“Fırtına yaklaştıkça korkum, sıkıntım da artıyordu” – Lev Tolstoy

Lev TolstoyBatıya doğru ilerleyen güneşin yandan düşen kızgın ışıkları, ensemi, yüzümü dayanılmayacak kadar yakıp kavuruyor, arabaların kızmış olan yanlarına el değdirilmiyordu. Yoldan yükselen koyu bir toz havayı kaplıyor, onu dağıtacak en hafif bir rüzgâr bile esmiyordu. Önümüzde hep aynı uzaklıkta, Yakof’un kasketi, arabacının şapkası, ara sıra salladığı kamçısı görünen kupanın tozlanmış gövdesi tekdüze sallanıyordu.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne yanımda uyuklayan Volodya’nın tozdan kararmış yüzü, ne Filip’in omuzlarının kımıldanması, ne de arabamızın bir dar açıyla ardımıza düşen ve bizimle birlikte ilerleyen gölgesi beni eğlendiriyordu. Bütün dikkatim, uzaktan seçebildiğim kilometre taşlarına, gökyüzünde biraz önce serpilmiş gibi duran, şimdi birleşerek korkunç kara renklere bürünüp iç daraltan, kocaman bir biçim alan bulutlara çevrilmişti.
Ara sıra uzaklardan gök gürültüsü duyuluyordu. Bu son durum, bir an önce hana varmak için duyduğum sabırsızlığı artırıyordu. Fırtına bana, anlatılmaz, ağır bir sıkıntı, korku veriyordu.
En yakın köye daha on verst kadar vardı. Nereden geldiği belli olmayan koyu mor renkte kocaman bir bulut, en ufak bir rüzgâr bile olmadığı halde, hızla bize doğru ilerliyordu. Güneş henüz bulutlarla örtülmemişti, bu bulutun iç daraltan biçimini, ufka kadar uzanan uzun kurşuni gölgelerini aydınlatıyordu. Arada bir, uzaklarda şimşek çakıyordu. Gittikçe artan, yaklaşan kesik kesik gürültülerle bütün gökyüzüne yayılan hafif bir uğultu duyuluyordu. Vasiliy yerinden kalkarak yaylının körüğünü kaldırdı. Paltolarını giyen arabacılar, göğün her gürlemesinde şapkalarını ellerine alarak istavroz çıkarıyorlardı. Atlar kulaklarını dikiyor, yaklaşmakta olan buluttan çevreye yayılan taze havayı kokluyorlarmış gibi burun deliklerini açıyorlar, arabamız tozlu yolda hızla ilerliyor, içimi korku kaplıyor, damarlarımdaki kanın daha hızlı aktığını duyuyordum. En öndeki bulutlar güneşi örtmeye başlamıştı. Bir an için görünen güneş, son kez ufkun iç daraltıcı, korkunç yanını aydınlattı, yitti. Her yan birdenbire değişti, iç daraltıcı bir görünüş aldı. Bir koruluk oluşturan akça kavaklar titremeye başladılar.
Bu bulutun gölgesinin altında iyice görünen kirli beyaz bir renk alan yapraklar hışırdıyor, titreşiyordu. Büyük kayın ağaçlarının tepeleri sallanmaya başlıyor, kuru ot demetleri yol üzerinde uçuşuyordu. Kuşlar, ak göğüslü kırlangıçlar bizi durdurmak istiyorlarmış gibi yaylının dört yanında dolaşıyor, atların tam göğüslerinin altından geçiyorlardı. Kargalar, tüyleri karışmış olan kanatlarıyla rüzgârın önünde sürükleniyorlardı. Arabanın dizlerimizi örten deri örtüsü kalkarak içimize nemli rüzgâr dalgaları geçiriyor, sallanarak arabanın gövdesine çarpıyordu. Şimşekler arabanın içinde çakıyorlarmış gibi gözleri kamaştırıyor; bir an için arabanın kurşuni çuhasını, şeritleri, Volodya’nın bir köşeye büzülmüş vücudunu aydınlatıyordu. Aynı dakikada tam başımızın üzerinde kopan, sanki kocaman dolambaçlı bir çizgide yükseldikçe yükselen, yayıldıkça yayılan, gittikçe güçlenen şiddetli bir uğultu, elimizde olmayarak soluğumuzu kesiyor, bizi titretip sersemletici bir çıtırtıya dönüşüyordu.
“Tanrı’nın öfkesi!” Bu halk sözünde ne şiirli bir duygu vardır.
Tekerlekler gittikçe artan bir hızla dönüyordu. Vasiliy’in ve sabırsızlıkla dizginleri sallayan Filip’in korktuklarını, omuz başlarının titremesinden sezdim. Yaylı hızla tepeden iniyor, tahta köprü boyunca tıkırdayarak ilerliyordu. Kıpırdamaya korkuyor, her an başımıza gelebilecek yıkımı bekliyordum.
Duurr! Koşum koptu, arasız, sersemletici gök gürültülerine bakmaksızın köprüde durmak zorunda kaldık.
Başımızı yaylının bir yanına dayayarak yüreğim durmuş, soluğum kesilmiş bir durumda, yandaki atı eliyle, kırbaç değneğiyle itip koşumları düzelten, ağır ağır düğümleyen Filip’in kalın kara parmaklarına umutsuz umutsuz bakıyordum.
Fırtına yaklaştıkça korkum, sıkıntım da artıyordu. Fırtınadan önceki o çoğu zaman fırtınanın kopacağını haber veren ürpertici sessizlik anı gelince bu duygularım artık öyle gerildi ki, bu durum çeyrek saat daha sürmüş olsaydı, kesinlikle heyecanımdan ölürdüm.
Tam bu sırada köprünün altından kirli, yırtık gömlekli, şişkin, anlamsız yüzlü, kassız çarpık ayaklı, tıraş edilmiş açık başını sallayan bir adam çıktı, parlak kırmızı bir tokmağı andıran sakat elini arabamıza uzattı:
– Tanrı rızası için yoksula bir sadaka, diyen titrek bir ses duyuldu. Dilenci her sözcükte yarı beline kadar eğiliyor, istavroz çıkarıyordu.
O dakikada içimi dolduran büyük korkuyu anlatamayacağım. Tüylerim diken diken olmuş, gözlerim korkunun verdiği şaşkınlıkla dilenciye dikilmişti.
Sadakamızı yolda dağıtan Vasiliy, koşumların nasıl onarılması gerektiğini Filip’e öğretiyordu; ancak her şey hazır olduğu ve Filip de dizginleri alarak yerine çıktığı an yan cebinden bir şeyler çıkardı. Yola koyulur koyulmaz şiddetli bir şimşek, bir anda bütün dereyi parlak bir ışıkla aydınlatarak hayvanları durmak zorunda bıraktı, arkasından öyle korkunç bir gök gürültüsü duyuldu ki, bütün gök kubbenin üzerimize yıkıldığını sandık. Rüzgâr gittikçe artıyor, atların yeleleri, kuyrukları, Vasiliy’in kaputu, araba örtüsünün uçları güçlü rüzgârın vuruşlarıyla hep aynı yana doğru dalgalanıyordu. Arabanın deri körüğüne iri bir yağmur tanesi düştü. Arkasından ikinci, üçüncü damlalar düştü; sonra birdenbire üstümüzde trampet çalınıyormuş gibi hızlandı, çevre, yağmurun sürekli gürültüsüyle doldu. Vasiliy’in kollarının deviniminden para kesesini çözdüğünü anladım. Dilenci: “Tanrı rızası için bir sadaka” diye istavroz çıkarmalarını, eğilmelerini bırakmayarak, tekerleklerin altına girecek kadar arabanın yakınında koşuyordu. Sonunda bir bakır kuruş, yanımızdan geçerek yere düştü. Zayıf kollarını bacaklarını örten sırılsıklam olmuş gömleğiyle yol ortasında rüzgârdan sallanarak şaşkın şaşkın duraklayan zavallı yaratık, gözümden yitti. Yağmur güçlü rüzgârın etkisiyle yan yan, bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Vasiliy’in sırtından inen sular, arabanın örtüsünde toplanan bulanık su birikintisine sel gibi akıyordu. Önce küçük yuvarlaklar biçiminde toplanan tozlar, sonradan tekerleklerin yoğurduğu sulu bir çamura dönüştü. Sarsıntılar azaldı, çamur içindeki araba izlerinden, bulanık seller akmaya başladı. Şimşeklerden çıkan ışıklar daha zayıf, daha geniş bir alanı aydınlatıyordu. Aralıksız yağan yağmurun sesinden, gök gürlemeleri eskisi kadar işitilmiyordu. Neden sonra yağmur seyrekleşti; kara bulut parçalanarak dalgalı bulutlara ayrıldı. Güneşin bulunduğu yer aydınlanmaya başladı, bulutun kuzguni renkli kıyısından göğün mavi bir parçası azıcık göründü. Bir dakika sonra güneşin titrek ışığı, yoldaki su birikintilerinde, elekten geçiyormuş gibi düz, ince yağan yağmurun çizgilerinde, yol kıyısındaki yıkanmış parlak otlarda ışıldıyordu. Kara bulut eskisi gibi göğün karşı yanını korkunç bir biçimde kaplıyordu. Ama, artık ondan korkmuyordum. İçimdeki ağır korkunun yerini, anlatılamayacak kadar hoş bir yaşama duygusu kaplıyor; ruhum, tazelenen, neşelenen doğa gibi sevinçle doluyordu. Vasiliy kaputunun yakasını indirdi, kasketini çıkarıp silkeledi. Volodya dizlerimizdeki araba örtüsünü kaldırdı. Ben de arabadan başımı çıkarıp güzel kokulu taze havayı kana kana içime çektim. Arkasında bavulların bağlı bulunduğu kupanın yıkanmış parlak gövdesi önümüzde sallanarak ilerliyor, atların sırtları, koşumları, tekerleklerin lastikleri, hepsi ıslanmış, güneşte cilalanmış gibi parlıyordu. Yolun bir yanında güzden ekilmiş, yer yer sel yolları bulunan, toprakları ıslak, yeşillikleri parlayan, gölgeli bir halı gibi ufka kadar serilmiş uçsuz bucaksız bir tarla vardı. Öteki yanında ceviz, yaban akdiken fidanlarıyla karışmış bir akçakavak korusu, sonsuz bir mutluluğa kavuşmuş gibi kıpırdanıyor, yıkanmış dallardan, yerdeki geçen yıldan kalan kuru yapraklara yavaş yavaş yağmur damlaları süzülüyordu. Her yanda tepeli tarla kuşları, neşeli ötüşleriyle uçuşup duruyorlardı. Islak çalılıklardan küçük kuşların telaşlı devinimleri duyuluyor, koruluk içinden guguk kuşunun sesi geliyordu. İlkyaz fırtınasından sonra çok hoş olan ormanın, kayın ağacı, menekşe, çürük yaprak, mantar, yaban akdiken kokularında, insanı büyüleyen öyle bir şey vardır ki, arabada oturamıyor, basamaklardan atlayarak yağmur tanelerinin ıslatmasına bakmadan koruluğa doğru koşuyor, yaban akdikenin ıslak, çiçekli dallarını koparıp yüzüme çarpa çarpa hoş kokusunu içiyordum.
Çizmelerime yapışan büyük çamur parçalarına, çoraplarımın çoktan beri ıslak olmasına karşın, çamurlara bata çıka kupanın penceresine doğru koştum, birkaç yaban akdiken dalı uzatarak:
– Lüboçka.. Lüboçka… bakın ne hoş, diye bağırdım.
Kızlar bağrışıyor, çığlık koparıyorlardı. Mimi de, oradan çekilmemi, yoksa kesinlikle arabanın altına gireceğimi, söylüyordu bağırarak. Ben de:
– Bir kere kokla da bak ne güzel, diye yineliyordum.

Tolstoy
Fırtına, Yeni yetmelik

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz