Öğretmeninize, anne babanıza saygı gösterip hizmetçinize saygısızlık ettiğinizde, sizin için önemli olmayan kimseleri tekmelerken, sizin üstünüzde olan kişilere, memurlara, politikacılara, büyük zatlara yalakalık yaptığınızda, bunda bir korku unsuru yok mudur? Büyük zatlardan bir çıkar sağlamayı umduğunuz için onlara saygı gösterirsiniz. Fakat yoksul insanlar size ne verebilir ki? Bu yüzden yoksulları hor görürsünüz, aşağılarsınız, sokakta yanınızdan geçtiklerinde varlıklarım bile fark etmezsiniz. Onlara bakmazsınız, soğukta titrediklerini, üstü başı kirli ve aç olduklarını umursamazsınız. Ne var ki elinizde çok az şey olsa bile sempatilerini kazanmak için büyük zatlara, kalburüstü kişilere onların hepsini verirsiniz. Bunda elbette bir korku unsuru vardır, değil mi? Ama sevgi yoktur. Kalbinizde sevgiye yer açmış olsaydınız her şeyi olanlara saygı gösterdiğiniz gibi, hiçbir şeyi olmayanlara da saygı gösterirdiniz.
Sözcüklerin Önemini Kavramak
İnsan hayatındaki bozucu faktörlerden korku bozulmanın temel nedenlerinden biri ayrıca hangi türden olursa olsun, ister insanın kendine dayattığı ister dışarıdan dayatılmış otoriteyi takip etmenin, her tür taklidin, kopyalamanın inisiyatifi, yaratıcılığı yok ettiğini ve doğru olanın keşfini engellediğini de belirttik.
Hakikat takip edilebilecek bir şey değildir; keşfedilecek bir şeydir. Kitaplarla veya deneyim kazanarak hakikati bulamazsınız. Deneyim anımsamaya dönüştüğünde, bu anımsama yaratıcı anlayışı yıkar. Ne kadar küçük olursa olsun garez veya kıskançlık duygulan da onsuz mutluluğun yaşanamayacağı yaratıcı anlayışı yıkar. Mutluluk satın alınamadığı gibi peşinden gidilerek ulaşılacak bir şey de değildir; çatışma olmadığında mutluluk gerçekleşir.
Şimdi, özellikle okul çağındayken sözcüklerin önemini kavramaya başlamak çok önemli değil mi? Sözcük, sembol çoğumuz için son derece yıkıcı bir şeye dönüştü ve bizler bunun farkında değiliz. Sembol ile ne kastettiğimi biliyor musunuz? Sembol hakikatin gölgesidir. Sözgelimi gramofon kaydı gerçek ses değildir ama ses oraya kaydedilmiştir ve biz de onu dinleriz. Sözcük, sembol, imge, idea hakikat değildir ama bizler imgeye tapınırız, sembole saygı duyarız, sözcüğe büyük önem veririz; oysa bu çok yıkıcıdır, çünkü o zaman sözcük, sembol, imge en önemli şey haline gelir. İşte bu yolla sembolleri, inançları ve dogmalarıyla çeşitli organize dinler, kiliseler ve tapmaklar zihnin ötelere uzanıp hakikati keşfetmesine engel olmaktadır. Öyleyse otomatik olarak alışkanlık yapan sözcüklere, sembollere hapsolup kalmayın; alışkanlık en yıkıcı faktördür, çünkü yaratıcı düşünmek istediğinizde alışkanlık araya girer.
Belki de ne söylediğimi tam anlamıyla kavramıyorsunuz-dur, ama onun üzerine düşünürseniz kavrarsınız. Zaman zaman tek başınıza yürüyüşe çıkın ve bu konuları düşünün. Hayat, Tanrı, görev, dayanışma gibi sözcüklerin, bizim gayet gelişigüzel kullandığımız tüm o harikulade sözcüklerin ne anlama geldiğini keşfedin.
Görev sözcüğünün ne anlama geldiğini kendinize hiç sordunuz mu? Neye karşı görev? Yaşlılara karşı mı, geleneğin söylediğine karşı mı? Nitekim gelenek anne babanız, ülkeniz, Tanrı’nız için kendinizi feda etmeniz gerektiğini söyler. Görev sözcüğü sizin için son derece önemli hale geldi, değil mi? Size dayattığı pek çok anlamıyla doğurgan bir sözcük. Ülkenize, Tanrı’nıza, komşularınıza karşı görevleriniz olduğu öğretildi size; ama görev sözcüğünden çok daha önemli olan hakikati kendi başınıza keşfetmenizdir. Anne babanız ve toplum sizi kendi mizaçlarına, kendi düşünce alışkanlıklarına, kendi zevklerine göre şekillendirmenin, kalıba dökmenin bir aracı olarak görev sözcüğünü kullanıyorlar ve bu sayede kendi güvenliklerini garantiye alacaklarını umuyorlar. O halde bütün bu hususların içyüzünü kavramak ve doğru olanı kendi başınıza bulmak için sabırlı olup kendinize zaman ayırın. Görev sözcüğünü kabullenmekle yetinmeyin, çünkü “görev”in olduğu yerde sevgi yoktur.
Aynı şekilde işbirliği sözcüğünü ele alalım. Devlet sizden kendisiyle işbirliği yapmanızı ister. Anlamadan bir şeyle işbirliği yaparsanız, salt taklit etmiş, kopyalamış olursunuz. Ama eğer bir şeyin hakikatini anlarsanız, keşfederseniz, kurduğunuz işbirliği içinde o şeyle yaşar, o şeyle hareket edersiniz; o sizin bir parçanız olur.
O halde düşünce yapınızı sakatlayan sözcüklerin, sembollerin, imgelerin bilincinde olmak zorunludur. Şayet parçalanmadan yaratıcı bir halde yaşayacaksak sözcüklerin, sembollerin ve imgelerin bilincine varıp onların ötesine geçip geçemeyeceğimizi keşfetmemiz şarttır.
Gördüğünüz gibi, görev sözcüğünün bizi öldürmesine izin veriyoruz. Anne babanıza, ilişkilerinize, ülkenize karşı görevlerinizin olduğu fikri sizi feda eder. Dışarı çıkıp kavga etmeye, öldürmeye, öldürülmeye veya sakatlanmaya iter. Siyasetçi, lider toplumu, ülkeyi, ideolojiyi veya yaşam tarzını korumak için başkalarını öldürmenin gerekli olduğunu söyler; böylece öldürmek görevinizin bir parçası olur ve çok geçmeden size askeri ruh aşılanır. Askeri ruh sizi itaatkâr yapar, fiziksel olarak çok disiplinli olmanıza ama içsel alanda zihninizin yavaş yavaş mahvolmasına yol açar, çünkü taklit ediyor, peşinden gidiyor, kopyalıyorsunuzdur. Yetişkin insanların, siyasetçilerin bir aleti, bir propaganda aracı olursunuz. Sırf birisi onun gerekli olduğunu söylediği için ülkenizi korumak adına öldürmeyi kaçınılmaz sayıyorsunuz. Fakat onu kim söylerse söylesin kendi başınıza açıkça irdelemeniz, sorgulamanız gerekmiyor mu?
Öldürmek elbette hayattaki en yıkıcı ve yoz eylemdir, özellikle de başka bir insan öldürmek, çünkü öldürürken, onu ne kadar mantığa bürürseniz bürüyün nefretle dolusunuzdur ve ayrıca başkalarında düşmanlık uyandırırsınız. Eylemle öldürebildiğiniz gibi tek bir sözle de öldürebilirsiniz. Diğer insanları öldürmek hiçbir sorunumuzu çözmemiştir. Savaş hiçbir ekonomik ve sosyal derdimize deva olmadığı gibi, insani ilişkilerde karşılıklı anlayışı da doğurmamıştır. Buna rağmen bütün dünya daima savaşa hazırlanıyor. İnsanları öldürmek için bir sürü neden öne sürülüyor. Öte yandan insanları öldürmemek için de pek çok neden vardır. Fakat hiçbir düşünce biçimine kapılmayın, çünkü bugün öldürmemek için geçerli bir nedeniniz varken yarın öldürmek için daha güçlü bir nedene sahip olabilirsiniz.
Önce onun hakikatini görün, öldürmemenin ne denli elzem olduğunu düşünün. En büyük otoriteden en küçüğüne kadar başkalarının söylediklerine kulak asmayın; meselenin aslım kendi başınıza keşfedin. Bu konuda iç dünyanız açıklığa kavuşursa, o zaman ayrıntılar üzerinde etraflıca durabilirsiniz. Fakat asla bir nedenle işe başlamayın, çünkü her nedeni geçersiz kılan bir başka karşıt-neden bulunabilir ve siz akıl yürütme ağma takılıp kalırsınız. Önemli olan nokta bizzat kendinizin hakikati doğrudan görebilmesidir, ondan sonra nedeni kullanabilirsiniz. Kendi başınıza doğru olanı algıladığınızda, başkasını öldürmenin sevgi olmadığını öğrendiğinizde, başkalarıyla kurduğunuz ilişkilerde düşmanlığa yer olmaması gerektiğini içinizde hissettiğinizde, o zaman ne kadar akıl yürütürseniz yürütün hakikati yok edemezsiniz. O zaman hiçbir politikacı, hiçbir din adamı, hiçbir ebeveyn kendi güvenliği veya bir fikir için sizi feda edemez.
Yaşlılar her zaman gençleri feda etmişlerdir; sonuçta siz de yaşlandığınızda gençleri feda mı edeceksiniz? İnsanların kendilerini ya da başkalarım feda etmesine bir son vermek istemiyor musunuz? Feda etme yaşamın en yıkıcı yolu olduğu için insani yozlaşmanın da en büyük faktörlerinden biridir. Ona son vermek için bir birey olarak sizin hakikati kendi başınıza keşfetmeniz gerekir. Hiçbir gruba veya orduya mensup olmadan, öldürmemenin, sevmenin, düşmanlık beslememenin hakikatini öğrenmek zorundasınız. O zaman ne sözcükler ne de ince fikir yürütme sizi öldürmeye veya başkasını feda etmeye ikna edebilir.
Öyleyse henüz gençken bu hususları kendi başınıza düşünüp taşınarak hakikatin keşfinin temellerini atmalısınız.
Soru: Yaratılışın gayesi nedir?
Krishnamurti: Gerçekten bu konuyla ilgileniyor musunuz? Yaratılıştan kastınız nedir? Yaşamanın amacı nedir? Neden varsınız, neden okuyor, ders çalışıyor, sınavlardan geçiyorsunuz? İlişkinin, anne baba ile çocuklar arasındaki ilişkinin, kan ile koca arasındaki ilişkinin amacı nedir? Hayat nedir? “Yaratılışın gayesi nedir?” diye sorarken bunları mı kastediyorsunuz? Böyle bir soruyu ne zaman sorarsınız? İçsel anlamda apaçık göremediğinizde, karanlıkta kafası karışık zavallı biri olarak kaldığınızda, meselenin aslını kendi başınıza algılayamadığınızda veya sezemediğinizde, o zaman hayatın amacım öğrenmek istersiniz.
Şimdi size hayatın amacım söyleyecek çok sayıda insan var; size kutsal kitapların söylediklerini söyleyeceklerdir. Zeki insanlar hayatın değişik amaçlarım icat etme işine koyulacaklardır. Siyasi bir grubun falanca amacı, dini bir grubun da filanca amacı olacaktır vesaire. Şayet kafanız karışıksa hayatın amacım nasıl bulacaksınız? Hiç kuşkusuz kafanız karışık olduğu sürece ancak yine karışık bir cevap alabilirsiniz. Eğer zihin rahatsızsa, sahiden dingin değilse, hangi cevabı alırsanız alın o cevap karışıklığın, endişenin ve korkunun perdesinden geçecektir; dolayısıyla cevap doğrudan sapmış olacaktır. Öyleyse önemli olan husus hayatın gayesini sormayıp içinizdeki karışıklığı ortadan kaldırmaktır. Bu, kör bir adamın “Işık nedir?” diye sormasına benzer. Eğer ona ışığın ne olduğunu anlatmaya çalışırsam, kendi körlüğüne, karanlığına göre beni dinleyecektir; ama görebildiği andan itibaren ışığın ne olduğunu asla sormayacaktır, çünkü zaten ışık orada olacaktır.
Aynı şekilde, eğer siz de içinizdeki karışıklığı yok edebilirseniz o zaman hayatın amacının ne olduğunu öğrenir, soru sormak, o amacı aramak zorunda kalmazsınız. Karışıklıktan kurtulmak için onu doğuran nedenleri görüp anlamak zorundasınız. Nitekim karışıklığın nedenleri de çok bariz belli. Onlar sahiplenmek, falan veya filanca olmak, başarı veya taklit yoluyla sürekli kendini büyütmek isteyen “ben”in içine kök salmıştır; belirtileri kıskançlık, açgözlülük, korkudur. Bu içsel karmaşa devam ettiği sürece her zaman cevapları dışarıdan beklersiniz ama içsel karmaşa ortadan kaldırıldığında hayatin anlamım öğrenirsiniz.
Soru: Karma nedir?
Krishnamurti: Karma bizim kullandığımız ilginç sözcüklerden biridir; düşüncemizin içine hapsolduğu o sözcüklerden biridir karma. Zavallı insan hayati bir teoriye göre kabullenmek zorunda kalır. Sefaleti, açlığı, pisliği kabullenmek zorundadır, çünkü acizdir ve zincirlerim kırıp bir devrim yaratacak enerjisi yoktur. Hayatin ona sunduğu şeyi kabul etmek zorundadır ve dolayısıyla şöyle der: “Böyle olmam benim karmam.” Ve politikacılar, büyük adamlar onu sefaletim kabullenmeye teşvik ederler. Bütün bunlara isyan etmesini istemezsiniz değil mi? Büyük olasılıkla, cebinizde bulunan büyük miktardaki paranın birazcığını o zavallı adama verirsiniz; şu halde karma sözcüğünü o adamın hayatındaki sefaleti pasifçe kabullenmesini teşvik etmek için kullanıyorsunuz.
Eğitimli insanlar, başarı kazanmış insanlar, kendisine miras kalmış insanlar, zirveye varmış insanlar, makam, güç, itibar ve çürüme araçlarına sahip insanlar da “Bu benim karmam, önceki hayatımı iyi yaşadım ve şimdi geçmişte yaptığım iyiliklerin meyvelerini topluyorum” derler.
Fakat karmanın anlamı her şeyi olduğu gibi kabul etmek midir? Anlıyor musunuz? Çoğumuzun davrandığı gibi, hiç sorgulamadan, hiç isyan kıvılcımı yakmadan her şeyi olduğu gibi kabul etmek midir karma? Gördüğünüz gibi gerçekten canlı, uyanık olmadığımız için kimi sözcükler, içine kısılıp kaldığımız bir ağa dönüşüyor. Karma sözcüğünün asıl anlamı bir teori olarak anlaşılamaz. Eğer “İşte bu Bhagavad Gita’nın söylediğidir” diyerek karmayı anlayamazsınız.
Bildiğiniz gibi, kıyaslaman zihin en aptal zihindir, çünkü düşünmez, sadece “Ben şu şu kitapları okudum ve senin söylediğin onlarda yazılanlara benziyor” der. Bunu dediğinizde düşünmeyi durdurmuşsunuzdur; kıyaslama yaptığınızda herhangi bir kitabın veya gurunun söylediklerini umursamadan doğru olanı kendi başınıza araştırmaya artık son vermişsiniz demektir. Öyleyse önemli olan nokta bütün otoriteleri bir kenara atıp karşılaştırma yapmadan araştırmak, keşfetmektir. Karşılaştırmak otoriteye tapınmaktır, taklittir, düşüncesizliktir. Karşılaştırma yapmak doğru olanı keşfetme uyanıklılığına sahip olmayan bir zihnin esas doğasıdır. “İşte böyle, tıpkı Buda’nın söylediği gibi” deyip böylece sorunlarınızı çözdüğünüzü sanırsınız. Fakat herhangi bir şeyin hakikatini sahiden keşfetmek için son derece aktif, canlı, coşkulu ve özgüvenli olmalısınız; ama kıyaslamak düşündüğünüz sürece özgüven sahibi olamazsınız. Lütfen bunu iyi dinleyin. Eğer özgüven yoksa araştırma ve doğru olanı bulma gücünüzü tümden yitirirsiniz. Özgüven size keşfetme özgürlüğü kazandırır ve kıyaslama yaptığınızda o özgürlüğü inkâr etmiş olursunuz.
Dinleyici: Saygıda korku unsuru var mıdır?
Krishnamurti: Siz ne diyorsunuz? Öğretmeninize, anne babanıza saygı gösterip hizmetçinize saygısızlık ettiğinizde, sizin için önemli olmayan kimseleri tekmelerken, sizin üstünüzde olan kişilere, memurlara, politikacılara, büyük zatlara yalakalık yaptığınızda, bunda bir korku unsuru yok mudur? Büyük zatlardan bir çıkar sağlamayı umduğunuz için onlara saygı gösterirsiniz. Fakat yoksul insanlar size ne verebilir ki? Bu yüzden yoksulları hor görürsünüz, aşağılarsınız, sokakta yanınızdan geçtiklerinde varlıklarım bile fark etmezsiniz. Onlara bakmazsınız, soğukta titrediklerini, üstü başı kirli ve aç olduklarını umursamazsınız. Ne var ki elinizde çok az şey olsa bile sempatilerini kazanmak için büyük zatlara, kalburüstü kişilere onların hepsini verirsiniz. Bunda elbette bir korku unsuru vardır, değil mi? Ama sevgi yoktur. Kalbinizde sevgiye yer açmış olsaydınız her şeyi olanlara saygı gösterdiğiniz gibi, hiçbir şeyi olmayanlara da saygı gösterirdiniz; ne varlıklı kimselerden çekinir, ne de yoksulları hakir görürdünüz. Çıkar kazanma umuduyla saygı göstermek korkunun ürünüdür. Oysa sevgide korku yoktur.
Jiddu Krishnamurtı
Yeni Bir Yaşam: Öğrenme ve Anlam Arayışı Üzerine