesi, önce bir erek gütmüyor, kırda halkalar çizen, sarı kelebeklerin ardından havlayan, bir buğday tarlasının kıyısında gelincikleri dişleyen, sivri sıçanlar avlayan tazısı gibi, gelişigüzel dolaşıyordu. Sonra yavaş yavaş bir noktada toplanıyordu aklı, Emma çimenliğin üzerine oturuyor, şemsiyesinin ucuyla çimenleri karıştırıyor, tekrarlayıp duruyordu:
— Allahım, ne diye evlendim?
Başka bir rastlantıyla başka bir adama rastlayamaz mıydım diye düşünüyordu; bu gerçekleşmemiş olayların, bu farklı hayatın, bu tanımadığı kocanın nasıl olabileceğini kafasında canlandırmaya çalışıyordu. Gerçekten de hiçbiri bu adama benzemiyordu. Güzel, akıllı, seçkin, çekici bir kimse de olabilirdi kocası, eski manastır arkadaşlarının evlendikleri adamlar öyleydiler şüphesiz. Onlar ne yapıyorlardı şimdi? Kentte, sokakların gürültüsü, tiyatroların uğultusu, baloların parıltısı içindeydiler, yüreğe ferahlık veren, duyguları çiçeklendiren bir yaşayışları vardı. Kendi yaşayışına gelince, penceresi kuzeye bakan bir çatı katı gibi soğuktu, sıkıntı denen sessiz örümcek de karanlıkta yüreğinin dört bir köşesine ağlar örüyordu.
Bu köpeğin Tostes’den Yonville’e giderken kaybedilmesi, Emma’nın Tostes’da edindiği hafif tertip romantik, hüzünlü düşler kurma alışkanlığının sona erişini ve kaderin Emma’ya türlü oyunlar hazırladığı Yonville’de onu bekleyen fırtınalı yaşantıların başlangıcını simgeler.
Oysa daha Yonville’e gelmeden önce bile, Emma’nın kafasında, Vaubyessard’dan dönerken ıssız bir köy yolunda yerde bulup aldığı ipek kılıflı puro tabakasıyla somutlanan romantik bir Paris imgesi vardır. ‘Tıpkı yüzyılımızın ilk yarısının en büyük romanı olan, Proust’un Kaybolan Zamanı Ararken’inde, küçük Combray kentinin, tüm bahçeleriyle birlikte (bir anı) bir çay fincanından çıkıp gelivermesi gibi… Emma’nın gözünde canlanan bu Paris, kitapta birbirini izleyen düşlerden yalnızca biridir. Çok geçmeden tuzla buz oluveren bir başka düş ise Bovary adını kocası Charles aracılığıyla ünlü kılmaktır.
Geceleri kitaplar üzerinde, sessiz bir hamaratlıkla çalışan, sonra, altmış yaşına, romatizmalar çağına gelince de kötü dikilmiş, kara elbisesinin üzerinde haç biçiminde
bir altın madalya taşıyanlardan bir kocası bile yoktu. Kendisinin olan bu Bovary adı ünlü bir ad olsun isterdi, kitapçı camekânlarına serildiğini, gazetelerde tekrarlandığını, bütün Fransa’da tanındığını görmek isterdi. Ama Charles’ da zerre kadar hırs yoktu!
Gündüz gözüyle düş kurma izleği büyük bir doğallıkla hile izleğiyle örtüşür. Bakıp bakıp düşler kurduğu puro tabakasını saklar Emma, daha başından, kocası onu başka bir yere götürsün diye onu kandırır. Hasta numarası yaparak Yonville’e taşınmalarını sağlar.
Bu düşkünlük böyle sürüp gidecek miydi? Sıyrılamayacak mıydı bundan? Oysaki mutlu yaşayanların hiçbirinden aşağı kalmazdı! Vaubyessard’da beli daha kalın, tavırları daha beylik düşesler görmüştü, Tanrı’nın adaletsizliğine lânet ediyor, ağlamak için başını duvarlara yaslıyordu; gürültülü hayatları, maskeli baloları, bilmediği ve vermeleri gereken bütün çılgınlıklarıyla birlikte aykırı bazları kıskanıyordu.
Sararıp soluyordu, yürek çarpıntılarına tutuluyordu. Charles ona kedi otu verdi, kâfur banyoları yaptırttı. Neyi denese, hepsi de Emma’yı daha çok kışkırtır gibiydi…
Durmadan Tostes’den dert yandığı için, Charles hastalığın nedenini bölgenin etkisine yordu, bu görüşün üzerinde durarak, ciddi olarak, buradan gitmeyi, başka bir yere yerleşmeyi düşünmeye başladı.
Emma, bunun üzerine, zayıflamak için sirke içti, kuru bir öksürük tutturdu, iştahını bütün bütün yitirdi.
Kader onu Yonville’de yakalayacaktır. Gelin buketinin başına gelenler, birkaç yıl sonra kendi canına kıyacak oluşunun uğursuz bir habercisi ya da işareti gibidir. Charles’ın ilk karısının gelin buketini bulduğunda kendi buketinin başına neler geleceğini düşünmemiş midir? İşte Tostes’den ayrılırken buketi yakışı aşağıdaki nefis bölümde şöyle anlatılır:
Emma bir gün, yolculuğu düşünerek bir çekmeceyi düzeltiyordu, parmaklarına bir şey battı. Evlilik demetinin teliydi bu. Portakal tomurcukları tozdan sapsarıydı, gümüş kenarlı, saten kurdelanın uçları tiftiklenmişti. Ateşe attı bunu. Kuru samanlardan bile daha çabuk tutuştu.
Sonra küller üzerinde, yavaş yavaş eriyen bir çalıyı andırdı. Emma yanışını seyretti. Küçük, kâğıt yemişler patlıyor, sarı tel bükülüyor, şerit eriyordu, kâğıt çiçek yaprakları sertleşmişlerdi, kara kelebekler gibi sallandılar, ocakta havalanıverdiler en sonunda.
Flaubert, 22 Temmuz 1852’de yazdığı bir mektupta bu bölüm için geçerli olabilecek bir görüş ileri sürer: «Gerçekten iyi bir düzyazı cümlesi, iyi bir şiir dizesi olmalıdır, değiştirilemez, bir şiir dizesi kadar âhenkli ve ritmiktir.»
Emma kızına koymayı düşündüğü adları aklından geçirirken düş kurma izleği yeniden belirir:
Clara, Louisa, Amanda, Atala gibi, İtalyan ekleriyle biten adları gözden geçirdi ilkin; Galsuinde’i oldukça beğeniyordu, Yseult ya da Leocadieyi daha çok beğeniyordu.
Charles çocuğa annesinin adı verilsin istiyor, Emma da buna karşı çıkıyordu. Takvimi bir baştan bir başa gözden geçirdiler, yabancılardan akıl danıştılar.
Romanın öteki kişileri önerdikleri adlarda kendi kendilerine ters düşmezler. «Charles çocuğa annesinin adının verilmesini istiyordu; Emma buna karşı çıktı» «Mösyö Leon,» der Homais, «neden Madeleine adını seçmediğinizi merak ediyor. Şimdilerde pek moda.»
Ama Bovary ana bu günahkâr kadın adını duyunca yaygaralar kopardı. M. Homais’ye gelince, büyük bir adamı, ünlü bir olayı, ya da yüksek bir kavramı hatırlatan adları severdi.
Sonunda Emma’nın neden Berthe adını seçtiğine dikkat edin.
En sonunda, Emma, Vaubyessard şatosunda, markizin genç bir kadına Berthe diye seslendiğini hatırladı; hemen bu ad seçildi.
Çocuğa ad vermekte duyulan romantik kaygılar onun (süt anne yanına çiftliğe verilmesiyle — o günlerde sıkça benimsenen akılalmaz bir âdet — karşıtlık oluşturur. Emma, Leon’la birlikte çocuğu görmeye gider:
Evi bir ihtiyar ceviz ağacı gölgelendirirdi, bundan tanıdılar. Basık bir evdi, koyu renkli tuğlalarla örtülüydü, dışarıda, çatı penceresinin altında bir dizi soğan asılıydı. Dikenlik çite dayanmış çalı çırpı demetleri, bir mercimek evleğini, birkaç kök lavanta otunu, hereklere tırmanmış, çiçekli bezelyeleri çevreliyordu. Otlar üzerine yayılmış bir kirli su akıyordu, her yanda ne oldukları anlaşılmayan paçavralar, elle örülmüş çoraplar, kırmızı alacadan bir kadın gömleği, uzunlamasına çitin üzerine serilmiş, kocaman bir kalın bez vardı. Tahtaperdenin gürültüsü üzerine sütanne göründü, meme emen bir çocuk tutuyordu kucağında. Öteki eliyle de yüzü sıracalarla kaplı bir cılız çocuğu sürüklüyordu, Rouen takkecisinin oğluydu bu, büyükleri ticarete fazla daldıklarından köyde bırakmışlardı zavallıyı.
Emma’nın heyecanlarındaki iniş ve çıkışlar —özlemler, tutku, düşkırıklığı, aşklar, umduğunu bulamama— iyi günleri kadar kötü günleri de olan bir yaşam çizgisi izledikten sonra şiddet dolu ve çok berbat bir intiharla sona erer. Emma’dan ayrılmadan önce, ondaki pek belli belirsiz bir fiziki kusurla, kuru ve kemikli elleriyle simgelenen, yaradılışındaki sertliğe de değinelim; elleri bakımlı, zarif, beyaz, belki hoş bile olabilir ama güzel eller değildir bunlar.
Yaradılış olarak sahte, yalancıdır Emma; Charles’ı ta başında, daha evlilik dışı ilişkiler kurmadan önce aldatır. Emma’nın kendisi de philistine’ler arasında yaşayan bir philistine’dir. Kafasının bayağılığı Homais’ninki kadar belirgin olmayabilir. Homais’nin yaradılışındaki yavan, hazırlop, güya ilerici niteliklerin Emma’da dişi ve güya romantik bir biçimde ortaya çıktığını söylemek insafsızlık olabilir. Ama Emma ile Homais’nin birbirlerini sadece fonetik olarak yankılamakla kalmayıp, ortak bir şeyi paylaştıkları duygusundan da bir türlü kurtulamayız. Bu ‘bir şey’ yaradılışlarındaki bayağı acımasızlıktır. Emma’da, bayağılığı ve philistine’liği gözlerden gizleyen kurnazlığı, güzelliği, onu kâh oraya kâh buraya sürükleyen zekâsı, idealize etme gücü, sevecenlik ve anlayış anları ve tabii bir de o kısacık, kuş kadar ömrünün çok insanca bir felâketle sona ermesidir.
Homais’de durum farklıdır. O başarılı bir philistine’dir. Bu işgüzar Homais ile sıkıcı rahip Bournisien sonuna kadar zavallı Emma’nın ölüsünün başucundan ayrılmazlar. Kitapta bu ikisinin —biri ilâca öteki Tanrı’ya tapınan bu iki herifin— Emma’nın ölüsünün yanı başındaki iki koltukta suratları birbirine dönük olarak uyumalarını anlatan nefis bir sahne vardır. Karşılıklı geçmiş, koca göbekleri, açılmış ağızları ile horlamaktadırlar; her ikisi de uyku denen insanca zaafta buluşmuşlardır. Sonra, Homais’nin Emma’ya bulduğu mezar yazısı — zavallı Emma’nın kaderine ne büyük bir hakaret! Homais’nin aklı yavan Latince klişelerle doludur ama ilk elde sta viator’dan daha doğru dürüst bir şey gelmez aklına: bekle yolcu. (Ya da dur yolcu. Nerede dur?) Bu latince sözün gerisi heroam calcas’dır — bir kahramanın küllerine basıyorsun. Ama Homais sonuçta her zamanki çılgınca cüreti ile ‘kahramanın küllerine basıyorsun’u ‘sevgili eşinin küllerine basıyorsun’a çevirir. Dur yolcu, sevgili karını çiğneyip geçiyorsun — bütün aptallığına karşın Emma’yı derin, dokunaklı bir aşkla sevmiş olan Charles’a söylenecek en son söz. (Emma’nın ölümünden hemen önce, kısacık bir an içinde farkına varır bu sevginin) Ya Charles nerede ölür? Emma’yla Rodolphe’un seviştikleri çardakta.
(Sırası gelmişken; Charles’ın bu son yaşam sayfasında o bahçedeki leylâkları ziyarete gelenler bal arıları değil parlak yeşil bitki böcekleridir. Ah bu alçak, yalancı, philistine çevirmenler! Flaubert’i İngilizce’ye çevirenin biraz İngilizce bilen Homais olduğuna inanası geliyor insanın) .
Homais’nin kabahatleri de epeycedir:
l) Bilime ilişkin malumatını ufak el kitaplarından, genel kültürünü ise gazetelerden edinmiştir; edebiyat zevki, özellikle sayıp döktüğü yazar adları yan yana getirildiğinde tiksinçtir. «Geçen gün bir gazetede okuduğum gibi; ‘işte bütün sorun bu’», derken Rouen’li bir gazeteciden değil Shakespeare’den alıntı yaptığını bilmez. (Rouen’li gazetecinin de kimden alıntı yaptığını bildiği kuşkulu ya).
2) Doktorluk yapmaya kalkıştığı için hapse atılmasına ramak kaldığını hatırladıkça korkuyla ürperir.
3) Bir hain, bir alçak ve bir dalkavuktur, işine geldiğinde ya da bir nişanla onurlandırılmak uğruna kendisine olan saygısını ayaklar altına almaktan çekinmez.
4) Korkaktır ve atıp tutmasına bakmayın, aslında kandan, ölümden, cesetlerden çok korkar.
5) İnsafsızdır, içinde zehirli intikam duyguları taşır.
G) Kendini beğenmiş bir eşşek, züppe bir hilekâr, müthiş bir philistine’dir çoğu philistine’ler gibi de toplumun temel direklerinden biridir.
7) Romanın sonunda 1856’da gerçekten bir nişan verilir kendisine. Flaubert içinde yaşadığı çağı, kendisinin muflisme olarak adlandırdığı bir philistine’lik çağı olarak tanımlıyordu. Ne var ki bu sadece belli yöntemlerde ya da rejimlerde görülen bir şey değildir; aslını ararsanız, philistine’lik devrimlerde ve polis devletlerinde geleneksel rejimlerde olduğundan daha sık görülür. Şiddet eylemlerine kalkışmış bir philistine, evinde televizyonun karşısına kurulmuş oturandan daha tehlikelidir her zaman.
Gelin, Emma’nın platonik ve platonik olmayan aşklarını şöyle bir özetleyelim:
1) Okullu bir kızken müzik öğretmenine âşık olmuş olabilir; çünkü bu müzik öğretmeni, kitabın geriye dönüşlü paragraflarından birinde, elinde keman kutusuyla geçecektir.
2) Charles’ın genç karısı konumundayken (başında âşık değildir Charles’a) Leon Dupis adında bir noter kâtibiyle, teknik açıdan platonik denebilecek bir aşk ilişkisi yaşar.
3) İlk ‘serüven’i, yörenin toprak ağası Rodolphe Boulanger iledir.
4) Bu serüvenin tam ortasında, Rodolphe, Emma’nın ulaşmaya çalıştığı romantik idealden çok daha kaba bir herif çıktığı için, Emma düşlerindeki erkeği kocasında bulmaya kalkışır; onu büyük bir hekim olarak görmeye çalışır, sevecenlik ve geçici bir gururla dolu kısa bir süre yaşanır.
5) Zavallı Charles ahırda çalışan zavallı yamağın yumru ayağını ameliyat edeyim derken her şeyi yüzüne gözüne bulaştırınca —kitabın en güzel bölümlerinden biri— Emma eskisinden daha da büyük bir tutkuyla Rodolphe’a döner.
6) Rodolphe, Emma’nın kaçıp İtalya’da yaşamalarını öngören son romantik düşünü de bozunca, ağır bir hastalık geçirir ve romantik bir sevgiyle Tanrıya yönelir.
7) Birkaç dakikalığına opera şarkıcısı Lagardy hakkında düşlere dalar.
8) O korkak, yavan Leon’la tekrar karşılaştıktan sonra başlattığı ilişki, kurduğu düşlerin çarpık ve dokunaklı bir biçimde gerçekleşmesine yol açar.
9) Ölmeden önce, Charles’ın insani ve ölümsüz yönünü, kendisine duyduğu büyük sevgiyi keşfeder; yaşamı boyunca bir türlü farkedemediği şeyi görmüştür.
10) Ölümünden birkaç dakika önce öptüğü, haça gerili İsa’nın fildişinden bedeni; bu aşkın da önceki düşkırıklıkları gibi sona erdiği söylenebilir, çünkü ölürken o iğrenç çingenenin söylediği korkunç ezgiyi duyar ve yaşam boyu çektiği bütün dertler yeniden döner gelir.
Gustave Flaubert – Madame Bovary
Kaynak: Edebiyat Dersleri – Vladimir Nabokov