“Ve acıdan dili tutulunca bir insanın, bir tanrı
Çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş.”
Goethe
Şusaku Endo’nun ‘Sessizlik’ adlı kitabında ise Rahip Rodrigues şu soruyu sormuş: “Tanrım, neden sessizsin? Neden daima sükût içindesin?” Tanrı belki susmayı yeğlemiş haksızlıklara, acılara, ölümlere, katliamlara, işkencelere ama şair susmamış; yaşamında yer tutan uzun bir tiyatro döneminden sonra yazdığı öykü, deneme, makale ve şiirleri; tarihin, mitolojik atıfların, ateşin, külün, kavganın eşliğinde, umudu da eksik etmeden hayatla derdi olan insan hassasiyetiyle okurların algısına sunmuştur.
İsmail Mert Başat politik bakış açısının gerekliliğiyle lokalden uzak, evrensel ve entelektüel bir gözle tarih ve dünya halkları üzerinden eserlerini oluşturmuş, “kelimeler, kelimelerin tüm o keyfi karşılaşmaları, karışmaları, bütün o protoplazmik dönüşümleri, aynı anda hem gerçek hem de fantastik olan koca bir dünyayı doğurmaya” yetmiştir. Tüm bu olguları berrak bir dille şiirine yansıtırken bugünü ve geleceği de içine katmayı ihmal etmemiş, “Fışkırma olarak kavranan ve bir mırıltı içinde eriyerek ortadan kaybolan bir eser” değil, kalıcı, tarihe şerh düşecek olan bir eser yaratmıştır.
Bachelard insan doğasının temel gücünün imgelem olduğunu ileri sürer. “İmge sözle ortaya konurken bir simge kullanılmışsa ya da bir simge aracılığı ile anlatılmak istenmişse bir estetik oluşturulmaya çalışılmış demektir. Aslında imgeyi oluşturan şey bilgidir. O bilgi en uygun kullanım yerini şiirde bulur.” der. İsmail Mert Başat da “Ben şairim diyenin imgeden önce imgeleme gereksinimi vardır; zengin, ışıltılı ve doğurgan bir imgelem kurmak ve onu hep genç ve kıpır kıpır tutmak söz konusudur. Şiirsel imge ancak çok katmanlı bir imgelemin ürünü olabilir. (…) Sağlıklı, gümrah bir imgelem sorgulayıcı bir düşüncenin; bilgiyi ve tarihselliği damıtan belleğin; bedenin id’te temsil edilen vahşi (gem tutmaz) doğasının, içsel ve dışsal uyaranlara yaslı duyuların birlikte kurdukları ve birlikte, yeniden harmanlandıkları bir yok-yer’dir; ya da bir hayaletler uzamıdır. Bedenimiz ve beynimiz birbirleriyle olan mesafelerini imgelem üzerinden kapatırlar.” diyerek, Bachelard ile şiirdeki başat öğe imgelem ve onun yapı taşları akıl, bilgi ve estetik konusunda aynı noktalarda birleşmiştir.
İsmail Mert Başat dilimizi iyi kullanan bir şairimizdir. Özellikle ilk iki kitaptaki; duru, bazen lirik, isyankâr, politik ama estetik, okuru yormayan, kimlik bunalımı yaşamayan, kendinden emin, kendini ve dünyayı bilen, okuru da bu bilgiye davet eden, imgesel dili son iki kitapta farklılaşarak “ben”i sorgulayan, anlamları katmerlenen, ses tonu yükselen, biraz da hırçınlaşan derin yapıya dönüşmüştür. Bu derin yapı aralandıkça, araştırıldıkça şiirin gizi ve hakikati ortaya çıkacaktır.
Ayrıca toplumların genetik kodlarını olan mitologyanın şiir içerisindeki atıflarının izinden gitmek; şiirin, dolayısıyla yaşam döngüsünün kapsadığı yer şeyin görünürlüğüne ulaşmak demektir.
“Şiir sanatın gerilla dilidir.” der İsmail Mert Başat ve bu söylemin nedenini şöyle açılımlar: “Şiir alımlayıcısının imgelemini hedeflediği içindir ki, kendine özgü dilini gündelik olanın dışında, bir karşı-dil olarak kurmak zorundadır. Şiirin dili bu nedenle olmayanın dilidir ve var olan ileti dillerine karşı verilen savaş ile belirir.” Octavio Paz ise “ Şiir, acunu ve insanı değiştirecek güçte bir yaşantıdır, başlı başına devrimci bir eylemdir.” ifadesiyle şiirin gücünü aynı doğrultuda onaylar. Çünkü “Şiir ölenin yanı başındaydı, ağrılarını keserek; zaferlerin öncüsüydü, yalnızlığa arkadaşlık etti, ateş gibi yandı, kar gibi serin ve aydınlıktı; elleri, parmakları ve yumrukları vardı; bahar gibi tomurcukları vardı; Granada kentine benzer gözleri vardı; hedefe atılan merilerden daha hızlıydı; kalelerden daha sağlamdı. Köklerini insanoğlunun yüreğine daldırdı.”
Artık bilincimizi ve duygularımızı aşka, kavgaya, kendi iç ve dış gerçekliğimize, insanlığa, dilimize, geçmişe ve geleceğe, kehanete, umuda, sorumluluğa, acıya ve anıya,- anı ki Neruda onları geleceğe yazılmış mektuplar olarak niteler- ateşe, küle yani şiire çevirmenin, onun altın ırmağında yıkanmanın vaktidir…
Gövertiyorum Gövdeni
İsmail Mert Başat’ın Vira adını verdiği ilk kitabı 1984 yılında basılmış. Kitap; Sevda ve Kavga, Akşam Sesleri ve Su adlı üç bölümden oluşuyor. Kitabın ilk şiiri “Seninle çoktandır böyle sevişmişliğimiz yoktu.” dizesiyle başlayan “Buluşma” şiiri.
“seninle çoktandır böyle sevişmişliğimiz yoktu
omuzlarıma tırnaklarınla yazıldı buluşmamızın kısa tarihi
…
zamanın dışında hoyrat bir yıldız yılındaydık
saçlarım ter, göğüslerinde acıbadem kokusu”
İnsan özler, özlemek ben merkezlidir. Çok şey özlenebilir, sevdiklerimiz, kaybettiklerimiz, çocukluğumuz, hayal ettiklerimiz, geride kalmış bir aşk, ya da uzun zamandır göremediğimiz sevgili, renk, koku ve pek çok şey özlenir. Uzun zamandır bir araya gelememeyi ve gelişin ateşini anlatan bu şiir, içinde barındırdığı dozunda erotizm ile – ki Bataille, “Erotizmi içimizdeki varlığın eylemi olarak ele almalıyız.” der – zamandan ve mekândan uzaklaşma duygusu veren kavuşma hâlinin tasviri ve aşkın biz halidir. Şair ise bu konuda: “ Şiir denilen türün kısrakları, en çok özlemek ile mahmuzlanır, öfke dolu dizeler, ya da birer başkaldırı şiiri olsalar bile.” diyerek koyar noktayı. Sevda nedir sorusunu ise “Dostluk kavramının arkadaşlık kavramının içeriğinin de aşkı aştığını söyler, sevda bilinçli ve pazarlıksız kendini veriştir; damarlarımıza egemen olandır sevda, ama onun üzerindeki egemenlik de bilinçtedir.” şeklinde cevaplar.
“Seni özlüyorum
Jara sesleniyor plakta
…
Santiago Stadyumundan kalkıp
-Sevgi adamıdır; üşenip yorulmadan-
Jara
kalkıp kurşunların altından
doluyor odama
“venceremos, venceremos!”
Jara’yı dinlerken seni okşuyorum”
Aşk ve kavganın şairce sarmal biçimde, birbirinden ayrılmaz şekilde betimlendiğine şahit oluruz bu şiirin bütününde. Bir özlemek vaktinde düşleyecek çok başka seçenekler olmasına rağmen düşüncenin Santiago Stadyumunda Jara ile bütünleşmesi, şairin dünyaya bakışının temsilidir, bilenmiştir keskince,“Zafere kadar, zafere kadar!” ve” Jara’yı dinlerken seni okşuyorum” derken çokça canı acıyor olmalıdır, çünkü Jara’nın parmakları onun parmaklarıdır artık…
“ve yanıbaşımda silah sesleri
çığlıklar içinde fidan yaprakları
utanıyorum avuçlarıma takılıp kalmış
yıldız tozlarından
aman…
kalkıp toprağa basıyorum
yüreğimden kaygıyla söylenen nâra
Çocuklar!…”
Ve peşine öz olarak bağladığıdır şairin…
“Managua’daydım dün gece
Camila ana yolunu gözlüyordu oğlunun
…
“Adolfo’m, küçük kuşum, yorgun musun, yaralı mısın? Gel.
En sevdiğin yemeği pişirdim sana; neyi nasıl buluşturduğuma nasıl da şaşıracaksın!”
…
“Buradasın Sandino! Buradasın! İşte doğdun yeniden!”
…
bir hain kurşun
dün gece Managua’ya
temkinsiz dalıyordu Augusto
dün gece Augusto, yavuklusuna çeyrek kala
Augusto dün gece
Gözleri duman”
Ülkemizde 1980 ve öncesinde yaşanan darbe, baskı ve çeşitli faşist saldırılarla yitirdiğimiz ya da kaybedilen fidanların ağıtıdır bu şiir. Şairin göğsünü sıkıştıran, yaşadığı güzelliklerden utanç duymasına sebep olan, her cumartesi anaları sokaklara toplayan acıların ağıtıdır. O ağıt ki şaire çığlık attırır, “Çocuklar!”
Acının da evrenselliğinden hareketle bu ağıt sonrasında Nikaragua’da Managua sokaklarında dolaşırken rastlarız şaire. Camila ananın kaygısı çöreklenir yüreğine bu defa…
Nikaragua’da Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ederken öldürülen Augusto Cesar Sandino yeniden doğar bu şiirde… 1979’da Somoza hanedanını deviren Sandinistalar, Sandino’yu yeniden doğururlar, başka bir Augusto, Adolfo, Ismael ve Lucio ölümsüzleşirken.
Adonis’in “Bir kan, bizim bugün dünyamız” derken kastettiği de bu olmalı…
“sen ki, işlek giyotin yakıyorsun boynumu!
…
ilkel meydanlarda harıldayan alevlerin,
yüzyıllardır beynimde dans ediyor ışığı
Sinop Kal’asında, biraz da benim için volta atıyorsun,
Salih Usta!
bir düşün
kör vardiyalarda biraz da beni için yaşlandın Mehmet Zeki
ve sen Ahmet Telli
biraz da benim için fırladı ciğerlerin göğüs
tahtandan
Oğlum, c a n e v i m büyüyorsun ya
Benim için biraz da… ”
Zulmedenler ne kadar güçlü olursa olsun aşkı ve insan ruhunu asla yok edemezler. O ruh ki, dünyanın ilk kuruluşundan bugüne yaşanan tüm acıları bütünlüğünde hisseder. Tanımadığı birinin giyotinini boynunda hisseder, ateşinde kavrulur. Bedel ödeyen, işkenceden geçen yoldaşlarına minnetle seslenir ve bu acıların arasından yine de umut başverir. Belli ki kavgaya yeni bir nefer yetiştirmenin gururu ve her şeye rağmen yaşamın devinimi…
Külde Kor İzleri’nin XI bağımsız şiirden oluşan Akşam Sesleri; mahalleden, pencere gerilerinden, dağdan, tarladan, yolda direksiyon başından, yoğun ve yorgun iş zamanından, sabaha karşı yetiştirilen yazıdan ve geceden haber veren; şairin de aralarında olduğu insan manzaralarıdır. Su için ise ismiyle müsemma bir bölüm diyebiliriz. Yüksek iniş çıkışlar taşımayan, dingin su gibi akan çoğunlukla sırtını doğaya yaslamış şiirler.
“masmavi bir çocuktum
balıklar yalardı gözlerimi
sanırım o zamanlar
tanrı bir ozandı mutlaka
…
artık tanrı benim kadar yaşlı ve
uzak bir Afrika kıyısında
küçük bir zenci çocukla dostluk ediyor
sanırım, -hayır, eminim-
içip içip ona,
eski günlerimizden söz ediyor”
Gözlerin henüz acıya açılmadığı, bilincin ergenleşmediği zamanlarda başlayan, yalınayak koşan bir çocuğun yaşamı şiir, tanrıyı bu şiiri yazan bir ozan gibi görmesinden sonra; zaman içinde yaşamla yüzleşip, tanrıyı çok uzağa, Afrika kıyılarına yollaması, tanrı ile arasına bu kadar mesafe koyması, şu an ki dünya görüşünün bir yansıması bence. Dünya nesnel olarak aynı olsa da, şairin dünyaya bakış açısı ve kişisel tutumu değişmiştir. Afrikalı çocukla dostluk kısmından ise emin değilim. Şu zaman diliminde muhtemelen bu dostluk bitmiş olmalı, çünkü tanrı Afrikalı çocuğun neden aç ve susuz olduklarına dair sorularına verecek bir cevabı olmadığı için, bu soruları duymazdan geliyordur… Böyle dostluk olur mu?
Şairin tek başınalıktan aile yaşamına geçişi, artan sorumlulukları, kanatlarını daha az kullanabiliyor olması bu bölüm şiirlerine yansımıştır. Alkollü bir şiirde İsa’ya şarap ikram edip, bir kayaya bağlı ve ciğeri her gün kartallarca didiklenen Prometheus’a “Sen bekliyordun ölümü” derken, alkol yüklenen bedenler için bir ironi yapmıştır aslında.
“atomun tarihi
Hiroşimalı küçük Yakeo’nun kavrulmuş gözlerinde kazılıdır
okunmaz”
Bu şiir, yedi bağımsız şiirden oluşan Tarihsiz Tarih Notları’nın üçüncüsü. Ama yaşamda bu şiirin tarihi 1945. Enola Gay adlı uçak, attığı atom bombasıyla Hiroşima’da yaşayan insanların yüzde doksanının ölümüne sebep oldu… Hiroşima’da yaşayan ve 3. sınıfa giden Hatsumi Sakamoto adlı çocuk saldırıyı anlattığı şiirinde şu ifadeleri kullandı: “Atom bombası atıldığında gün geceye döndü ve insanlar bir anda hayalet oldu.” Ve muktedir bir ağız, Truman’ın ağzı dedi ki: “Atom bombasının Almanlardan önce keşfedilmiş olması insanlığı kurtarmaya yönelik çok önemli bir zaferdir.”
“ Hiçbir tarih dilsiz değildir. İstedikleri kadar sahiplensinler, bozsunlar, hakkında yalan söylesinler, insan tarihi çenesini kapalı tutmayı reddeder. Sağırlığa ve cehalete rağmen, geçmiş zaman, şimdiki zamanın içinde tiktaklamayı sürdürür. Galeano böyle diyor. Sağ olasın Eduardo.”
Hiçbir tarih dilsiz değildir
Geyik ve Yolcu içeriğindeki şiirler, yaşam – ölüm diyalektiğine sırtını yaslayan ama sevgi ve umudun da, “Biz de buradayız.” dediği şiirler. Hâlâ kanayan yaramız olan 12 Eylül1980 darbesi ve ardılını başat olarak görüyoruz bu şiirlerde. O dönemdeki toplumsal korkularımız, sindirilmişliğimiz, iğdiş edilmeye çalışılan fikirlerimiz, her şeye rağmen çıkış yolu aramalarımız şiir dizelerde mevcut. “George Orwell’in 1984 adlı romanında insanın kendi kafasındaki düşüncelerde bile özgürlüğünü kısıtlamaya çalışan simgesel bir devlet düzeni anlatılır. Bu ülkede, her bir yana yerleştirilmiş dinleyici, gözetleyici, düşünce okuyucu elektronik araçlarla , “düşünce polisi” ile birey sürekli olarak gözetlenmekte ve bu yolla bireylerin düşünceleri, devinimleri, eylemleri denetlenmektedir. Herkes birbirinden ve içinde bulunduğu ortamdan kuşkulanır olmuştur. İnsanlar, devletin gözetimi, denetimi altında, bütün özerkliklerini, kimliklerini yitirmiş olmanın bunalımı içindedir. Orwell bu yapıtında insanoğlunun dayanamayacağı, isyan edeceği bir baskı ve denetim düzenini anlatır. Günümüzde Orwell’in masalsı dünyasının esin kaynağı olan Franco, Salazar, Hitler, Stalin rejimlerine gitmeye artık gerek kalmıyor.” Bugün toplum olarak yine aynı noktadayız. Yine, konuşamazsın, benden farklı düşünemezsin, benim fikirlerime aykırı isen çalışamazsın vb. söylemlerle baskı ve şiddet gören ve de büyük çoğunluğun bunu sessizce kabul ettiği bir dönemi yaşıyoruz. Buna karşı çıkanların durumu da şu an ortada. Bir tarihi olmasa da net, ya da bir adı, darbe hâlidir yaşadığımız şimdi de…
“önemli şeyler gizliyor sessizlik
kadın camdan uzanıp, örtüyü silkelemekten
vazgeçiyor son anda
yollar boşaltılıyor çocuklardan
kapanan kapılarla
…
bir kır kahvesinde iki bardak çay
biri yarım kalmış, dokunulmamış diğerine
…
bir kamyon sesi, yaklaşıp- uzaklaşan
tanklar geziniyor seslerin uzamında
…
elinde değil
tırmanıp ufuklardan bakıyor
Çin Seddi’ni aşınca Okyanus görünüyor
vurulan kapı, düşen tetik
fotoğraf makinesi: filmi alınmış, boş
kasıklarını tutarak savrulmuş odanın ortasına
önemli şeyleri örtüyor sessizlik
…
çünkü yüzleri solgun çocukların, gırtlakları düğümlü”
…
Şiiri okuduğumda yine mi kapımız çalınacak diye yüzümü döndüm kapıya… O gün çalınmaktan öte askerlerin silah kabzalarıyla kırılacaktı adeta… Sonra postallar, annemin yeni sildiği halının üzerinde sayısız postal. Gün henüz ışırken uykulu ve şaşkın bakan gözlerim… Kimi kitaplar suçtu, bunları okumak ve içindeki gibi düşünmek… Sonra annem dedi ki: Kitap bulmuşlar… Ninen iki kat beliyle çok zor biniyor cemseye ama oğul ki görülecek, dönüşte oturup ağlanacak, işkenceye, belirsiz bir geleceğe, parçalanmış aileye. İçerde olanlar ve dışarıdaki tutuklular kan kusacak aldıkları haberlerle, “Asmayıp da besleyelim mi?” Sokak ıssızdı, çünkü herkes çocuklarını sakladı, sokaklar ıssızdı iki kişi yan yana olamazdı, sokak ıssızdı, çünkü birçok evden birçok kişi yok olmuştu. O yerde yatan, hani kasıklarını tutarak, Metin mi yoksa? Sonrası acı, sonrası açlık, sonrası sürgün, korku, sindirilmiş kişilikler, Cumartesi Anneleri. Çin Seddi’nin arkası umut, – “Nereye gittiler dersin Çin Seddi’nin bittiği gece, duvarcılar?” – Faşizmin egemen olduğu toplumlarda katliamlar bitmiyor, baskı tükenmiyor. Egemen güç eliyle yakım, yıkım ve katil devam ediyor toprakların doğusunda. Adnan Satıcı’yı saygıyla anarak, bugünü işaret eden bir dizesini eklemek isterim bu zulüm çağına, üstelik Cizre’yi kaldırdığımızda yerini alacak birçok yer adı mevcutken hem de…
“Bir’ki’üç… Daha fazla Cizre’tnam.”
Böyle demokratik olmayan bir düzende toplumun iyiliğini kendi erkinden önde tutabilen politikacıları beklemek Godot’yu beklemek gibi bir iş olacaktır.
“otobüslere almadılar trenlere
boynuzları çatal- matal her an büyüyerek
kahverengi, turuncu ışıklar üreterek
geyiğini almadılar adamı”
Beş Çayı şiirindeki adam, başkaldıranı tanımlıyor benim usumda, aykırı tanımlanan, korkmayan, mücadele eden ama yorulan; geyikse muktedirlerin dayatmasına itiraz eden ayrıksı fikirleri. Bundandır adamın sığmazlığı, dışlanmışlığı ve geyiğini sürükleyerek yapışkan sulardan geçmesi. “Hayır kimseye yetişmek istemiyorum. Tek isteğim sürekli ileri gitmek, gece gündüz, insanlarla birlikte, bütün insanlarla birlikte. Kervan uzatılmamalı, çünkü o zaman hiçbir sıra kendinden öncekini göremez; artık birbirlerini tanımayan insanlar da birbirleriyle gittikçe daha az buluşur ve konuşur.”
“evlerinize çekiliyorum, yılgınım
sözcükler dipdiri
ben geride kaldım
kapılar kapandı, ben dışarıda kaldım
bahçelerinizde günebakan var mıydı?”
“Bahçelerinizde günebakan var mıydı?” sorusu, “Kapılar kapandı, ben dışarıda kaldım.” diyerek kendini anlatan yalnız bir insanın, başka insana, insanlara sığınma, tekilliğini giderme isteğine denk düşmektedir. Kendini hiçbir yere ait hissetmemenin dayanılmaz ağırlığı, can sıkıntısının verdiği melankolik durgunluk, acı çekme, saydam olmayan gelecek. Tüm bunlardan sıyrılıp, bir yerlere ait olma isteğiyle, yaşamı daha katlanabilir hâle getirme umudunu işaret ediyor şair, yüzü güneşe bakan çiçek imgesiyle. Yani umut daima. Duman şiirinin XIV. bölümünde ise:
“yere eğip saçlarını “evet..” dediğinde
rotatiften fırlayıp sokaklarda koşturan bildiri
aşık olmayanın vurun boynunu!
aşkı yanmayanların bir daha vurulsun boynu!”
Dizelerinin keskinliği ile Geyik ve Yolcu; yaşam, ölüm, umut dışında aşk izleğini de yine içinde barındırmıştır…
Tanrı Yenilgiye Uğramış Gibi
Araf’ın temelini kırk bölümlük tek bir şiir oluşturuyor. Araf dışında on şiir ile tamamlanıyor kitap. Şiir daha çok kendiyle konuşmaları gibi şairin. Bilmediğimiz bir yerde, usulca mırıldanır gibi giriş dizeleri. Sonra sesi yükseliyor şiirin… İnfilak hâli!
“gece, yağmur ve nefesimiz”
Bu üçlemeden önce Bakhüs ile konuşuyor şair… “Bakhüs, Zeus ve Semele’nin oğlu, annesinden sonra bir de babasının kalçasından doğan Bakhüs. Nysa perilerinin büyük bir mağarada büyüttüğü, büyüdükçe mağara duvarlarını saran asmanın da hızla büyüdüğü Bakhüs, bir gün asmadan olgun üzüm tanelerini topladı, bir altın kupa içinde sıkarak ilk defa üzümün suyunu çıkardı. Yorgunluğu kovan, ıstırabı uyuşturan bu yeni nektardan tadar tatmaz; o mağarada kendini büyüten peri kızlarını, ormanların, kaynakların, dağların perilerini çağırdı, üzüm suyunun verdiği neşeyi onlarla paylaştı. İşte böylece en büyük teselli kaynağı şarap doğdu.” ve Bakhüs erguvan rengi bu içeceğin tanrısı oldu. Ki muhtemelen bu geceye erguvan renkli nektar da eşlik ediyordu.
“seni yok etmeye
kristal bir hançerle geldim
…
yok etmeye yüreğimi
kristal bir hançerle geldim
…
el aldım senden
elin oldum”
Bir ayrılığın tasviri var üstteki dizelerde, bitime uğrayan bir aşkın. Aynı zamanda yeni bir aşka kapı açan. “El aldım senden.” Burada şair “El” sözcüğü ile tevriye yapmıştır. “El almak” iki türlü anlam içerir. Birincisi, tarikatlarda müridin başkalarına yol göstermek için mürşidinden izin alması; ikincisi, bir sanatı öğrenmiş olan çırağın kendi başına iş kurmak için ustasından izin alması, yani yanından ayrılması. “Elin oldum.” dizesi, el ötesinde, yabancı birinin olmak anlamını içermekte bu şiirde.
“Araftayım
kendini kemiren diş
…
acının belleği
kendinde salkımlanan”
Muallak bir yer, kendini hiçbir yere ait hissedemeyenlerin bulunduğu yer. Dinsel anlamın dışında, kendini kemiren diş, kendiyle yüzleşme hesaplaşma… Acının belleği, yeniden kendini doğuran ve acının sınırı, daha büyük bir acının başlangıcıdır.
“beni asıl üzen
kozmosun
yalnızlığı
…
idim
orada
aranızda”
Yalnızlığa ben de dâhildim, sessiz, kendine sargın, fark etmediniz. İdim, orada, aranızda… Görmediniz…
Tablette Okunmuyor Sonrası
Flamenko şarkıcıları sık sık el duande diye bir şeyden bahseder. Duande bir performansı unutulmaz kılan bir özellik, bir titreşimdir. Sanatçı kendi dışından gelen bir güç ya da cebir tarafından ele geçirildiğinde, içine bir şeyler yerleştiğinde meydana gelir. Duande geçmişten gelen bir hayalettir. Unutulmaz olmasının sebebi geleceğe hitap etmek için şimdiyi ziyaret etmesidir. 1933 yılında Garcia Lorca, Buenos Aires’te el duande’nin doğasına dair halka açık bir konuşma yapmıştı. “Bütün sanatlar” demişti konuşmasında, “Duande’ye muktedirdir, lakin doğal olarak en çok müzikte, dansta ve sözlü şiirde kendine yer bulur, zira bunlar yorumlanmak için etten bir bedene ihtiyaç duyarlar, zira sürekli bir şekilde doğan, ölen ve hatlarını kesin bir şimdiki zaman yayan biçemlerdir bunlar.”
Külde Kor İzleri’nin ek duande’si Kül Tabletler Tarihi’dir, şairin ruhu adeta bir pagan, şaman ya da bilici tarafından ele geçirilmiş, el duande meydana gelmiştir. Kül Tabletler Tarihi, tahmin edileceği gibi bir tarih okuması, anlatısı; yazılması demek istemiyorum, küle yazılan tarih boşluğa bırakılmıştır çünkü.
“ şaşırdım
.. sevindim
görünce ışıklı maviyi
…
kardeşmiş yıldızlar ve taşlar: çokluğu anladım
yalnızdım”
Var olmanın sevincini, insanlar içinde yalnız olma gerçekliği ile yitirir şair. Kardeşmiş yıldızlar ve taşlar, insanın insandan kopukluğuna işaret eder.
“kil değil
kül tablete yazılmıştı
alev
aşk
tutku
deli ve
kendine deccal
ki, soru şu: rahmin içindeki zaman..
tırnakladığı esmerlikte, bunu yazan
imza: ben, bilici
ölü ve diri
ağırlığına battım gölgemin”
Suya yazı yazmak gibiydi kül tablete yazmak, her şey bir var bir yoktu. Rahim dünyayı betimlemekte bilicinin sorusunda, bilenin bile bilmediğidir zaman ve yaşam… Bir çıkış yolu, bir kapı aramaktadır açmazdan kurtulmak için, dönüp dönüp geriye bakarak..
“ruhum yok benim, dedim
olmasa da olur
soru şu ki: çalınmış olmalı
ah, dedi
nasıl unutursun belleğine attığın
çelmeyi,
bir iblise sattın ruhunu
…
yanıtsız bir soru: ben nereye
nereye ben”
Şair burada bir şamanın ruhunu giyinerek onun davul sesleri eşliğinde devam eder tarih ve doğa okumasına; ne zaman, nerede… İğde ağacındaki tozlu sabır, uğultular yükseliyor ıhlamurdan. Yaşam tüm uğultusuyla devam ederken, ben nereye? Tarih içinde taş üstüne taş eklenerek basamaklar yükselirken, insan sürekli bir belirsizlik içinde doğup, kendini ararken, kendini bilme, çözme sorusudur bu… Anlaşılmamış olmanın kaygısı, soruların cevapsızlığı “Ancak hüzünlü bir çocuk anlayabilirdi beni, seslenilmemiş.” dizelerine yansır…
“kırk birinci kartal havalanacaktır
gölgesi yeryüzünü kapladığında
yanacaktır
külleri yağdığında, yağdığında gölgene..”
Şamanlar giysilerini baykuşa benzetirler. Giysi, demirden tam bir kuş biçimini temsil eder. Bu öteki dünya ile bu dünya arasında yolculuğu sağlamaya yardımcı olmak içindir. Kartal ilk Şaman’ın atası sayılır. Şaman’ın sırra erişinde önemli bir rol oynar. Rahmin içindeki zaman dolduğunda öteki dünyaya gidişi tasvir eder dizeler, küllerin başka bir gölge üzerine yağması is yeni yaşamsal bir değişime işarettir. Aynı zamanda benlikten kurtulmayı, hiçliğin özgürlüğüne ulaşmaya da bir kapı aralığıdır…
“ kral, İşte!, dedi
kent kurdum size
kayalıklarda köleler
baktılar kurdukları kente
dilleri dağlanmış dağlar
uğuldadılar
rüzgâr dağıttı gerçi
sustular”
Abum, Sargon’u işaret ediyor bu dizelerde. -Annem yüksek bir rahibe idi, babamı bilmiyorum.
Yüksek rahibe annem beni gizlice doğurdu. Beni bir kamış sepete koydu, onu ziftle kapladı. Beni nehre bıraktı, dışarı çıkamayacaktım. Nehir beni sürükleyerek su çekici Akki’ye götürdü. Akki beni sudan çıkardı, kendi oğlu gibi büyüttü. -Kral artık kartallar uzaktan uçacak dedi… Ortaçağ’da artık insanın doğadan kopup, kentlerde erk altında yaşamaya başlamasını görürüz bu tablette… Çocuklar benim, devlet benim… “Ve köleler indiler kayalıklardan tarlalara.”, “Dışarıda don var, ağacın içinden geçiyor yaprak.” Bunu da yazdı Şulgi tablete, sonra ekledi: Ben tanrıyım.”
Önce sustu şair, sonra ağladı, ağlattı; sonra tanrıya inat kendine yedi günde bir ağıt yarattı: Sükut Tableti
“Sevgili Mahir için..
dere idi
uyur idi
yosun mavisi
baharda ebruli
şimdi kızıl akar
o günden beri”
Birinci gün magma yükseldi, dağ ağlamaya hazırlandı; İkinci gün kökünden sökülmüş ağaçların uğultusuyla örtüldü kurşunlanmış bedenler, Üçüncü gün şair bir sedir ağacıyla konuştu; Dördüncü gün soğuyan nefesinde hançer, haberlerde peş peşe vur emirleri; Beşinci gün Adın ne: adım yok, Anlat: belleğim yok, Kayışları gerin, Manyeto; Altıncı gün çocuk elindeki kâğıdı uzattı, boştu; Yedinci gün doğrudur, yedi günde yarattı ruhunun şadırvanından akan çağlayanı…
“pas tutmuştur bütün başkaldırılar
pus çöker
…
küle sarınır
kor”
Tüm acılara, ölümlere isyan eder şair. Kızıldere yedi gün ağıdı olur, karaya vuran göçmen cesetlerinin yasına durur, doğanın isyanını duyar, kan tutar tarihi, Şulgi susar, pus çöker, kor üstünü külle örter, ta ki rüzgâr yeniden esinceye kadar…
ben
çıplak bir sancı
tablette okunmuyor sonrası…
1 George Thomson, Marksizm ve Şiir, Çev. Cevat Çapan, s.89, May Yayınları, İstanbul
2 Michel Foucault, Büyük Yabancı, Çev. Savaş Kılıç, s.46, Metis Yayıncılık, İstanbul
3 Michel Foucault, Büyük Yabancı, Çevi. Savaş Kılıç, s.68, Metis Yayıncılık, İstanbul
4 Muhsin Şener, Şiirin Tabanı, s.31, Kurgu Yayınları, Ankara
5 İsmail Mert Başat, Gökyüzünden Başka Sınır Yok, s.164, Kırmızı Yayınları, İstanbul
6 İsmail Mert Başat, Gökyüzünden Başka Sınır Yok, s.287, Kırmızı Yayınları, İstanbul
7 Pablo Neruda, Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak ( yazı ve konuşmalar), Çev. Nesrin Arman, s.111, de yayınevi
8 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.15, Islık Yayınları, İstanbul
9 İsmail Mert Başat, Gökyüzünden Başka Sınır Yok, s.266, Kırmızı Yayınları, İstanbul
10 İsmail Mert Başat, kendime, sana, toprağa ve gökboşluğa, s.177, Zed Yayıncılık, İstanbul
11 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.22, Islık Yayınları, İstanbul
12 Age, s. 33
13 Age, s.36
14 Age, s.63
15 Age, s. 83
16 Age, s.106
17 John Berger, A’dan X’e Mektuplar, s. 87, Metis Yayınları, istanbul
18 Prof. Dr. M. Orhan Öztürk, Özerk Benlik Kul Benlik, s.74, Okuyan Us Yayınları, İstanbul
19 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.119, Islık Yayınları, İstanbul
20 Bertolt Brecht, Okuyan bir İşçi Soruyor
21 Adnan Satıcı, Dokuzuncu Blues, s.83, Ekin Yayınları, Ankara
22 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.115, Islık Yayınları, İstanbul
23 John Berger, A’dan X’e Mektuplar, s. 28, Metis Yayınları, istanbul
24 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.116, Islık Yayınları, İstanbul
25 Age, s.157
26 Age, s.179
27 Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik Can, s. 151, İnkilâp Yayınları, istanbul
28 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.181, Islık Yayınları, İstanbul
29 Age, s.184
30 Age, s.191, 192
31 John Berger, Hoşbeş,s.72, Metis Yayınları, İstanbul
32 İsmail Mert Başat, Külde Kor izleri, s.211, Islık Yayınları, İstanbul
33 Age, s.213
34 Age, s.215
35 Age, s.219
36 Age, s.221
37 Age, s.224
38 René Char şiiri
39 Age, s. 230
40 Age, s.270- 271