Utancını biliyorum.
Benliğinin en mahrem parçası bende duruyor. O çetrefil duyguyu emanet alalı beri gözümü gözünden ayırmadım. Tarihi bir sır yüzüne nakşedilmiş senin. Seni doğuran anne, seni düşleyen baba henüz dünyada yokken, atalarının çizdiği kederli bir sima, tenden tene geçen yakıcı bir ağıtın son defteri olmuşsun. Nasıl okuyacağını bilmiyorsun yüzündeki harfleri. Yaşamadığın halde etkisi altında kaldığın, söze nereden başlayacağını bilemeyip satırlarını bitiştiremediğin bu gizil utanç, büyümeni aksatıyor.
Öte yandan, tanıdık hisleri hissettiğinde o yazı siliniveriyor alnından. Sözgelimi horgörüyle dudakların sola bükülürken ya da hasret çektiğinde sulanırken gözlerin, utancına dair tek bir sözcük göremiyorum yüzünde. Ama bazen dalgınlığa kapılıp dünyadan koptuğunda tanımadığın bir hissin zarfında hiçbir şey hatırlamıyorsun. Hatırlamadığın bir olayın karanlıkta kalmış hatırasıyla baştan ayağa ağrırken buluyorum seni.
Bu sabah yanına vardığımda yine öyle en dalgın anında, dalgınlığın derinliklerine açılan kapıların eşiğinde cereyanda kalmıştın. Uykusuzluktan bitkin düşmüş ruhun, esintiyle salınan tül perdelere, duvardaki fotoğraflara, özsuyunu salanımla salarak aşağı sarkan küçük bir örümceğe takılıp birer çağrışım eşlikçisi halinde senin dibine, dalgınlık evine yuvarlanıyor ve gövden bu istençsiz çoğalışa uyum sağlamak için edilgence kıvranıyordu yatağında. Canın bambaşka bir düzleminde, sana yardımcı olacak tek söz bile etmeyen türedi yabancılarla bir başına kalakalmıştın. Yabancılar kapıların ötesindeydiler. Dalgınlığın sınırsız evrenini dolaşmak üzere dolambaçlı koridorların ortasında durmuş, yinelenemeyecek bir yolculuğa çağırıyorlardı seni. Biri buz mavisine çalan bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir kadın; öbürü bahar bayramlarının umut dolu masallarından çıkagelen, yüzü silik, kutsal bir adamdı. İkisini de tanıyor ama nereden tanıdığını çıkaramıyordun. Dalgınlığın orta kapısı ise bir incire açılıyordu. Mor meyvelerle dolu ak dallan yanlara doğru kıvrılarak uzamış olgun bir incir ağacının acı yaprak kokusunu soluyordun bu eşikte.
Yanımda değildin. Senin yerinde kemiklerindeki sızıyı görebiliyordum ancak. Avuçlarındaki teri, bel çukurundaki sancıyı bir de… Halin perişandı. Kadim bir ıstırapla benliğin küçülmüş, yaşadığın onca zaman bir incir çekirdeğinin içine sığışmıştı. Yatakta iki büklüm, etinin zonklamasını dinliyordun. Gözlerini açmaya korkuyordun sanki. Kollarını yüzüne kapamış, dalgınlığın dış kapısını kapatmaya çabalıyordun. Gerçekte hiç doğmadığın, böylece hiç ölmeyeceğin başka bir zamana, çağrışımsız bir alana sıçramayı diliyordun belki. Asırlık bir uzaklık vardı aramızda. Yeryüzünün aynı köşesinde farklı zamanlarda duruyorduk ikimiz. Bölük pörçük hallerini izliyordum senin. Başka bir zamanda eziyet görmüş bir kadının şimdiki zamana sarkan kurban bilincini ödünç alan, üzüntülü bir hikâyenin başkahramanıydın. Kendini kendinle hırpalıyordun. Çarşafında taze ter kokusunu duyduğun bir heyuladan korkuyordun üstelik. Yadsıyamayacağın kadar gerçekti ve senin zamanından geçiyordu. Heyulan ve sen hıdrellez ateşinden yeni çıkmıştınız.
Gördüğün ilk hıdrellez ateşinden söz edeyim şimdi. Gerçekte olmadığın ama belleğinin örülmeye başladığı zamanlardan. Bundan yetmiş küsur yıl önce, henüz bir kıvılcım, ateşin dibindeki kızgın taş, yanmaya başlar başlamaz çıtırdayan kuru dallar denli yalın bir niteliğin vardı. Bir dağ yamacındaki gümüşkırı kayaçların gözüyle bakıyordun olan bitene. Bir mekândın orada. Mekâna yayılan tinsellik sen içre kalıcı bir ruh haliydi. O gün hem kendini yanan alev, hem de ateşte ısınan insandın.
Yüklerini sırtlanmış kırk kişi günlerdir yürümekten yorgun ve aç, dermansız bir halde ateşin başına oturmuş, birbirlerine sığınmışlardı. Çocuklar sidik kokuyor, limelenmiş örtüleri ve giysileriyle herkes paramparça görünüyordu. Kaç zamandır madımak otundan başka bir şey geçmemişti boğazlarından. Sürgündüler ama sürgün olduklarının farkında değildiler. Hayatta kalmış olmanın derin suçluluğuyla tümüyle suskundular. Artlarında bıraktıkları kanlı manzaranın kâbusunu görmemek için uykuya dalamıyorlardı. Suyun, ateşin ve ekmeğin manası tümüyle değişmişti. Su kan kokuyor, ateş çığlık atıyor, ekmekse gökten sarkıtılması beklenen kutsal bir lokmaya dönüşüyordu. Ateşin başında oturan bu insanlar ölmekten korkmuyorlardı artık. Zaten öldürülemeyecek kadar ölgündüler. Elazığ’dan kalkan trenden ineli beri ruhları uyuşuktu. Sıtmaya ve açlığa dayanamayanları göme göme yol aldıkça dünya
başlı başına bir can acısı olmuştu. Hani Eyüp yalvarmış ya Allah’a “Ruhum bedenimden yoruldu” diye, onlar için de bildik bilinmedik bütün âlemler, yedi kat gök, yedi kat yer, bundan böyle kıvranan bir bedenden ibaretti.
İçlerinde bir adam vardı. Adı Cafer. Tek gözü kanlı bir yemeniyle sımsıkı bağlı, öbürü ise kıpkırmızı. Sanki görmek için değil de ağlamak için açıkta bırakıyordu gözünü. Ateşe bir şey der gibi, dediğini bir tek ateş anlarmışçasına öne arkaya sallana sallana mırıldanmaya başladı. Sözcükler yuvarlanıyordu ağzında. “Ey Hızır” diyordu, “Ey Hızır, ah benim gizli biraderim nerdesin? Allah katında mı, yeryüzünde mi, Musa’nın önünde, Cebrail’le diz dize misin?”
O sıra akşam bastırıyordu. Sivri kayalıklardan yansıyan ışık oyunlarıyla aldatıcı bir dinginlik sarmıştı ortalığı. Yamaçtaki ağaçların dış çizgileri yavaş yavaş belirsizleşiyor, alacakaranlıkta bütün patikalar ve geçitler gözden kayboluyordu. Ateşin başında toplaşan insanların partal halleri yok olmuş, yerini kambur oturuşlu bir dolu insanın üst üste binmiş kara siluetleri almıştı. Cafer’in Hızır’a gönderdiği sitemli yakarış birkaç dakika sonra kırkının birden katıldığı tartımlı bir duaya evrildi. Huzur ile keder arasında gizliden gizliye bir bağ kuruluyordu şimdi. Bir tevekküllü bekleyiş içindeydiler. O bungun kıpırtısızlıkta Cafer’in sesiyle ortam daha da gerginleşirken bir kız oturduğu yerden sakince kalkıp eteğini silkeledi.
O kız senin babaannen Bese’ydi. Bese’nin altdudağının altında küçük bir ben vardı. Annesi hep o beninden öperek severdi onu. Şimdiyse koca sülalesinden bir kendisi sağ kalmıştı. Kardeşinin cesedini Munzur Nehri’nde sürüklenirken gördüğünden beri, mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmuyordu.
Bese yavaşça yerinden kalkıp yürümeye başladı. Koruluğa doğru uzaklaşırken, çişini etmeye gidiyordur diye kimse arkasından bakmadı. Dimdik sırtına, belirgin kürekkemiğine dikkat etselerdi biraz, ayaklarını sürümeden çevik adımlarla yürüdüğünü fark etselerdi, Bese’nin gidişinin tuhaf bir gidiş olduğunu anlarlardı belki.
O gece Bese geri dönmedi. Dört bir yana dağılıp kızı aramaya koyuldular. Bir kişiyi daha kaybetmeye tahammülleri yoktu. Hem ölmüşse, bir yerlerde düşüp kalmışsa, onu öyle bırakmak, birini daha bırakmak içlerine sinmiyordu. Bese’yi sürüne sürüne aradılar. Haykırmaktan sesleri kısılınca taşları birbirine vurarak ormanın içine daldılar. Alıcı kuşların ötüşleriyle ürperdikçe, her taş yuvarlanışında ya da her dal hışırtısında yerlerinden sıçradıkça, sürgünlerin arasında türlü Bese efsaneleri oluşmaya başladı. Biri Bese’nin burada olduğunu ama görünmediğini, başka biri, aslında çok önce öldüğünü ama ruhunun yeni ayrıldığını, bir başkası ise kızın cinlere karışmış olabileceğini söyledi.
“Cin min anlamam” diye haykırdı içlerinden bir kocakarı, “Bese’den vazgeçersek bütün soyunu kaybederiz, o kızı almadan şuradan şuraya gitmem!”
Üçüncü günün sabahında Bese çıkageldi. Saçları darmadağın, yarı çıplak, dizleri, kolları yara bere içinde. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Konuştukça kaburgaları ciğerine batıyordu çünkü. Döndüğünde sanki özü değişmişti Bese’nin. Çekingenliğini terk edip her an meydan okumaya hazır, direngen bir eda takınmıştı. Davranışlarıyla herkesi dışlıyor, kabilesiyle arasına aşılmaz bir uzaklık koyuyordu. Bütün varlıkların aynı yıldız tozuyla mayalandığı bilgisi bundan böyle hükümsüz bir teselliydi onun için. Meğer sağ kalmak yeni bir tutum devşirmekti hayattan. Yeni bir gam, yeni bir ahlakla yeniden dirilen Bese bu kez başka bir yarayla doğuyordu.
Ona “neredeydin” diye sordular.
Son derece doğal bir şeyi anlatırmışçasına hiç teklemeden “Hızır’ı gördüm” dedi, “boz atına binmiş bana bakıyordu. Eliyle gel diye işaret etti, ben de gittim.”
Bunu söylerken yüzünde derin bir hayal kırıklığı vardı Bese’nin. Senin yüzündeki gizil anlatımın hemen hemen aynısı. Ruhunun dokusuna işleyen bu hayal kırıklığının altından nasıl kalkacaktın, onu düşünüyordum ben de.
1972 yılında Samsun’da dünyaya geldi. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunu (1994) olan Kaygusuz, öğrencilik yıllarında, radyo oyunu, koreografi ve tiyatro alanlarla ilgilendi. İlk öyküleri Kitap-lık, Adam Öykü, Varlık, Düşler Öyküler dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı ilk dosya, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’ne (1995), ikinci dosya ise 1996 Gençlik Kitabevi İkincilik Ödülüne değer bulundu. (Ancak, ödül alan bu iki dosya, kitap olarak yayımlanmadı.)
Ortadan Yarısından (1997), Sandık Lekesi (2000) ve Doyma Noktası (2002) adlı öykü kitapları yayımlandı. Sandık Lekesi adlı kitabıyla 2000 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandı. İlk romanı Yere Düşen Dualar edebiyat çevrelerinden çok iyi eleştiriler aldı. Yazarın bütün öykülerinden derlenen özel bir seçki, Lis yayınevi tarafından Üşüyen/Efsiri (2008) adıyla Türkçe/Kürtçe iki dilli olarak basıldı.
2008 yılında Alman yayınevi Suhrkamp, Wein und Gold adıyla, şubat 2009’da Fransız yayınevi Actes Sud tarafından La Chute des prieres adıyla, 2010 baharında İsveç yayınevi Ersatz tarafından yayımlandı.
Sema Kaygusuz, eylül 2008’de San Sebastian Uluslararası Film Festivalinde en iyi film ödülü Altın İstiridye’yi alan Yeşim Ustaoğlu’nun filmi Pandora’nın Kutusu’nun senaryosunu, yönetmenle birlikte kaleme aldı.
Yüzünde Bir Yer, yazarın ikinci ve son romanıdır.
Yüzünde Bir Yer
(4. Baskı, sayfa 11-16 )