Gerçeğin sesi insana hep ‘ölüm yoktur’ diye hitap eder. “Ben oyum ki bana inanan ölümde hayat bulur. Ben ölümden sonra dirilişim; hayatım. Bana inanan hiçbir zaman ölmez; daimi ve ebedi yaşar. Bana inanır mısın?”
Bütün büyük insanlar, bir ağızdan insanlara gerçekte ölüm olmadığını söylemişlerdir. Hayatın gerçek anlamını anlayan milyonlarca kişi bu gerçeği bizzatihi kavrıyor; kaldı ki yaşayan herkes de vicdanın geçici uyanışı sırasında bu gerçeği hissediyor.
“Ölüm yok mu? Böyle bir iddia bayağı bir safsatadan başka bir şey değildir. Ölüm, gözümüzün önünde milyonlarca yaşıtımızı ve benzerlerimizi kırıp geçirmekte iken ölümün yokluğundan nasıl söz edilebilir?”
Onların dehşetinden söz ettikleri bu ölüm, ruh hastalıklarına tutulmuş bazı kişilerin dehşet verici hayaller görerek, kendisiyle temas etmedikleri ve esas mahiyetinden ve habersiz oldukları bir hayalin verdiği korku ile yaşama şevkini kaybetmelerine benzer.
Ölüm korkusu da aynen böyle değil midir? Hiçbir kimse kendi ölümünü bilmez ve bilemez. Kendisiyle hiçbir temasta bulunmadığı esasın neden ibaret olduğundan da habersizdir. Öyle ise ölümden korkmanın ne anlamı vardır?
“Ben her ne kadar ölümle temasta bulunmadıysam da bir gün herhalde onunla görüşeceğimiz bence kesin ve mukadderdir. İşte bendeki korkunun nedeni, bir gün mutlaka onunla karşılaşacağımıza ilişkin beslediğimiz bu kesin bilgidir.” Eğer insanlar için hayata dair bu yanlış düşüncelerle birlikte bu konu hakkında serinkanlılıkla ve sağlıklı biçimde muhakemede bulunmak mümkün olsaydı, şunu anlayacaklardı ki diğer varlıkların başına gelip bizim ‘ölüm’ adını verdiğimiz ve küçük örneklerini kendimizde de gözlemlediğimiz bu dönüşüm ne müthiş, ne de uygunsuz bir şeydir.
Ben ölüyorum. Peki bunda korkulacak ne vardır? Benim doğumumdan bu ana kadar geçen zaman boyunca varlığım çeşitli değişimlere uğramıştır. Bu değişim ve dönüşümlerin hiçbirisi bana dehşet vermediği halde gerek fıtratımın ve gerekse aklın gereklerine aykırı olmayan ve hayatımın geçiş müddetinde diğer canlılar hakkında çok tabii ve hatta gerekli bir durum olarak gördüğüm bu değişimden şimdi kendimin korkmasında ne anlam vardır?
Hayat hakkında geliştirilen teoriler içinde esasen birbirinden ayrılan yalnız iki teori vardır:
Birincilere göre, hayat doğumdan ölüme kadar geçen zaman boyunca insan cesedi üzerinde meydana gelen görünür olaylardır.
İkinci kısma gelince, onlar hayatı bizim için görmenin ve dokunmanın mümkün olduğu ’vicdan’dan ibaret sayarlar. Bu iki teorinin her ikisi de mantıki iseler de birincisi olmakta olandan büsbütün uzak, İkincisi ise gerçektir. Ancak bu teorilerin ne biri, ne de diğeri insanlardan ölüm korkusunu kaldırmaya yetmez.
Hayatı “doğum ile ölüm arasında geçen zaman boyunca insan bedeni üzerinde meydana gelen olaylar” olarak kabul eden birinci teori, yerküre üzerinde insanların ortaya çıkışının başlangıcı kadar eskidir. Bu teori bazılarının sandıkları gibi zamanımızın maddi ve ispatçı felsefesinin öne sürdüğü yeni bir fikir değildir. Zamanımızın maddi ve ispatçı felsefesi bu fikrin yorumculuğu görevini yapmıştır. Oysa bu açıklamalar ve yorumlar, bu fikrin insan fıtratına uygun düşmediğini insanların gözünde daha açık bir şekilde ispat etmekten başka hiçbir sonuç vermemiştir.
İnsanların ilkçağlarda bile bu yanlış fikre sürüklendikleri, gerek Buda’nın ve eski Yahudi alimlerinin ve gerekse Hz. Eyyüb’ün kendisine ait sayfalarında zikredilmiştir. Bu yanlış fikrin zamanımızda aldığı şekil şudur:
“Hayat kuvvetin madde üzerinde tesadüfe tabi görünümlerinden ibaret olup, zaman ve mekan içinde oluşur. ‘Vicdan’ dediğimiz şey duygu yanılgısından başka bir şey değildir. Vicdan, maddenin belirli şartlar altında bulunduğu zaman onda birden bire parlayan bir kıvılcımdır, ki bu şartlar kalktığı zaman tekrar söner. İki taraftan zamanın sınırsızlığı ile sınırlı olan, belirli bir zaman aralığında maddede parlayan bu kıvılcım, bu vicdan bir hiçten ibarettir.
Bu vicdan bütün sınırsız kainatı ve kendisini bilir ve yine bütün sınırsız kainata ve kendisine ilişkin hususları tenkit ve muhakeme eder ve bu sınırsız kainat sahnesindeki tesadüf oyununu da seyreder. Ancak bütün bunlara rağmen bu vicdan yine cansız maddede oluşan geçici bir durum ve hiçbir anlam taşımayıp kendi kendine ortaya çıkan ve sonra yine kendi kendine ortadan kalkan bir hayal, bir hiçtir. Her şey, sonsuz dönüşümlere uğrayan maddenin çeşitli görünümlerinden ibarettir. Hayat da bu cansız maddenin belirli şartlar altında gösterdiği özel bir halden başka bir şey değildir.”
İşte hayata atfedilen, birbirine ters iken gözden kaçırılan nokta şudur: Mantıki olduğundan şüphe edilemeyen bu teoriye göre vicdan tesadüfün maddi bir kütle üzerinde topladığı belirli şartlar altında meydana gelen bir durumdur. Dolayısıyla bizim bu vicdanda gördüğümüz hayat da şüphesiz bir hayalden ibarettir. Varolan, yalnız ve yalnız ölümdür ve bizim hayat dediğimiz şey de bu ölümün bir oyunudur. Bu teoriye göte ölüm değil, tersine ‘hayat’ın dehşet verici bir durum sayılması gerekli. Çünkü, hayat, tabii olmayan ve akla uygun olmayan bir durumdur ve bu fikir Buda’da olduğu gibi, son zamanlarda Schopenhaur’da ve Hartman’da da görülür.
Diğer teorinin taraftarlarına gelince, bunlar şöyle diyorlar: “Hayat, ancak benim kendimde hissettiğim bir haldir. Ben, vaktiyle varolmuş ve bundan sonra varolacak bir şey değilim. (Ben de kendimi böyle biliyorum). Ben, öyle bir varlığım ki ne bir yerden başlar, ne de bir yerde son bulurum. Benim hayatımın anlamı ile zaman ve mekan kavramlarını birleştirmek mümkün değildir.” Hayatın görüntüleri zaman ve mekan içinde ortaya çıkıyorsa da, bence kavranan hayatın esası görünüşleri değil kesinlikle zaman ve mekan dışındadır.
Gerek birinci ve gerekse ikinci teori, insandaki ölüm korkusunu ortadan kaldırabilir. Yalnız şu şartla ki bunlara büyük bir ciddiyetle bakmak ve kabul etmek gereklidir.
İnsana ister hayvani varoluş, ister akli bir varlık diyelim; her iki durumda da insan için ölüm korkusu yoktur. Hayvanda “hayat” düşüncesi varolmadığından ölümün varlığından da habersizdir.
İnsan ise ölümü maddedeki sonsuz dönüşümlerin kesin bir sonucuymuş gibi bilir. Eğer insanda bir korku varsa, bu korku ölüm korkusu değil, belki hayat korkusudur. Evet, insanlarda ölüm korkusu tabiriyle ifade edilen duygu, gerçekte hayattaki çelişkinin hatırlanmasından başka bir şey değildir. Nitekim, sinir hastalıkları esnasında göze görünen hayallerden korkmak, gerçekte bu gibi hayalleri bize gösteren hastalıktan korkmak demektir.
Cismani ölümün hatırlanması sırasında bu çelişkinin inşana verdiği korkunun nedeni, cismani varoluşun yıkılışla ve yoklukla son bulacağı düşüncesi değil, belki elden gitmesi (ölmesi) mümkün olmayan bir şeyin de bununla birlikte yıkılıp gideceği zarınıdır.
Gelecekteki ölüm düşüncesi, şu anda vuku bulan bir şeyi geleceğe atfetmektir. Gelecekteki ölüme ilişkin zihnimizde birtakım tasavvurların oluşması, ölüm fikrinin uyanması değil, belki bizim sahip olmakla görevli olmadığımız hayat biçimlerine ilişkin bizde bazı fikirlerin uyanışa geçmesidir. Bu aynen ölümden sonra diriliş şeklinde mezarında dirilen bir adamın besleyeceği fikre benzer: “Kendimde bir hayat hissediyorum. Oysa ben ölmüştüm, ben şimdi ölüyüm. Öyleyse benim hayat gibi hissettiğim şey aslında ölümdür.”
Varolan ve varolması gereken bir şey, insana son bulmaya ve bitmeye yakın gibi gelir. Ve akıl insanı işte bu nedenden dolayı yanılgıya düşürür ve yine bu nedenden dolayı insana dehşet ve korku hakim olur. Bizim ölüm korkusu dediğimiz duygunun gerçekte ölüm korkusu olmadığına en güzel bir delil de insanların ölüm korkusuyla kendi kendilerini öldürmeleridir.
Dehşet ve korkuyu doğuran şey, cismani ölüm ile hayatın kesintiye uğrayacağı fikri değil, belki bu ölümün onlara kendilerinin sahip olmadıkları gerçek hayatın zaruretini hissettirmesindendir. Ve yine aynı nedenden dolayıdır ki hayatı anlamayanlar ölümü hatırlamayı arzu etmezler. Çünkü bu hatırlama, onlara yaşadıkları hayatın akli vicdana uygun düşmediğini gösterir.
Ölümden korkanların bu korkularına neden olan şey, onların ölümü boşluk ve karanlıktan ibaret görmeleridir. Ölümü boş ve karanlık görmeleri ise hayatı görmemelerinden ileri gelir.