Milan Kundera: Aşağılarda olup bitene karşı her zaman miyop bakarlar

Uyuyabilmek için bir insan sesi duymak istiyor, düşüncelerine el koyacak, onu başka yerlere götürecek, sakinleştirip uyutacak bir söz; bir istasyondan ötekine geçiyor, ama her yerde sadece müzik yayını var, müziğin çirkef suyu, rock, caz, opera parçaları ve herkes şarkı söyleyip uluduğundan, kimseyle konuşamayacağı bir dünya bu, hepsi hoplayıp zıplayıp dans ettiğinden, kimsenin onlarla konuşmadığı bir dünya.

Skacel üç yüz yıl boyunca hüzün evine kapandığında, bunun nedeni, onun ülkesinin sonsuza kadar Doğu İmparatorluğu tarafından yutulacağını düşünmesiydi. Yanılmıştı. Gelecek konusunda, herkes yanılır. İnsan ancak şimdiki andan emin olabilir. Ama gerçekten doğru mu? İnsan şimdiki zamanı gerçekten tanıyabilir mi? Onu yargılayacak yeteneği var mıdır? Elbette ki hayır. Çünkü, geleceği bilemeyen biri, şimdiki zamanın anlamına nasıl varacaktır? Şimdiki zamanın bizi hangi geleceğe götürdüğünü bilmezsek, şimdiki zamanın iyi ya da kötü olduğunu, onu benimsememizi, kuşku duymamızı ya da nefretimizi hak edip etmediğini nasıl söyleyebiliriz?

1921’de, Arnold Schönberg, kendisinin sayesinde, Alman müziğinin gelecek yüzyıllarda dünyaya hâkim olarak kalacağını ileri sürer. On beş yıl sonra Almanya’dan bir daha dönmemek üzere ayrılmak zorunda kalır. Savaştan sonra Amerika’da onurlarla yüceltilmişken, şan ve şöhretin eserlerini asla terk etmeyeceğinden hâlâ emindir. Fazlasıyla çağdaşlarını düşündüğü ve geleceğin yargısını göz ardı ettiği için Igor Stravinski’ye suçlamalarda bulunur. Gelecek kuşaklan en emin müttefiki olarak görür. Thomas Mann’a yazdığı kırıcı bir mektupta, sonunda ikisinden hangisinin, Mann’ın mı, kendisinin mi, daha büyük olduğunun açıkça belli olacağı ‘iki ya da üç yüz yıl sonrası’nı tanık gösterir! Schönberg 1951’de öldü. Sonraki iki on yılda eserleri yüzyılın en büyük eserleri olarak selamlanır, kendilerini onun öğrencisi ilan eden en parlak genç besteciler tarafından saygıyla anılır, ama daha sonra, konser salonlarından da, belleklerden de uzaklaşır. Yüzyılın sonunda şimdi onu kim çalar? Kim onu dayanak alır? Hayır, kendini beğenmişliğiyle aptalca alay etmek ve onun kendine fazla değer verdiğini söylemek istemiyorum. Bin kere hayır! Schönberg kendine fazla değer vermiyordu. O geleceğe fazla değer veriyordu.
Bir düşünce hatası mı yapmıştı? Hayır. Doğru düşünüyordu, ama fazla yükseklerde yaşıyordu. En büyük Almanlarla tartışıyordu, Bach’la, Goethe’yle, Brahms’la, ama ruhun yüksek alanlarında yürütülen tartışmalar, ne kadar zekice olsa da, nedensizce ve mantıksızca, aşağılarda olup bitene karşı her zaman miyop bakarlar: iki büyük ordu kutsal amaçlar uğruna ölümüne savaşmaktadır: ama ikisini de yere seren minnacık bir veba mikrobu olacaktır.

Schönberg mikrobun varlığının bilincindeydi. Daha 1930’da şöyle yazıyordu; ‘Radyo bir düşman, karşı durulamaz biçimde ilerleyen ve karşısında her türlü direnişin umutsuz olduğu acımasız bir düşman…” ”Dinlemek istiyor muyuz, istemiyor muyuz, onu algılama olanağımız var mı, yok mu diye sormadan /…../ bizi tıkabasa müziğe boğuyor.”; o kadar ki, müzik basit bir gürültü, gürültüler arasında bir gürültü haline geliyor.

Radyo, her şeyi başlatan küçük dere oldu. Arkasından sesi kaydetmek, çoğaltmak, yükseltmek için teknik yollar geldi ve derecik uçsuz bucaksız bir nehir oldu. Eskiden müzik, müziğe olan sevgi yüzünden dinlenirken, bugün ‘dinlemek istiyor muyuz, istemiyor muyuz diye sormadan’ her yerde ve her an gümbürdüyor, hoparlörlerde, arabalarda, restoranlarda, asansörlerde, sokaklarda, bekleme salonlarında, jimnastik salonlarında, walkman’lerle tıkalı kulaklarda gümbür gümbür bağırıyor, yeniden yazılmış, yeni enstrümanlarla yeniden çalınmış, kısaltılmış, parçalara ayrılmış müzik, rock, caz opera parçalan, bestecisi kim (gürültü haline gelen müzik anonimdir] bilmeden, başı sonu belli olmadan (gürültü haline gelen müzik form tanımaz) her şeyin birbirine karıştığı bir dalga, sel; içinde müziğin boğulduğu, müziğin çirkef suyu.

Schönberg mikrobu tanıyordu, tehlikenin farkındaydı, ama içinden buna pek de fazla önem vermiyordu. Dediğim gibi, ruhun yüksek katmanlarında yaşıyordu ve gururu bu çok küçük, çok bayağı, çok tiksindirici, çok nefret edilesi, aşağılık düşmanı ciddiye almasını engelliyordu. Onun şanına yaraşan tek büyük rakip, canla başla ve amansızca mücadele ettiği en yüce rakibi Igor Stravinski’ydi. Geleceğin sevgi ve ilgisini kazanmak için onun müziğine karşı kılıç kuşanıyordu.

Ama gelecek bir nehir oldu, bestecilerin cesetlerinin kuru yapraklar ve kırılmış dallar arasında yüzdüğü bir notalar tufanı oldu. Bir gün Schönberg’in ölmüş bedeni kabaran dalgalarla sağa sola sürüklenirken, Stravinski’nin ölmüş bedenine çarptı ve ikisi, geç kalmış, suçlu bir barışmayla, hiçliğe doğru (mutlak yaygara haline gelen müziğin hiçliğine doğru) yolculuklarına devam ettiler.

***

Hatırlayalım: Irena kocasıyla birlikte küçük bir Fransız taşra kentinin içinden geçen ırmağın yamacında durduğunda, karşı kıyıda kesilmiş ağaçlar görmüştü ve o anda, bir hoparlörden gelen hiç beklenmedik bir müzik darbesi onu irkiltmişti. Ellerini kulaklarına bastırmış ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Birkaç ay sonra, ölümü yaklaşan kocasıyla birlikte evindeydi. Yandaki daireden bir müzik gümbürdedi. İki defa kapılarım çaldı, komşulardan ciha2i kapatmalarını rica etti, boşuna iki defa. Sonunda avazı çıktığı kadar bağırdı: “Kesin şu korkunç şeyi! Kocam ölmek üzere! Anlıyor musunuz? Ölmek üzere! Ölmek!”

Fransa’daki ilk yıllarında, onu dille ve Fransız yaşam biçimiyle yakınlaştıran radyoyu çok dinlerdi, ama Martin’in ölümünden sonra, sevmekten vazgeçtiği müzik yüzünden, artık hiç zevk almaz oldu; çünkü haberler artık eskisi gibi art arda birbirini izlemiyordu, her haber bir sonrakinden üç, sekiz, on beş saniyelik müziklerle ayrılıyordu ve bu küçük ara nağmeler yıldan yıla sevimsiz biçimde artıyordu. Böylece o da, Schonberg’in ‘gürültü haline goleıı müzik’ dediği şeyle yakından tanışmış oluyordu.

Yatakta Gustaf’ın yanına uzanmış; randevusunu düşündükçe aşın heyecana kapılıyor, uykusu için korkuyor; daha önce bir uyku ilacı aldı, içi geçti ve gecenin bir yarısı uyanınca iki hap daha yuttu, sonra umutsuzluktan, sinir bozukluğundan avucundaki küçük radyoyu açtı. Uyuyabilmek için bir insan sesi duymak istiyor, düşüncelerine el koyacak, onu başka yerlere götürecek, sakinleştirip uyutacak bir söz; bir istasyondan ötekine geçiyor, ama her yerde sadece müzik yayını var, müziğin çirkef suyu, rock, caz, opera parçaları ve herkes şarkı söyleyip uluduğundan, kimseyle konuşamayacağı bir dünya bu, hepsi hoplayıp zıplayıp dans ettiğinden, kimsenin onlarla konuşmadığı bir dünya.

Bir tarafta müziğin çirkef suyu, ötekinde bir horlama ve İrena kuşatılmış, etrafında serbest bir alan istiyor, nefes alacak bir alan, ama kaderin bir çuval pislik gibi yoluna çıkardığı o soluk ve cansız vücuda çarpıyor. Vücudu kendi vücudunu ihmal ettiği için değil (ah hayır, artık onunla bir daha asla sevişemeyecek!) ama horlaması uykusunu kaçırdığı ve hayatının buluşmasını, sekiz saat kadar sonra gerçekleşecek buluşmasını mahvedebileceği için, içinde Gustafa karşı yeni bir kin dalgası yükseliyor. Çünkü sabah yaklaşıyor, uyku gelmiyor ve o bu yüzden yorgun, sinirli, yüzü çirkinleşmiş, yaşlanmış görüneceğini biliyor.
Sonunda, nefretin yoğunluğu uyuşturucu etkisi yapıyor ve uykuya dalıyor. Uyandığında, Guslaf çoktan çıkmış, başucundaki küçük radyoda hâlâ gürültüye dönüşmüş müzik çalıyor. Başı ağrıyor ve kendini bitkin hissediyor. Biraz daha yatakta kalmak isterdi, ama Milada, onda geleceğini haber verdi. Ama neden bugün geliyor? Kim olursa olsun, Ire-na’nın içinden kimseyle beraber olmak gelmiyor!

Milan Kundera
Kaynak: Bilmemek

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz