Yazın deniz kenarları, tenhalığı nisbetinde güzeldir. Haziran içindeydik. Hiç rüzgâr yoktu. Çakılla örtülü sahilden yukarıda kayalar ve kayalara yer yer asılmış çam ağaçlı, bir tarla kadar münbit uçurumlar vardı. Oralarda sarı kahrtırnakları, de-vedikenleri ve çalı süpürgeleri, gür, yeşil, pembe bitmişti. Güneş bir sel gibi demirli topraktan akıyor, ta tepeden seyrettiğim bu güzel plaja, bir göle dökülür gibi dökülüyordu. O kadar tahammül edilmez bir çağırılışla çağırılıyordum ki dayanamadım. Keçi yolunu yarı çömelerek kaydım. Çakılların üzerine ceketimi, pantolonumu, iç çamaşırlarımı uykusu gelmiş bir adamın, eşyasını fırlatışı gibi attım; bir dakika sonra denizdeydim.
Çakılların üzerine uzandığım zaman, kalbimin hızlı hızlı vurduğunu hatırlıyorum. Gözlerim, göğün içine kapalı idi. Ilık bir vücudun vücuduma sarıldığını… Bakir bir dudağın kokusunu duymuş gibi şehvetle ısınıyor; düşünmüyor, duyuyordum. Nereden estiği meçhul rüzgârlar göğsümün tüylerini elliyor, kollarımın arasında bir şeyler kırılıyordu. Neden sonra hafiflediğimi, birçok yüklerden kurtulduğumu sandım. Giyindim. Şimdi sahil boyunca yürüyorum: Tenha. Her şey uzak, vapurlar yok. Denizin üstünde bir duman… Kayalara tırmanıyorum. Aşağımda su, gölgeli, berrak, sığ… Denizde bir gölge gördüm. Sanki kulacım uzunluğunda ve vücudum genişliğinde bir kara yelken vardı, suya gölgesi düşmüştü. Martılar bu gölgenin üs-tüne konuyorlardı. Birden gölgenin derinlere doğru kaçtığmı gördüm. Sonra yine biraz ötede denize bir gölge gibi serildi. Bu bir vatoz balığı idi. Deniz üstünün ılık sularına yayvan ve kocaman vücudunu bu balık niçin böyle serer ve gezerdi, kim bilir? Martılar bu ölü sandıklan balığa nasıl hücum ediyorlardı… Canlı mahluk onlarla nasıl oynuyordu? Tenhalık, kuş ve balıkla kol kola tekrar sahile indim. Diz boyu otların arasında yürüyorum. Birdenbire önümde yarı beline kadar denizin içine girmiş bir adam gördüm. Esmer, çok esmer tenli idi. Güzel ve kuvvetli bir vücudu vardı. Zaman zaman küçücük dalgalar beline vurup çekiliyordu. Çırılçıplak olduğunu gördüm. Aptes alıyordu. Esmer ve tıraşlı kafası, karşı tenha kıyılara dönüktü. Adımlarımı duymadı bile. Yüksek sesle bir şeyler okuyordu. İyi işitemiyordum. Üç defa denize daldı; sonra, üç defa ta avret mahalline kadar sıçrayarak suyun yüzüne çıktı. Biraz adama yaklaşmıştım. Vücudunu ovalarken, “Euzübillâhiminesşeytanirracîm Allah… Allah…” diyordu. Herhalde başka dua bilmiyordu.
Vücudundan akşamki rüyanın zehiri ve tadı, pelte pelte bir rüsub gibi dibe çöktüğünü hissediyordu. Adı Mehmefti. Babasının adı da… Yani Mehmet oğlu Mehmet’ti. Beni görünce bağırdı: Destur.
Sait Faik: Yaşı kırkı aşmış bir adamın ilkbaharı üzüntüyle duymamasına imkan yoktur
Sonra avret mahallini eliyle kapayarak kıyıya çıktı. Bir uzun ve bez don giydi. Paçalarını itina ile sardı. Düğümledi. Uçkurunu iki defa beline doladıktan sonra bir düğüm de ona attı. Oturup ellerini donuna kuruladıktan sonra bir cıgara sardı.
Çankırı’nın ovasında sığır tezeği yakılan bir kulübenin içinde anası babası sağ ise neden mektup iletmezler? Oğlu Emin, çomak kadar çocuk eve mi bakar, şehirde yol mu süpürür, ne eder? Bizi gurbet elde şeytan aldatır; denizlere mi girmeyiz? Çakılda bulduğumuz bir şeytanminaresine büyük gözlerimizle tabiatın bir sırrına bakar gibi bakar: “Hey Allahım, deriz, hikmetinden sual edilmez; ne hayvanlar yaratırsın? Evi sırtında, beton gibi sağlam. Taştan evli hayvanlar. Yarabbim, ne hikmettir, ne büyüksün! Evi taştan hayvanlar… İnsansız evler… Evsiz insanlar../’
Beyaz tuğla harmanında çalışan Mehmet’in mektubuna köyden cevap gelir, yenisini yazardık. Taşlarm üzerinde ağzının kenarında mavi, yeşil sineklerle rüyalara; köye varır gibi vardığı zaman pamuk kızlar, beyaz bulutlar gibi beyaz, Mehmet’in omuzlarına binerlerdi. Şarkılar, türküler ve masallar anlatılırdı, kulağma Mehmet’in… Mehmet, posbıyıklarının altodaki çürük dişlerinde balık kırıntılarına konan sineklere küfür ederek uyanırdı. Atlardı suya. Nehirde yüzer gibi köpekleme yüzerdi. Üç defa dalıp çıkardı. “Euzübillâhimineşşeytanirracim!
Mehmet 32 yaşındaydı. Memleketine kışın döndü. Emin onu şehirde karşıladı. Köyün yolunu yaya tuttular. Anası ölmüştü. Babası ak pak olmuştu. 92 yaşında idi. Mehmet kemerinden yedi altın söktü. Babasına verdi. Babası bu yedi altmı yedi sene sakladı. Yedi sene sonra öldüğü zaman Mehmet, dört altınını oğlunun uçkuruna bağlayarak İstanbul’a yolladı. Üçünü sakladı. Zamanlar kötü idi. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli idi.
Emin’in gittiği günün ferdası üç tezek tuğlası cızır dayan ocağa yüzü dönük oturmuştu. Karısı, Emin’in her akşamüstüne serildiği koyun pöstekisine bakıp bakıp ağlıyordu. Mehmet tezeğin kor kesilmiş ateşine dalmıştı. Eline şeytanminarelerini aldığı zamanki gibi düşünceli idi. Sırrına erilmez taş evli hayvanlar görüyordu. Üç defa suya dalıp çıktığını sandı. Gözünde bir damla yaş parladı. Euzübillâhimineşşeytanirracîm!
Sonra kapının yanında sersem sersem kendisine bakan karısından utandı ve bağırdı:
— Ne ağlıyorsun kadın, dedi. Aç şu kapıyı, şu koku çıksın. Bu koku odanm mesamatına girmiş, Türk köyü kokusu. Bu belki de Emin’in yokluğunun kokusu… Kapı açılınca belki çıkar; belki de çıkmaz.
Kadın kapıyı açtı. İçeriye berrak kış günü ışığı, yol bulmuş bir su gibi aktı. Uzun müddet kamaşan gözleriyle karıkoca bir şey göremediler. Sonra uzakta kel tepelerin sırtında bembeyaz bir yol parıldadı. İstanbul yolu…
Sait Faik Abasıyanık
Gündüz Hikâyeler, Haziran 1939