İYİ HİKÂYE ANLATMANIN SIRRI – MİLAN KUNDERA

“[Hikâye anlatıcılığı] kimsenin gerçeği elinde bulundurmadığı ama herkesin anlaşılmaya hakkı olduğu topraklara geçmeye yarayan bir meşale.”

Bilincin en büyük ve en ürkütücü yetisi; kendi içinde tutarlı, gerçek dünya üzerine kurulu bir dünya inşa etmek olabilir. Teori olmanın ötesine gidemeyen, gerçeklikleri kanıtlanamayan dünyalar… Klinik bakış açısından bu bir sanrı. Yaratıcılık açısından bakıldığında ise sanat: Roman, hikâye, şiir, şarkı her biri birer modeldir, dünyanın olduğu gibi değil, yaratıcının resmettiği şekilde hayalî bir izlenimidir; sanatçı, gerçeği ve kendimizi daha iyi anlamamız için bizi bu hayalî dünyaya adım atmaya davet eder. Kendimizin en farkında olduğumuz anlarda bile kendimizi tamamıyla anlayamayız. Kurgu ve gerçek hayat bu noktada birbirine benzer: Bazen yazarını şaşırtır. Her ikisi de gerçek ya da hayalî mekânın yarı haritalanmış bölgesinde yürümenin, yürürken yolu açmanın ve böylece her adımda haritayı gözden geçirmenin bir yoludur. Her ikisinde de bir hedef için yola çıkmış olmamıza rağmen tahmin etmediğimiz yerlere varabiliriz. Kısmen amaçlarımız, kısmen de belirsizliği andıran “başka bir şey” bizi yönetir.

Çek-Fransız romancı Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden iki yıl sonra yayımlanan Roman Sanatı’nda bu şeyi net bir şekilde ifade eder. Bunu açıklarken ele aldığı aşk ve yaşamın belirsizlikleri Nietzsche’nin “ebedî dönüş” kavramına âdeta meydan okur.

Kundera’ya göre hikâye anlatıcılarının yazdıkları hikâyelerin canlanıp onları şaşırtma ihtimali var.

“Tolstoy, Anna Karenina’nın ilk taslağını yazdığında Anna hiç sempati duyulası bir karakter değildi; trajik sonunu haklı çıkaran şekilde betimlenmişti. Romanın son hâli çok farklı ancak Tolstoy’un yaratım sürecinde ahlaki fikirlerinin üzerine kafa yorduğunu pek sanmıyorum. Bence bu süreçte ahlaki görüşlerinin dışında bir sesi dinledi. Ben bu sesi romanın bilgeliği olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Her gerçek romancı bu kişiüstü bilgeliği dinler, bu da büyük romanların neden her zaman yazarlarından biraz daha zeki olduklarını açıklar. Kitaplarından daha zeki olan romancılar başka bir iş koluna girmelidir.”

Kundera, bu kişiüstü bilgeliği “belirsizliğin bilgeliği”nde bulur. Şair Wisława Szymborska Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada bunu “tüm yaratıcılığın potası” olarak adlandırır.

Fizikçi Richard Feynman’ın belirsizliğin hem bilimde hem de yaşamda doğruluk ve ahlak açısından gerekli olduğuna dair zekice gözlemini çağrıştıran yazısında Kundera şöyle diyor:

“Roman, bireylerin hayalî cennetidir. Ne Anna’nın ne Karenin’in hakikate sahip olmadığı ama hem Anna hem de Karenin gibi herkesin anlaşılmaya hakkı olduğu bölgedir.”

Öyleyse harika hikâye anlatıcılığı, karmaşıklığın aydınlatılmasıyla ilgilenir; bazen şaşırtıcı, bazen rahatsız edicidir. Kendimizin anlaşılmaz kısımlarını yeni bir açıdan, yeni bir ışıkta görmeye başladığımızda her zaman anlayışımızı artırır ve kendimizi anlamamızda yardımcı olur. Kundera şu yorumda bulunur:

“Her roman, okura, ‘İşler göründüğü kadar basit değil,’ der. Bu, romanın ebedî gerçeğidir ancak sorudan daha hızlı gelen ve onun önüne geçen kolay cevaplar yüzünden romanın sesini duymak zorlaşıyor.”

“Roman gerçeği değil, varoluşu inceler. Ve varoluş, meydana gelen şey değildir, varoluş, insani olasılıkların alanıdır, insanın olabileceği ve yapabileceği her şeydir. Romancılar şu ya da bu insan olasılığını keşfederek varoluş haritasını çizerler. Ama… var olmak “dünyada olmak” anlamına gelir. Dolayısıyla hem karakter hem de dünyası olasılıklar olarak anlaşılmalıdır… [Romanlar] bu nedenle ne olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi görmemizi sağlar.”

Çeviren: Aslı İdil Kaynar (Brainpickings)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz