Yeni yüzyıl, on dokuzuncu yüzyıl, çocuklarını sevmedi. Kor gibi yanan bir kuşak ortaya çıkmıştı oysa: Ateşli ve cesurdular, rüzgârın estiği bütün yönlerden, aynı anda Avrupa’nın gevşeyen büyük topraklarından yeni özgürlüğün tan kızıllığına doğru baskı yapıyorlardı. Devrimin bandosu uyandırmıştı o gençleri, zihinlerinde açan kutsal bir bahar, yeni bir inanç yakıp kül etti ruhlarını. İmkânsız olan birden yakınlaşmış, yeryüzünün gücü ve görkemi yirmi üç yaşında birinin, Camille Desmoulins’in tek bir hareketle Bastille’i yıkmasından itibaren, Arras’lı, çocuk görünüşlü zayıf bir avukatın, Robespierre’in fırtına gibi esen tebliğleriyle kralları ve imparatorları titretmesinden itibaren, Korsikalı ufak tefek teğmenin, Bonaparte’ın bir kılıçla Avrupa’nın sınırlarını aklına estiği gibi çizmesinden ve dünyanın en görkemli tacını maceracı elleriyle tutmasından itibaren o cüretkârların eline geçmişti. Şimdi onların sırası, gençliğin sırası gelmişti: İlkbahar yağmurundan sonra ilk narin otların fışkırması gibi onlar da, bu aydınlık, heyecanlı delikanlıların kahraman tohumları da birden fışkırıverdi. Aynı anda bütün ülkelerde ayaklandılar, bakışlarını yıldızlara çevirdiler ve yeni yüzyılın eşiği üzerinden sanki kendi topraklarına geçiyormuş gibi geçtiler. On sekizinci yüzyıl, böyle hissediyorlardı, yaşlılara ve bilgelere aitti, Voltaire ve Rousseau’ya, Leibniz ve Kant’a, Haydn ve Wieland’a, kısacası yavaşlara ve sabırlılara, büyüklere ve bilginlere aitti: Ama artık gençlik ve cesaret geçerliydi, tutku ve sabırsızlık zamanıydı. Güçlü bir şekilde ilerleyen büyük bir dalga kabardı: Avrupa Rönesans’tan bu yana zihnin böylesi mutlak yükselişine, bundan daha güzel bir kuşağa tanık olmamıştı.
Ama yeni yüzyıl bu cesur gençliğini sevmedi, onun ihtişamından korktu, onun coşkusunun kendinden geçmiş gücü karşısında kuşkulu bir ürperti geçirdi. Ve çelik bir tırpanla kendi bahar fidanlarını acımasızca biçti. Napolyon savaşlarının en cesuru, on beş yıl boyunca ölümcül halk değirmeninde bütün ulusların en asil, en cesur, en neşeli yüz binlerce gencini öğüttü ve Fransa’nın, Almanya’nın, İtalya’nın toprakları, Rusya’nın uçsuz bucaksız karları, Mısır’ın çölleri onların fışkıran kanlarıyla sulandı ve gübrelendi. Ama sanki istediği sadece bu elleri tetikte gençler değildi, tersine, gençliğin zihnini de bizzat öldürmek istiyordu, bu kendi kendini öldüren öfke sadece savaşanlarla, askerlerle yetinmedi: Yüzyılın eşiğini atlamış olan hayalperestlere ve ozanlara, bıyığı yeni terlemiş çocuklara karşı, hatta zihnin delikanlılarına karşı, neşeli şarkıcılarına karşı, en kutsal kişiliklerine karşı yok edici bir güçle balyozunu kaldırdı. Hiçbir zaman şairler, sanatçılar, Schiller’in yaklaşan kendi felaketinden habersiz, coşkuyla selamladığı o çağ dönümünde olduğu kadar, böylesine kısa bir zaman zarfında böylesine büyük kayıplar vermemişti. Hiçbir zaman kader saf ve erken aydınlanmış ruhlara bu kadar ölümcül yaklaşmamıştı. Hiçbir zaman tanrıların sunağı bu kadar tanrısal bir kanla dolmamıştı.
Çok çeşitliydi ölümler, ama hepsi erkendi, hepsini en içsel yücelme sırasında yakaladı. İlkini, André Chenier’i, Helenizm’in onunla birlikte Fransa’da yeniden doğduğu bu genç Apollon’u terörün son arabası giyotine götürdü: Sadece bir günü, sadece tek bir günü, Thermidor’un sekizini dokuzuna bağlayan geceyi atlatabilseydi kanlı sehpadan kurtulacak ve antik saf şarkısına geri dönebilecekti. Ama kader onu esirgemek istemedi, ne onu ne de diğerlerini: Öfkeli bir iradeyle, bir Hydra gibi bütün bir kuşağı kesip biçti. İngiltere’de yüzyıllar sonra nihayet yeni bir şiirsel deha doğmuştu; hüzünlü, hayalperest bir genç, John Keats, evrenin o kutsal habercisi: Yirmi yedi yaşındayken felaket onun çınlayan göğsünden son nefesini aldı. Zihnin bir kardeşi onun mezarı üzerine eğildi, Shelley, en güzel sırlarını haber versin diye doğanın seçtiği o ateşli hayalperest: Zihninde kardeşi için en muazzam ölüm şarkısını okudu, bir şairin bir başka şaire yazdığı en güzel ağıttı bu, –“Adonias”– ama sadece birkaç yıl sonra anlamsız bir fırtına onun da cesedini Tyrren sahillerine savurdu. Dostu Lord Byron, Goethe’nin sevilen mirasçısı aceleyle oraya koştu ve ölüyü Akhilleus’un Patroklos’una yaptığı gibi, bu güney denizi kıyısında bir odun yığını üzerinde yaktı: Alevlerle birlikte Shelley’in ölümlü bedeni İtalya semalarına yükseldi; ama o da, Lord Byron da birkaç yıl sonra Missolunghi yakınlarında alev alev yakıldı. Aradan sadece on yıl geçti ve Fransa’nın, İngiltere’nin verdiği en asil şiirsel tomurcuklar yok oldu. Ama korkunç el Almanya’dan da uzak durmadı. Doğanın en son sırrına kadar mistik bir inançla sızan Novalis çok erken bir yaşta söndü, karanlık bir çadırda titrek bir mum ışığı gibi; Kleist ani bir kriz sırasında kafatasını parçaladı, onu aynı şekilde şiddet dolu bir ölümle Raimund izledi, Georg Büchner daha yirmi dört yaşındayken tifüsten hayatını kaybetti. Wilhelm Hauff’u, o hayal gücü en yüksek anlatıcıyı, serpilememiş dehayı yirmi beş yaşında toprağa gömdüler ve Schubert, bütün bu şarkıcıların arasında şarkıya dönüşen ruh zamanından önce son melodinin içine akıp gitti. Hastalığın, intiharın ve cinayetin bütün sopalarıyla ve zehirleriyle imha edildi onlar, o genç kuşak: Leoparid, o asil melankolik korkunç bir hastalığın pençesinde soldu, Bellini, “Norma”nın şarkıcısı büyüleyici bir başlangıç yaparken öldü, Gribojedof, uyanan Rusya’nın en aydınlık zihni Tiflis’te bir İranlı tarafından hançerlendi. Onun Kafkaslarda ilerleyen cenaze arabasıyla tesadüfen karşılaşan Alexander Puşkin ise Rusya’nın yeni dehası, zihinsel şafağıydı. Ama onun bu gencin erken gidişinden yakınacak zamanı yoktu; sadece birkaç yıl sonra bir düelloda kendisi de bir kurşunun hedefi oldu. Bunlardan hiç biri kırk yaşına ulaşamadı, çok azı otuz yaşını görebildi, böylece Avrupa’nın tanıdığı en sarhoş edici, en lirik bahar, bir gecede bütün dillerde aynı anda doğanın ve neşeli dünyanın marşını söyleyen bu kutsal delikanlılar korosunu kırdı geçirdi. Bu sırada, zamanın bilincine varmadan, yarı unutulmuş, yarı efsane Goethe, bilge ve yaşlı adam, büyülü ormandaki Merlin gibi yapayalnız, Weimar’da oturmaktadır: Sadece bu dudaklardan, ender bulunan bir zamanda hâlâ Orfeus şarkıları dökülmektedir. Şaşırtıcı bir şekilde üstesinden geldiği yeni kuşağın halefi ve selefi aynı anda yeryüzündeydi ve o çıtırdayan ölümcül ateşi hâlâ toprak bir kapta tutmayı başarıyordu.
Sadece biri, o kutsal korodan sadece bir kişi, hepsinin en safı Hölderlin, tanrısızlaşan yeryüzünde hâlâ oyalanıyordu, ama kader en tuhaf şeyini ona yapacaktı. Dudakları hâlâ canlıdır, yaşlanmakta olan bedeni hâlâ Alman toprağına değmektedir, hâlâ mavi bakışları pencereden çıkıp Neckar’ın sevgili manzarası üzerinde gezinmektedir, hâlâ inançlı bakışlarını örten gözkapaklarını açıp Eter Baba’ya, ebedi gökyüzüne bakmasına izin verilmektedir: Ama aklı artık eskisi kadar ayık değildir, uçsuz bucaksız bir rüyada gezinmektedir. Kıskanç tanrıların kendilerini izleyen kâhin Tresias’ı öldürmeyip de sadece ruhunu söndürmeleri gibi. İphigenia’yı, o en kutsal kurbanı kesmeyip de bulutlarla sarmaları ve zihnin Pontus’una, duygunun Kimmervari karanlığına taşımaları gibi. Bir örtü sözcüklerini ve ruhunu sarmıştır: Allak bullak olmuş zihniyle, “ilahi köle olarak satılmış” olan bu adam daha onlarca boğucu yıl kendisi gibi dünyayı da kaybetmiş halde yaşayacak ve titreyen dudaklarından sadece ritmik, boğuk dalgalar biçiminde sesler çıkacaktır. Etrafında sevgili çiçekleri açmakta ve solmaktadır, ama o artık onları saymaz. Etrafında insanlar düşüp ölmektedir, ama o artık onların farkına varmaz. Schiller, Goethe, Kant ve Napolyon, gençliğinin tanrıları, çok önce göçüp gitmişlerdir; uğultulu yollar, hayalini kurduğu Germanya’yı baştan başa geçmekte, kentler toplanmakta, ülkeler hareketlenmektedir; ama onun dalgın yüreği bunlardan hiçbirine ulaşamaz. Yavaş yavaş saçları ağarmaya başlar, eski bir güzelliğin çekingen, hayaletimsi gölgesi olarak Tübingen’in sokaklarında nereye gittiğini bilmeden dolaşır, çocuklar onunla alay eder, trajik hayaletin arkasındaki o ölü zihni fark edemeyen üniversite öğrencileri dalga geçer ve çoktandır hiçbir canlı onu hatırlamaz. Bir kere, yeni yüzyılın ortasında, Bettina (bir zamanlar onu bir Tanrı gibi gören kadın) onun hâlâ o saygın marangozun evindeki “yılan hayatını” sürdürdüğünü duyar ve Hades’in habercisini görmüş gibi dehşete kapılır; zamanda böylesine yabancı bir şekilde asılı kalmıştır, ismi böylesine yitirmiştir yankısını, böylesine unutulmuştur ihtişamı. Günün birinde sessizce yatağa uzanıp öldüğünde, bu sessiz gidiş Alman dünyasında bir sonbahar yaprağının salınarak yere süzülmesinden daha fazla bir ses çıkarmamıştır. Ustalar onu yıpranmış bir elbise içinde mezara taşıdılar, yazdığı binlerce sayfa heba edildi ya da özensiz saklandı ve sonra onlarca yıl kütüphane raflarında tozlanmaya bırakıldı. Bütün bir kuşak, o kutsal koronun bu son ve en saf çocuğunun kahramanlık dolu mesajından mahrum kaldı.
Toprağın kucağında bir Yunan heykeli gibi, Hölderlin’in zihinsel imgesi de unutmanın döküntüleri arasında yıllarca, on yıllarca gömülü kaldı. Ama yeni bir kuşak geldi ve sevgi dolu bir çabayla nihayet toprağı kazıp onu karanlıktan çıkardı ve bu mermer gencin bozulmamış saflığını ürpertiyle hissetti. Alman Helenizminin bu son delikanlısının o muazzam heykeli yeniden ayağa kalktı ve tıpkı onun bir zamanlar şarkı söyleyen dudakları gibi yeni bir heyecan tomurcuklandı. Haber verdiği bütün baharlar sanki onun kişiliğinde adeta ebedileşmişti: Ve aydınlığa ermiş olanların o ışıklı alnıyla karanlıktan, esrarengiz vatanından gelir gibi zamanımıza çıkıp geldi Hölderlin.
Stefan Zweig
Kendileriyle Savaşanlar