Otoritenin ne olduğunu biliyorsunuz; peki ama onun nasıl varlık kazandığım biliyor musunuz? Hükümetin bir otoritesi var, değil mi? Devletin, hukukun, polisin ve askerin otoritesi var. Anne babanız ve öğretmenlerinizin de sizin üzerinizde belli bir otoritesi var, yapmanız gerektiğim düşündükleri şeyleri size yaptırıyorlar: Belirli bir saatte yatmak, doğru beslenmek, doğru insanlarla arkadaşlık etmek. Sizi disiplin altına alıyorlar, değil mi? Neden? Bunun sizin iyiliğiniz için olduğunu söylüyorlar. Sahiden öyle mi peki? Bu meseleye gireceğiz. Fakat daha önce otoritenin nasıl tesis edildiğini anlamamız gerekiyor. Bir kişinin bir başkası üzerindeki, azınlığın çoğunluk üzerindeki veya çoğunluğun azınlık üzerindeki gücü, baskısı, dayatması olarak otorite nasıl oluşuyor?
Benim annem ya da babam olduğunuz için üzerimde bir hakkınız olabilir mi? İnsanlar ne hakla başkalarına kötü muamelede bulunabilirler? Sizce otoriteyi yaratan nedir? Öncelikle şurası apaçık belli ki her birimiz emin davranış biçimini bulmayı istiyoruz; ne yapmamız gerektiğinin bize söylenmesini istiyoruz. Kafası karışık, endişeli ve ne yapacağını bilmez bir haldeyken bir rahibin, bir öğretmenin, bir ebeveynin veya başka birinin yanına gidip bizi bu karışıklıktan kurtarmasını bekliyoruz. O kişinin sorunu bizden daha iyi bildiğim sandığımızdan, bir gururum veya bilgili birinin yanına gidip ne yapmamız gerektiğim soruyoruz. Öyleyse otoriteyi yaratan şey, belli bir hayat tarzı, belli bir davranış biçimini bulmaya yönelik içimizdeki arzudur, değil mi?
Siz gençken, öğretmeniniz bilmediğiniz şeyleri size gösterebilir. Fakat eğer o az da olsa zeki biriyse sizin de zeki olmanıza yardım eder; sıkıntımızı anlamanıza yardım eder, bu sayede herhangi bir otorite aramaya gerek duymazsınız.
Devletin, hukukim, polisin göze görünür bir otoritesi vardır. Korumak istediğimiz malımız mülkümüz olduğu için biz bu otoriteyi dışımızda yaratırız. Mal mülk bize aittir ve başka birinin onu gasp etmesini istemeyiz, bu nedenle kendi mülkiyetimizi başkalarından koruyacak bir devlet kurarız. Devlet bizim otoritemiz olur; bizi, hayat tarzımızı, düşünce sistemimizi koruması için icat ettiğimiz bir otoritedir devlet. Yüzyıllar boyunca adım adım bir hukuk sistemi tesis ederiz. “Beni” ve “benimkileri” koruyacak bir otorite sistemi; hükümet, devlet, polis, ordu.
Dışsal, yani görünürde değil de içsel olan bir otorite daha vardır: idealin otoritesi. “İyi olmalıyım, kıskançlık yapmamalıyım, herkese kardeşçe yaklaşmalıyım” derken, zihinlerimizde idealin otoritesini yaratırız, değil mi? Varsayalım ki ben, dalavereci, aptal, zalim biriyim, her şeyi kendim için istiyorum, güç istiyorum. Bu bir olgu, bu benim gerçek halim. Öte yandan herkese kardeşçe yaklaşmam gerektiğini düşünüyorum, sırf dindar insanlar öyle dediği için ve ayrıca öyle demek çıkar sağladığı, uygun düştüğü için. Dolayısıyla bir kardeşlik idealini yaratıyorum. Aslında kardeşlik yanlısı biri değilim ama türlü nedenlerle öyle olmak istiyorum, böylece ideal benim otoriteme dönüşüyor.
Şimdi, bu ideale göre yaşamak için kendimi disiplin altına sokuyorum. Daha şık bir paltoya, daha güzel bir kıyafete, daha yüksek bir unvana sahip olduğunuz için size çok imreniyorum; ama kendi kendime “Bu kıskançlık duygusundan arınmalıyım, kardeşçe davranmalıyım” diyorum. İdeal benim otoritem oluyor ve o ideale göre yaşamaya çalışıyorum. Bu durumda ne olur? Hayatım gerçekte olan ben ile olması gereken ben arasında sürüp giden bir çatışmaya dönüşür. Kendimi disiplin altına sokarım; ayrıca devlet de beni disiplin altına sokar. İster kapitalist ister komünist veya sosyalist olsun devletin benim nasıl davranmam gerektiği konusunda fikirleri vardır. Devletin her şeyden önemli olduğunu söyleyen kimseler vardır. Eğer böyle bir devlet düzeninde yaşayıp resmi ideolojiye aykırı bir şey yaparsam devletin yani devleti kontrol altında tutan azınlığın baskısına maruz kalırım.
Bizim iki yaramız var, bilinçli yanımız ve bilinçdışı yanımız. Bunun ne anlama geldiğini kavrıyor musunuz? Varsayalım ki yolda yürürken bir arkadaşınızla konuşuyorsunuz. Bilinçli yanınız sohbetle meşgul ama diğer yanınız bilinçsizce sayısız izlenim ediniyor: ağaçlar, yapraklar, kuşlar, denizin dalgaları üzerindeki yakamoz. Bilinçli zihniniz başka şeylerle meşgul olsa bile, dışarıdan bilinçdışına yapılan bu tesir her zaman devam eder ve bilinçdışının özümsediği şeyler bilincin özümsediği şeylerden çok daha önemlidir. Bilinçli zihin nispeten daha az şeyi özümser. Sözgelimi siz okulda öğretilenleri bilinçli olarak özümsersiniz ama onlar aslında çok fazla değildir. Ne var ki bilinçdışı zihniniz sizinle öğretmeniniz ve sizinle arkadaşlarınız arasındaki etkileşimleri sürekli özümser; tüm bunlar derinlerde gerçekleşir ve bu, yüzeydeki olguları özümsemekten çok daha önemlidir. Aynı şekilde yaptığımız bu konuşmalar sırasında bilinçdışı zihin söylenenleri sürekli özümser ve daha sonra gün içinde veya hafta içinde duyduklarınızı birdenbire hatalarsınız. Bu sizin üzerinizde bilinçli olarak dinlediklerinizin yaptığından çok daha büyük bir etki yapar.
Tekrarlayacak olursak, otoriteyi biz yaratıyoruz: devletin otoritesini, polisin otoritesini, idealin otoritesini, geleneğin otoritesini. Siz bir şey yapmak istiyorsunuz ama babanız “Onu yapma!” diyor. Ona itaat etmek zorundasınız, aksi halde onu kızdırırsınız, üstelik karnınızı doyurmak için babanıza bağımlısınız. Korkunuz yüzünden babanızın kontrolü altındasınız, değil mi? Bu nedenle o sizin toriteniz oluyor. Aynı şekilde, gelenek tarafından da kontrol ediliyorsunuz. Şunu yapmalısınız, öbürünü yapmamalısınız, belli bir tarzda giyinmelisiniz, kızlara veya erkeklere bakmamalısınız. Gelenek size ne yapmanız gerektiğini söylüyor ve gelenek her şeyden önce bilgidir, değil mi? Nitekim size ne yapmanız gerektiğini söyleyen kitaplar var. Keza devlet de yapmanız gerekenleri size bildiriyor; aynı şeyi anne babanız, toplum ve din de yapıyor. Bu durumda size ne oluyor peki? Eziliyorsunuz, bozuluyorsunuz. Asla capcanlı düşünerek hareket edip yaşayamıyorsunuz, çünkü bundan korkuyorsunuz. İtaat etmeye mecbur olduğunuzu, aksi halde çaresiz kalacağınızı söylüyorsunuz. Bu ne demektir? Otorite yaratıyorsunuz demektir, çünkü emin bir davranış biçimi, güvenli bir yaşam tarzını arıyorsunuz. Tam da bu güvenlik arayışı otoriteyi yaratıyor ve işte
bu yüzden siz basit bir köleye, çarktaki bir dişliye dönüşüp hiçbir düşünme ve yaratma kapasitesini hayata geçirmeden yaşıyorsunuz.
Resim yapıyor musunuz, bilmiyorum. Eğer yapıyorsanız, genelde resim öğretmeni size nasıl resim yapılacağını anlatıyordur. Bir ağacı görüp onu kopyalarsınız. Fakat resim yapmak ağacı görmek demektir; ağaç hakkındaki izleniminizi, onun sizde uyandırdığı izlenimi, yaprakların hareketini, onların arasında esen rüzgârın fısıltısını tuvale veya kâğıda geçirmek demektir. Bunu yapmak için, ışığın ve gölgenin devinimlerini yakalamak için çok duyarlı olmanız gerekir. Ama eğer korkuyorsanız ve hep “Bunu yapmalıyım, şunu yapmalıyım, yoksa insanlar kim bilir neler düşünürler hakkımda” diyorsanız, herhangi bir şeye karşı nasıl duyarlı olabilirsiniz ki?
Güzel olana duyarlılık otorite tarafından yavaş yavaş yok edilir. Öyleyse bu tür bir okulun sizi disiplin altına almasının doğru olup olmadığı meselesiyle karşı karşıyayız. Öğretmenlerin eğer sahiden hakiki öğretmenlerse yüzleşmek zorunda oldukları zorlukları düşünün. Diyelim siz yaramaz bir erkek veya kızsınız, ben de öğretmenim. Bu durumda sizi disiplin altına almalı mıyım? Eğer disiplin altına alırsam ne olur? Belli şeyleri yapmak için maaş alan, sizinkinden daha fazla otoriteye sahip, sizden daha büyük biri olarak sizi itaate zorlarım. Bunu yaparken zihninizi köreltiyorumdur, değil mi? Zekânızı geriletiyorumdur, değil mi? Sırf onun doğru olduğunu düşündüğüm için sizi bir şey yapmaya zorlarken sizi aptallaştırıyorumdur, değil mi? Ve sizler görünüşte karşı çıksanız bile aslında disiplin altına sokulmaktan, bir şeyleri yapmaya zorlanmaktan hoşlanıyorsunuz. Bu size bir güvence hissi veriyor. Eğer zorlanmazsanız gerçekten fena biri olacağınızı, yanlış şeyler yapacağınızı sanıyorsunuz; dolayısıyla “Lütfen beni disiplin altına sok, doğru şekilde davranmama yardım et” diyorsunuz.
Şimdi ben sizi disiplin altına mı sokmalıyım yoksa sizin neden yaramaz olduğunuzu, neden şunu veya bunu yaptığınızı anlamanıza yardım mı etmeliyim? Elbette bu, bir öğretmen veya ebeveyn olarak benim otorite duygusuna sahip olmamam demektir. Neden kötü biri olduğunuzu, niçin kaçış arayışına girdiğinizi, sıkıntılarınızı anlamanıza yardım etmeyi sahiden istemeliyim. Kendinizi anlamanızı sizden istemeliyim. Eğer sizi zorlarsam size yardım edemem. Şayet bir öğretmen olarak sizin kendinizi anlamanıza sahiden yardım etmek istiyorsam, yalnızca birkaç erkek ve kızla ilgilenmem gerekir. Sınıfımda elli öğrenciye bakamam. Yalnızca birkaç öğrencim olmalı ki her bir öğrenciyle birebir ilgilenebileyim. O zaman sizi bir şey yapmaya zorlayacak otorite oluşturmamalıyım, çünkü siz kendinizi anladığınızda o şeyi kendi başınıza zaten yapabilirsiniz.
Şu halde umarım, otoritenin zekâyı nasıl körelttiğini fark ediyorsunuzdur. Her şeyden önce zekâ ancak özgürlük varsa ortaya çıkabilir: düşünme, hissetme, gözlemleme, sorgulama özgürlüğü. Ne var ki eğer ben size bir şeyi dayatırsam sizi de kendim gibi aptallaştırırım; genelde okullarda olan biten de budur. Öğretmen kendisinin bildiğini, sizin bilmediğinizi düşünür. Peki, öğretmen ne biliyor? Matematik veya coğrafyadan birazcık fazlasını. O hiçbir hayati sorunu çözmüş değil, hayatin son derece önemli meselelerini sorgulamış değil. O sadece Jüpiter veya başçavuş gibi esip gürler.
Öyleyse böyle bir okulda, size söylenenleri yapmanız için disiplin altına sokulmanız yerine, anlamak, zeki ve özgür olmak konusunda yardım almanız gerekiyor, çünkü ancak o zaman hayatın zorluklarını korkusuzca göğüsleyebilirsiniz. Bu da yetkin bir öğretmeni, sizinle gerçekten ilgilenen, para, eşi ve çocukları için endişelenmeyen bir öğretmeni gerekli kılar ve sözünü ettiğimiz doğru eğitim ortamını hazırlamak hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin sorumluluğudur. Sadece itaat etmeyin, bir sorunu kendi başınıza nasıl ele alacağınızı öğrenin. “Babam öyle istediği için bunu yapıyorum” demeyin, onu yapmanızı niçin istediğini, neden falanca şeyin iyi olduğunu düşünürken filanca şeyi kötü bulduğunu öğrenin. Onu sorgulayın, bu sayede kendi zekânızı uyandırmakla kalmayıp babanızın da zeki biri olmasına yardım etmiş olursunuz.
Öte yandan babanızı sorgulamaya başladığınızda genelde ne olur? Sizi disiplin altına alır, değil mi? İşi başından aşkındır ve sabrı yoktur. Oturup sizinle hayatın devasa zorluklarını, iş bulmayı, evlenmeyi konuşmaya hevesli değildir. Bütün bu meselelere ayıracak zamanı yoktur; bu yüzden sizi başından savıp okula gönderir. Keza bu bağlamda öğretmen de babanıza benzer, o da herkes gibidir. Ne var ki zekâyı ortaya çıkarıp işlemek öğretmenlerin, ebeveynlerin ve siz tüm öğrencilerin ortak sorumluluğudur.
Dinleyici: İnsan nasıl zeki olur?
Krishnamurti: Bu soruyla kastedilen nedir? Zeki olmanın bir yöntemini mi istiyorsunuz? Eğer buysa, siz zaten zekânın ne olduğunu biliyorsunuz demektir. Bir yere gitmek istiyorsanız, gideceğiniz yeri zaten biliyorsunuzdur, sadece yolu sormanız gerekir. Aynı şekilde, siz de zekânın ne olduğunu bildiğinizi sanıyorsunuz ve zeki olmak için bir yöntem istiyorsunuz. Zekâ tam da yöntemin sorgulanmasıdır. Korku zekâyı yok eder, değil mi? Korku, incelemenize, sorgulamanıza, araştırmanıza engel olur; doğru olanı bulmanızı önler. Korkunuz yoksa büyük olasılıkla zeki olursunuz. Öyleyse korku meselesini etraflıca sorgulayın ve korkudan sıyrılın; ancak o zaman zeki olma imkânına kavuşursunuz. Fakat eğer “Ben nasıl zeki olurum?” diye sorarsanız zaten bir yöntem arayışı içinde kendinizi aptallaştırıyorsunuz demektir.
Dinleyici: Hepimizin bir gün öleceğini biliyoruz. Neden ölümden korkuyoruz?
Krishnamurti: Neden ölümden korkuyorsunuz? Nasıl yaşayacağınızı bilmediğinizden olabilir mi? Nasıl dolu dolu yaşayacağınızı bilseydiniz ölümden korkar mıydınız? Ağaçları, günbatımını, kuşlan, yaprağın düşüşünü sevseydiniz, gözyaşları döken insanlardan, yoksullardan haberdar olsaydınız ve sahiden içtenlikle sevseydiniz yine ölümden korkar mıydınız? Sözlerimle hemen ikna olmayın. Gelin, birlikte düşünelim. Sevinç dolu bir hayat sürmüyorsunuz, mutlu değilsiniz, olan bitenlere karşı sahiden duyarlı değilsiniz; işte bu yüzden öldükten sonra ne olacağım soruyorsunuz. Hayat sizin için acı demek, bu nedenle ölümle çok ilgileniyorsunuz. Belki ölümden sonra mutluluğu yaşayabileceğinizi sanıyorsunuz. Öte yandan bu derin bir mesele. Bu meseleye girmeyi isteyip istemediğinizi bilmiyorum. Öncelikle her şeyin temelinde korku var: ölme korkusu, yaşama korkusu, acı çekme korkusu. Şayet korkuya yol açan şeyin ne olduğunu ve ondan nasıl kurtulacağınızı anlamıyorsanız ölü ya da canlı olmanızın pek bir önemi yoktur.
Dinleyici: Nasıl mutlu bir hayat yaşarız?
Krishnamurti: Ne zaman mutlu yaşadığınızı biliyor musunuz? Ne zaman duygusal bir acı çektiğinizi, ne zaman fiziksel bir acı duyduğunuzu bilirsiniz. Birisi size vurduğunda veya kızdığında o acıyı tanırsınız. Peki, ne zaman mutlu olduğunuzu biliyor musunuz? Sağlıklıyken bedeninizin bilincinde inisiniz? Kuşkusuz mutluluk bilincinde olmadığınız, fark etmediğiniz bir haldir. Mutlu olduğunuzu fark ettiğiniz anda mutluluk kaybolur, değil mi? Öte yandan çoğunuz acı çekiyor ve bunun farkında olduğunuz için o acıdan kaçarak mutluluk dediğiniz şeye sığınmak istiyorsunuz. Bilinçli olarak mutlu olmak istiyorsunuz ama bilinçli olarak mutlu olduğunuzda da mutluluk kayboluyor. Sevinçli olduğunuzu onu yaşadığınız anda söyleyebilir misiniz? Ancak bir an sonra veya bir hafta sonra “Ne kadar da mutluydum, nasıl da neşeliydim” dersiniz. Mutluluğu yaşarken onun farkında olmazsınız; mutluluğun güzelliği de zaten buradadır.
Jiddu Krishnamurtı
Yeni Bir Yaşam
Öğrenme ve Anlam Arayışı Üzerine
Mutluluğa ulaşılması gereken bir durum olarak bakmak bence yanlışımız.Mutluluğu bir yolculuk gibi hayatın tamamına yaydığımızda bunu farkına bile varmadığımız bir düzene sokabiliriz.Bunu sıradan birşey gibi karşılamak,hatta karşılamamak bile,yararımıza olacaktır.