Arif Bey, altmış iki yaşında, orta boylu, tombalak bir adamdır. Ne güleç yüzlü, ne de asık suratlıdır. Beşiktaş’la Nişantaşı arasındaki sırtta, babadan kalma iki katlı evinde karı koca yaşıyorlar. Arif Bey, «Aaah, ah, artık o adamlar kalmadı» diye arasıra özlemim duyduğumuz insanlardandır. Dosdoğru, düpedüz, hayatta hiç eğilip bükülmemiş, etliye, sütlüye hiç karışmamış, kendi kabuğu içinde yasayan, sonuna kadar namuslu bir adam…
Evinin üst katındaki iki odası kitaplarla doludur. Kitaplarının arasına gömülüp enfiye çekmek en büyük mutluluğudur.
Yıllarca liselerde öğretmenlik yaptı. Ama öğretmenliği arasız sürmedi. Zaman zaman da bilgisinden yararlanılmak istenince, kendisine başka devlet islerinde görevler verildi.
Bir gün Arif Bey’in çalıştığı devlet dairesindeki odasına bir adam geldi, sivil polis olduğunu söyledikten sonra,
— Kalemde Yaşar adında biri çalışıyor efendim, dedi.
Arif Bey, Yaşar’ı şöyle böyle hatırlıyordu. Sivil polisin Yaşar için arka isteyeceğini sanarak canı sıkıldı. Sivil polis,
— Yaşar’ın nasıl biri olduğunu bilseniz ona burada is verir miydiniz, bilmem, dedi. Poliste sabıka dosyası vardır. Fişe geçmiştir.
—Polis burada polisçe gülümsedi
— Elimden kurtulacaklarını sanıyorlar. Polis öylelerinin her zaman enselerindedir.
Arif Beyin tüyleri diken diken olmuştu. Kendisini uyardığı için polise teşekkür etti.
Polis,
— Bununla beraber, işine son verip vermemek sizin bileceğiniz bir iş. Uyanık bulunmanız için ben size durumu bildiriyorum, dedi.
Sivil polis gittikten sonra, Arif Bey, Yaşar’ın kim olduğunu araştırdı. Burada ücretli çalışıyordu, çalışkan bir adamdı. Ama, ne olursa olsun, poliste fişi olan birini yanında çalıştırmak sorumunu üstüne alamazdı. Doğru, namuslu insanlar iş bulamazken, neden bir sabıkalıya is vermeliydi. Arif Bey hemen Yaşar’ın işine son verdirdi. Biraz sonra da, Yaşar, Arif beyin odasına girdi. Esmer, zayıf, kırk yaşlarında bir adamdı. Ağlamaklı bir yüzle,
— Beyefendi, beni neden işten çıkardığınızı biliyorum. Bunu çoktan bekliyordum, dedi.
Arif Bey, hayatında, bilerek bir sabıkalı ile ilk olarak yüz yüze geliyordu. Onu daha çok dinlemek istemediği için eliyle, çık işareti yaptı. Yaşar çıkmadı.
— Beni iki dakika dinleyin, ne olur, dedi. Benim başıma gelen bir iftiradır. Onaltı yıl önce olmuş bir iş… insan şeytana uyar. Ama ben o suçumun cezasını çoktan çektim beyefendi.
Arif Bey,
—Çık dışarı! diye bağırdı.
Poliste fişi olan adama, yüreğinden en küçük bir acıma duymuyordu.
Yaşar’ın işten çıkarılmasından bir zaman sonra, başka bir sivil polis Arif Beyi gördü. Odacılardan birinin poliste fişli olduğunu söyledi. Odacıyı çalıştırıp çalıştırmamak Arif Beyin bileceği isti. Polis ona birşey demiyordu. Ancak, ileride ne olur ne olmaz, diye hatırlatıyordu.
Arif Bey, odacının da işine son verdi. Odacı, Arif Beyin ayaklarına kapandı:
— inkâr etmiyorum beyefendi, yirmi yıl önce bir iştir oldu. O zaman delikanlılıkla arkadaşlara uydum.
Arif Bey,
• Başka bir işe gir! dedi.
• Hangi işe girsem, arkamdan gelip bildiriyorlar. Allah kimseyi polisin fişine geçirmesin. İşportacılık bile yapamıyorum, Çoluğum çocuğum…
Arif Bey odacıyı dışarı attırdı.
Ne kadar çok insanın poliste fişi olduğuna Arif Bey şaşmıştı. Ayda bir iki sivil polis gelip, Arif Beyin yanında çalışanlardan kimlerin poliste şundan bundan ötürü fişlendiklerini bildiriyordu. Sivil polisler, fişli sabıkalıların işten çıkarılmalarını istemiyorlardı. Orası Arif Beyin bileceği bir işti. Ama, ileride bir sorum da almak istemiyorlardı üstlerine.
Bir pazar sabahı, Arif Beyin evine komşusu Meliha Hanım geldi. Oğlu Attilâ için bir ricada bulundu. Attilâ’nın başı belâdaydı. Delikanlının başına lisedeyken bir iş gelmişti. Annesi iftira diyordu ama, Arif Bey bunun iftira olduğuna inanmadı.
Sabıkalıların hepsi bir iftiraya kurban gittiklerini söylerlerdi. Bunu Arif Bey iyice öğrenmişti.
Meliha Hanımın oğlu, o ilk suçundan sonra yeni bir suç işlememişti ama, ne zaman kimin yaptığı bilinmeyen bir gece hırsızlığı olsa, delikanlıyı çekip alıyorlar, asıl hırsız bulunana kadar tartaklıyorlardı.
Arif Beyin yüreğinde poliste fişi olanlara ilk defa bir acıma oldu. Attilâ’nın babası arkadaşıydı. Adam, sekiz yıl önce ölmüştü. Kadın, oğlunun polisteki fişinin kaldırılması için, Afif Beyin aracılığını rica ediyordu. Ağlayan kadın,
— Allah düşmanımı bile polisin fişine geçirtmesin, dedi. Oğlum hiçbir yerde iş bulamıyor. Kaç yere girdi. Haftasına çıkarıyorlar. Tezgâhtar oldu, ona bile bırakmadılar.
Arif Bey, Attilâ’ya acımaya acıdı. Bununla birlikte, poliste fişli bir sabıkalıya yardım edemezdi.
Meliha Hanımla konuştuklarının üçüncü gecesi Arif Beyin evine hırsız girdi…
Hırsız, mutfaktaki yemeklerden karnını doyurmuş, kunduralıktan da bir ayakkabı alıp gitmişti. Arif Bey, bu işi bitürlü çözemedi. Çünkü gece hırsızı istese, evden, çok değerli birkaç parça eşya çalabilirdi.
Arif Bey, evinde hırsızlık olduğunu polise haber verdi. Hiç kimseden şüphelenmiyordu. Üç gün sonra Arif Beyin karakola kadar gelmesini rica ettiler.
Karakolda onaltı, sabıkalı gece hırsızı vardı. Komşusu Meliha Hanımın oğlu Attilâ da bunların arasındaydı. Arif Beye hangisinden şüphe ettiğini sordular. Arif Bey şaşırdı.
Bişey söyleyemedi.
İşte bu onaltı hırsızla karakolda karşılaştığı gece, Arif Bey hırsızı kendisi yakaladı.
Gece yarımda yatağına girmişti. Aşağı katta tıkırtılar duydu. Terliklerini bile giymedi.
Çıplak ayaklarının ucuna basarak merdivenleri indi. Ses mutfaktan geliyordu. Mutfak kapısının aralığından içerisini gözetledi. Hırsız, sarı yüzlü, sıska, yası belirsiz biriydi.
Kendi evindeymiş gibi rahattı. Havagazı ocağını yakmış, üstüne de bir tencere koymuştu Tencereyi ocaktan indirdi. Tenceredeki dolmadan bir tabak doldurdu, mutfak masasının üstüne koydu. Ekmeği ince dilim dilim kesti. Bardağına su doldurdu. Bir tabağa raftaki turşudan koydu. Bir tabak da pilâki aldı. Sonra sandalyeye oturup yemeğe başladı. Yemeğini rahatça yedikten sonra, sandalyeden kalktı. Arif Bey, hırsızın ne yapacağını merak ediyordu. Onunla karşılaşmamak için hemen geri kaçtı. Salon kapısının arkasına gizlendi. Hırsız salona girdi. Lâmbanın düğmesini çevirdi. Etajerin üstünde Arif Beyin cep saati duruyordu. Hırsız, saati eline aldı, yine yerine bıraktı. Saatin kaç olduğuna bakmış olacaktı.
Arif Bey, hırsızın ayaklarında kendi ayakkabılarını tanıdı. Daha önce de eve giren bu hırsızdı demek…
Gece hırsızı koridora, oradan antreye çıktı. Askıda palto, pardesü vardı. Hırsız askıdaki şemsiyeyi aldı. Tam sokak kapısını açarken Arif Bey,
— Şişşşt!.. diye seslendi.
Hırsızı tanımıştı. Kaçsa bile, polise onun tipini anlatabilirdi. Ama hırsız hiç oralı olmadı. Arif Beye döndü. İki adam birbirlerine baktılar.
ilk söz söyleyen hırsız oldu:
— Polise mi haber vereceksiniz?
Hırsızın yumuşaklığından yüreklenen Arif Bey,
• Tabii polise haber vereceğim, dedi.
Hırsız, aralıktaki sandalyeye oturdu,
• Haber verini dedi.
Arif Bey, büsbütün şaşırmıştı. Sesi titreyerek,
—Neden çalışmıyorsunuz namusunuzla? Diye sordu.
Hırsız bezgin,
—Haydi, haber verin polise! diye üsteledi.
—Çalışsanız daha iyi değil mi?
Hırsız,
—öfff!., dedi, yahu benim poliste fişim var be… Anlamazsın ki sen…
Sustular. Hırsız ayağa kalktı,
— Ben gidiyorum, dedi.
Bıraktığı şemsiyeyi aldı,
— Çok yağmur yağıyor da… dedi. Allahaısmarladık.
Hırsız çıktı, kapıyı kapadı.
Bu olaydan iki ay sonra, Arif Beyin hayatında bir değişiklik oldu. Kabil
üniversitesine profesör olmuştu. İki yıl Afganistan’da kalacaktı. Karı koca bütün
hazırlıklarını yaptılar. Evleri de iki yıl boş duracak değildi ya.. İyi bir parayla kiraya
verdiler. Afganistan’a gittiler.
Arif Bey, iki yıl Kabil üniversitesinde hocalık ettikten sonra, İstanbul’a döndü. Ama bir zaman evine giremedi. Evin kapısında koca bir kırmızı mühür sallanıyordu.
Araştırdı, soruşturdu, şunları öğrendi :
Kiracılar, evi, randevu evi yapmışlardı. Ahlâk zabıtası da basmış, evde sekiz çifti uygunsuz vaziyette yakalamıştı. Ev o yüzden mühürlenmişti. Kimse ilgilenmediği için, dokuz aydan beri, evin kapısında koca bir kırmızı mühür sallanıp duruyordu.
Oradan gelip geçenler, burasının randevu evi olduğunu öğrenmişlerdi.
Arif Bey hemen polise durumu anlattı. Ahlâk zabıtası şefi dosyayı getirtti,
— Evet, doğru… dedi, evinizi randevu evi olarak…
Arif Bey kızarak,
— Benim bir şeyden haberim yok! dedi.
Ahlâk zabıtası şefi, polisçe gülerek,
— Elbette… dedi, eviniz mahkeme kararıyla kapatıldı. Müddeti de bitti.
Açtırabilirsiniz.
Arif Bey, ilk iş, evini açtırdıktan sonra, önce çalıştığı daireye gitti. Onu arkadaşları iyi karşıladılar. Yalnız manalı manalı gülüyorlardı. Ne zaman ise başlayacaktı? Bu sorusuna kimse bişey söylemiyordu. Yalnız ona, bazı muamelenin tamamlanması gerektiğini söylüyorlardı. Bu muameleler de bir türlü tamamlanmıyordu. Her gidişinde arkadaşları ona bir acayip gülmekteydiler. Sonunda Arif Bey işi anladı.
Ahlâk zabıtasında onun da randevucu diye fişi vardı. Bu gülüşmeler, arkasından fısıldaşmalar ondandı… Kaç tanıdığı büyüğe gitti. içlerinde öğrencileri bile vardı.
Onlara,
• Yahu, nasıl olur, diyordu, siz beni bilmez misiniz?
• Bilmez olur muyuz hocam, elbet biliriz. Bir yanlışlık olmuş işte…
Arif Bey, şimdi eski işinde çalışıyor çalışması na ama, polisteki fişini kaldırtamadı.
Bunu hiçbir kuvvet kaldırtamazmış. Bir kere fişe geçenler, bir daha oradan adlarını sildiremezlermiş. Arif Beye,
— Aman beyefendi, herkes sizi bilmiyor mu,
varsın fiş dursun, ne çıkar… diyorlar.
Arif Beyin aklı bitürlü bu fiş işini almıyor. Simdi şöyle konuşmalar oluyor:
• Geçen gün Arif Bey…
• Hangi Arif?
• Pezevenk Arif Bey canım…
O zaman hangi Arif olduğunu herkes tanıyor.
Arif Bey, adını fişten sildiremedi. Dosya büsbütün ortadan kaldırılmıyor ama,
— Sizin dosyanıza, randevuculukla bir ilginiz olmadığına dair şerh verdik, diyorlar.
Günün birinde, olur ya, İstanbul’daki randevucuları toplamak gerekirse, fişlere bakacaklar, bunların arasına Arif Bey de katılacak. Ama, randevuculukla bir ilgisi olmadığına dair dosyasında şerh bulunarak…
Şimdi Arif Bey her yerde, nasıl bir kuru iftiraya kurban gidip, adının pezevenge çıktığını anlatıyor. Hoş anlatmasa da herkes biliyor, bıyık altından «Pezevenk Arif»
diye gülüyor ya…
Aziz Nesin
Bay Duduk