Küçük Mutluluklar
Simdi beni belki çok ayıplayacaksınız ama güzel bir yemeğin küçük mutluluklarım arasında çok önemli bir yer tuttuğunu hiç utanmadan açıkça itiraf ediyorum. “Lezzetli yemek sağlıksız yemektir” sözünü kendime şiar edindiğim halde, yediğimin lüks denilen türden olması, yani hazırlanması ve pişirilmesi uzun zaman alan komplike bir yemek olması hiç de şart değildir.
Basit bir pilav da olabilir. Yeter ki, bu pilav tam kıvamında olsun. Zaten gerçekten güzel bir pilav pişirmek aslında öyle güçtür ki, annemden duyduğuma göre, eskiden aşçı seçerken adama sadece bir pilav yaptırırlarmış. Sahiden kusursuz bir pilav yapanı hemen tutarlarmış.
Mideme düşkünlüğümden ötürü bir yemek cenneti olan Paris’te ne acılar çektim! Neden derseniz, öğrenciyken de, daha sonraları da iyi bir lokantaya gidecek param olmadı hiçbir zaman.
Ben de ucuz bir lokantada kötü bir şeyler yiyeceğime; birazcık jambon, peynir, pâte alıp, hava güzelse bir parkta ya da Seine’in bir rıhtımında oturur; yağmur yağıyorsa odama gider, karnımı doyururdum. Bu yemek cennetinin bir açlık cehennemine dönüşmesini engellerdim böylece.
Üstelik karnımı tatsız tuzsuz bir şeylerle doyurunca, kendimi manevi açıdan aç hissederim. İyi yemekten hoşlanmayanlara, büyük bir haz kaynağından yoksun kaldıkları için hem acırım, hem de biraz hor görürüm böylelerini. Ustaca fırınlanmış bir ahtapot güveci sofraya getirilince heyecanlanmayan biri, Boticelli’nin bir tablosu karsısında da heyecan duymayacak gibi gelir bana. Çünkü bunların ikisini de insan dehasının ürettiği birer sanat eseri sayarım. Biri küçük çapta, öteki büyük çapta, insanın yaratıcı gücünü kanıtlar bence. Ýste bu yüzden damak zevki olmayanlara kızarım. Günün birinde Cahit, “birkaç hap yutsak da, bunca zahmete girmeden su yemek sorunu halledilse, karnımız doysa” demişti. Cahit neler söylemişti de kılım bile kıpırdamamıştı. Ama bunu duyunca, çileden çıktım.
“İşte seni simdi boşarım!” diye bağırdım öfkeyle. Şaşırıp kalmıştı, midesine hiç mi hiç düşkün olmayan zavallı. Ne var ki, daha sonraları o da benden hıncını aldı. “Sofraya her oturuşunda hazdan kendinden geçerek beyni islemez hale gelen bir kadından ne beklenebilir ki!” diye bağırdı.
Hakkı da vardı, çünkü sahiden kendimden geçerek, bir ask anısı gibi hiçbir zaman unutamayacağım yemekler yemişimdir. Bu yemeklerde, yalnız yenilen şey değil, yenilen yer de önemlidir benim açımdan. Güzel bir yemeği, müşteriler bağıra çağıra konuşurken, mutfak kokulan içinde, çirkin bir lokantada yemekle; aynı yemeği ıssız bir kır gazinosunda, yapraklan hafifçe hışırdayan ağaçlar altında ya da bir deniz kıyısında yemek arasında büyük bir fark vardır. Biri insana damak tadı verir sâdece; öteki ise, aynı zamanda göze de hoş gelir kulağa da.
Kefal balığına ayrıca düşkün değilimdir. Ama kefal, Halil’in yerinde yenince, durum değişir. Halil’in yeri, Gökova’da bir azmağın üstünde, ağaçların gölgesinde kurulmuş küçük bir kır lokantasıdır. Azmağın suları, sazlar arasında, iki yanınızdan akar. Hiç de derin olmayan o suların dibinde, Gökovalıların “kazayağı” dedikleri ve belirli bir mevsimde nefis salatası yapılan zümrüt yeşili bir bitki vardır. Şırıl şırıl akan o saydam suların üstünde, attığınız ekmek parçalarına üşüşen ördekler yüzer. Kefal böyle bir yerde yenince, lezzeti kat kat artacaktır elbette.
Ne var ki, açık havada, böyle şiirsel mekânlarla hiç ilgisi olmayan yerlerde yediğim ve tadına hiç doyamadığım balıklar da olmuştur. Örneğin, yemek içmek konusunda gerçek bir üstat, gerçek bir sanatçı saydığım Aydın Boysan’ın, Bodrum’dan İstanbul’a birlikte dönerken, Karamürsel’de Coşkun’un balık lokantasında bana sunduğu deniz ürünlerini asla unutamam. Eşi trata kaptanı olan çıkmazdaki komşum Huriye Hanım’ın barbunya balıklarım da unutamam. Bodrum’a ilk yerleştiğim günlerde, Huriye Hanım bir öğle vakti, üstü kapalı bir sahan getirdi bana. “Bilmem, siz İstanbullular böyle balıkları yer misiniz?” dedi. Kapağı kaldırınca bir de ne göreyim! Mis gibi deniz kokan, kıpkırmızı, kocaman barbunyalar! Sevinç çığlığımı zor zapt ederek, “yeriz; yani paramız olunca yeriz” diyerek teşekkür ettim.
Barbunyaları saydım. Yedi sekiz tane vardı. Çok iri olduklarından, iki, hattâ üç kisiye yeterdi. Vicdanım, “buzdolabına koy bunları. Aksama iki arkadaş çağır, onlarla paylaş!” diye buyuruyordu.
Ama oburluğum, “hayır! Olmaz! Buzdolabına girerse, o mis gibi deniz kokusu kalmaz!” diye kıyametleri kopa-rıyordu. Ve her zaman olduğu gibi, vicdanımın değil, oburluğumun sesine uydum. Ocakta ızgara edip, barbunyaların hepsini afiyetle yedim.
Barbunyayla ilgili bir kalleşliğim daha var: Bilkay ile Ferdi, sandallarıyla beni Bardakçı koyuna götürmüşlerdi. Denizden çıkınca, Bilkay, özenle hazırladığı güzel sandviçleri ortaya koydu.
Ama tam o sırada, başka bir sandaldan ızgara balık kokusunu aldım. Sandalda ancak bir tanesini tanıdığım dört adam, mangalda barbunyaların kızarmasını beklerken rakı içmekteydiler. Vicdanım, “burada kal; ayıp olur arkadaşlara” dedigi halde, oburluğum gene ağır bastı. Suya atladım, barbunyalı sandala yüzdüm. Barbunyaları yerken o tanımadığım üç adamla kadehler tokuşturup rakılar içtim üstelik.
Hiçbir dostuma kalleşlik etmeden, vicdan azabı da duymadan yediğim balıklar da oldu elbette: Füreya, atölyesinde büyük bir ziyafet verdi. (Sevgili Füreya’çok güzel yemek yapardı. Meksika’dan döndüğü sırada, bana yedirdiği chilli biberli ve çikolata soslu tavuğu hiç unutamam.)
Füreya’nm uzun çalışma masası birbirinden güzel yemeklerle dolu bir büfe olmuştu. Bu büfenin ortasında kocaman bir seramik balık vardı. Ben bu mavi balığı sofranın bir süsü sandım doğal olarak. Ama bir de baktım ki, Füreya eline bir küçük çekiç almış, seramik balığın üstüne indirmek üzere. Onu engellemeye kalktımsa da, Füreya beni dinlemedi, çekici indirdi. Seramik balık paramparça olunca, içinden gerçek balık çıktı.
Kocaman bir levrek. Meğer Füreya o levreği kile şarmış, güzel güzel boyamış ve seramiklerini yaptığı fırında tam kıvamında pişirmiş. Usta bir seramikçinin düş gücünün, usta bir aşçının düş gücüyle birleşince, ne harikalar ortaya çıkacağını iste o zaman anladım.
Damak tadımın balıkla sınırlandığı sanılmasın. Unutamayacağım daha nice yemekler var. Örneğin, sonbaharda, Bodrum’daki evimin şöminesinde ızgara ettiğim mantarları unutamam. O mantarlar, İstanbul’da satılan pamuk gibi beyaz ve pamuk kadar kokusuz kültür mantarlarına hiç mi hiç benzemezdi. Bodrumluların “çintar” dedikleri türden, yağmurlardan sonra ormanda toplanan, kahverengi, irice, doğal mantarlardı. Ve bütün güzel şeyler gibi ölüme neden olabilirlerdi. Arkadaşlarım, “bunları yeme, geçen sene su mahallede iki kişi, bu sene öteki mahallede üç kişi zehirlenmiş, kurtulamamış” diye diller dökerek, beni uyarıyorlardı. Ama ben, “öleceksem, ölümüm bunlardan olsun” der, mantarları kızarmış tereyağlı ekmek dilimlerinin üstüne koyar, afiyetle yerdim.
Bodrum’da bir arkadaşımın bize verdiği yaban domuzu şölenini de unutamam. Güneşli ılık bir kıs günüydü. Bodrum’da çok hoşlandığım o kıs günlerinden biri. Bahçede kurulan sofraya hep birlikte oturduk. Sevdiklerimle beraber yemek, tek basına yemekten kat kat daha güzel gelir bana.
Bahçenin uzak bir kösesinde bir mangal yakılmıştı. Arkadaş, kendi avladığı yaban domuzunu, şaraplarda, çeşitli kokulu bitkiler ve baharatlarda “marine” ettikten sonra, o mangalda ızgara edip, soframıza getiriyordu kosa kosa.
Yaban domuzuyla güvercin yavrusunun ne gibi bir iliskisi olabilir diyeceksiniz. Ama o yaban domuzunu unutamadığım gibi, kızartılmış güvercin yavrularını da unutamadım: Üniversite ögrencisiyken, yarım yıl tatilinde, bir Mısırlıyla evlenip Kahire’ye yerleşen teyze kızım Melike’yi görmeye gitmiştim. Ara sıra mutfağa inip, aşçı ve yamaklarının yemek hazırlıklarına bakardım.
(Teyze kızımın ailesi, o günün Mısır’ının ölçülerine göre pek zengin sayılmamakla birlikte, evde sekiz dokuz yardımcı çalışırdı gene de.) Bir defasında mutfakta bir kafes dolusu küçük güvercin gördüm. Hemen yukarıya koştum; o güvercin yavrularının mutfakta ne işi olduğunu Melike’ye sordum. “Onları kızartacaklar, aksama yiyeceğiz” dedi teyze kızım.
Çocukluğumdan beri güvercinleri sever, onları beslerim. Güvercin yavrusunu yemek, bana yamyamlık gibi göründü, bir bebeği yemekten farkı yoktu sanki. Dehşete düştüm. O güvercinleri kesinlikle yemeyeceğimi söyledim. Ne var ki, huyumu bilen teyzekızım, “kızartılıp pilavın üstünde gelsinler de sofraya, görürüz yer misin yemez misin” dedi. Hakkı vardı. “Vah zavallı yavrucuklar!
Bu düpedüz cinayet!” diye söylene söylene, o küçücük güvercinleri bir güzel mideye indirdim. Aynı cinayeti, İtalya’nın en güzel kasabalarından biri olan Orvieto’nun tepesindeki bir lokantada işledim. Ne var ki, vicdan azabım biraz hafiflemişti bu arada. Çünkü bu işlerden anlayan arkadaşım Fuat’ın dediğine göre, bunlar bizim bildiğimiz kent güvercinleri değil, asıl adı üveyik olan dağ güvercinleriymiş.
Buna pek inanmayacaksınız ama, vejetaryenliği, hem ahlâk hem de sağlık açısından tamamıyla doğru sayanlardanım. Ne var ki, birçok durumda olduğu gibi, bu konuda da teoriyle pratik arasında bir uçurum açıldığından, canlıları yemeye devam ediyorum. Ama yaban domuzlarına, kuşlara filân zarar vermeyen damak zevklerim de var. Örneğin, Bafa Gölü’nün kıyısındaki bir kır lokantasında yediğim tahin-bal gibi. Tahin-pekmezi herkes bilir de, bambaşka bir karışımdı bu. Kavanozlar dolusu pekmezler ballar aldım, o kıvamı bulamadım bir türlü.
Bodrum’da evime yakın, deniz kıyısında Big Ben adlı bir lokal vardı eskiden. Ahçısı gecenin tam on ikisinde çiğ börek yapardı. Ben gece yarısı hiç üşenmez, oraya uğrardım. Bardan yeşil mandalinalı bir cin tonik, mutfaktan iki sıcak çiğ börek alırdım. Sonra, elimde küçük tepsim, Big Ben’in gürültüsünden uzaklaşır, kumsalda otururdum. Önce böreklerimi yer, sonra cin toniğimi yavaş yavaş içerdim. Hava sıcaksa, karanlıkta denize girdiğim de olurdu.
1974 yılının Ağustos ayında Londra’da, Regent’s Park’ta yediğim ananası da asla unutamam. Ertesi gün erkenden bir kongre için Los Angeles’a uçacak, Amerika’ya ilk kez gidecektim.
Türkiye’de o sırada ananasın ancak konservesi bulunduğu için, hiç taze ananas yememiştim. Salkım söğütlü, nilüferli ve kuğulu o güzel gölün karsısına oturdum. Erkek çocuk olduğum dönemden kalma bir alışkanlıkla çantamda her zaman taşıdığım çakıyla, ananası soydum. Derken, hafif, çok hafif bir yağmur başladı. Londra’nın o ılık yaz yağmurlarını çok severim. Kocaman bir ağacın altındaki bankta oturduğum için ıslanmıyordum da. Bu cennet gibi parkta, çiçekler arasında, en çok sevdiğim meyveyi yerken, öyle bir haz duymaktaydım ki, “bu kadar keyfin sonu kötü olacak” dedim kendi kendime. Nitekim, ananas kabuğundan bir diken, tırnağımın altına battı, dolama oldum. Ertesi gün uçakta başparmağım zonk zonk zonkluyordu. Los Angeles’ta ilk günlerim de zehir oldu bu yüzden.
Simdi ananas keyfimin dolamayla sonuçlanması, oburlukla günah ilişkisini aklıma getirdi. Hınzır Katolikler, insan psikolojisini çok iyi bilirler. Günah çıkarma olayı bile bunu kanıtlamaya yeter. (Bir düşünün hele: Aklın alamayacağı ahlâksızlıklar yapacaksınız; sonra bir papaza içinizi döküp hem rahatlayacaksınız; hem de pişman olduğunuzu söyler söylemez, dakikasında bağışlanacaksınız.) İnsanı böylesine rahatlatmasını bilen Katoliklerin, oburluğu, yedi ölümcül günahtan biri, şehvet kadar ağır bir günah saymalarının nedenini ilkin anlayamamıştım. “Oburluğun başkalarına zararı yok ki! Oburca yiyen, midesini bozarak, ancak kendine zarar verir” diyordum.
Daha sonraları düşünüp taşınınca, güzel yemeklerden hoşlanmanın, yani bir gourmet olmanın, hiç de kötü sayılmayacağını; ama obur, yani gourmand olmanın, şehvet düşkünlüğü kadar kötü sayılması gerektiğini anladım. Çünkü insanı insan yapan baslıca niteliklerden biri, hayvansı içgüdüleri denetim altında tutabilmektir. Oysa oburlar, bunu yapabilecek gücü bulamazlar kendilerinde. Ben elime, dilime, belime egemendim. İçkiyi de az içer, asla sarhoş olmazdım.
Gelgelelim, mideme ancak yaslanınca, yetmişimden sonra egemen olabildim. Bu bir egemenlik de sayılamazdı belki. Bedenin bir yenilgisi, fena yıpranan sindirim sisteminin, oburluğa artık katlanamamasıydı aslında.
***
Küçük mutluluklarım dışında, iki büyük mutluluk kaynağım vardır. Biri kitap okumak, öteki de deniz. Gerçi o da hoştur da, “deniz” derken, denize uzaktan bakmaktan değil, denize girmekten ya da bir tekneyle gezinmekten söz ediyorum. Bu büyük mutluluklardan birincisine erişmek kolay da, artık İstanbul’da ya da dolaylarında yüzmenin yolu olmadığından, ikincisini elde etmek bir hayli güç.
Mina Urgan
Bir Dinozorun Gezileri