Tolstoy’da Ölüm Düşüncesi veya İvan İlyiç’in Ölümü – Nazmi Eroğlu

Lev TolstoyTolstoy dünya edebiyatına mal olmuş bir Rus düşünürü ve edebiyatçısı. Edebiyat merdivenlerini nesirle tırmanmış ve o yolda zirveye oturmuş bir romancı. Romanda başarılı olmuş her yazar gibi o da, hayatın içindeki gerçekleri ve problemleri en çarpıcı açıklığıyla ve derin tahlillere girerek anlatmıştır. Bu yöndeki başarısı nispetinde okuyucu tarafından hüsnü kabul gördüğü söylenebilir ve bitmeyen bir ilgiyle günümüze kadar canlılığını sürdürmektedir.
Ölüm, hayatın en önemli, en gerçekçi, en riyasız yanını temsil etmektedir. Buna rağmen insanlar, büyük oranda, ölümü her zaman kendinden uzakta görmektedirler. Belki de, insan fıtratının bu şekilde ölüme yaklaşması, hayatı çoğu zaman yaşanılır kılabilmektedir.

Sıradan insanlarda olduğu gibi düşünür ve filozoflarda da ölüme yaklaşım, dünya görüşünü, hayat felsefesini ortaya koyar. Tolstoy, yazılarında yoğun bir şekilde ölümü işlemesiyle çağdaşı olan yazarların önünde bir üne sahiptir.

Tolstoy’un birçok eserinde, ölüm teması, merkezi bir değer olarak işlenir. Romancı üslubuyla tasarladığı ve giriştiği hayat hikayelerinde adeta dini bütün bir Müslüman’ın ahiret ve ölüm inancına yaklaştığını görmek mümkündür. İvan İlyiç’in Ölümü, Hayat Üzerinde Düşünceler, İnsan Ne İle Yaşar, Üç Ölüm, Polikuşka, İtiraflarım vs. her birinde okuyucusunu ölüm gerçeği ve hayatın anlamıyla yüzleştirmeye çalışır. İtiraflarım adlı hacimce küçük fakat oldukça yoğun eseri bu bakımdan bir nasihat-nâme kadar fonksiyon taşıdığı düşünülebilir. Burada saf Hıristiyanlık akidesine bağlı bir düşünce geliştirir ve debdebeden uzak bir hayat tarzının insana gerçek huzuru vereceği inancına erişir.

Bu sonucu, bir yönüyle şu şekilde özetlemek mümkün olsa gerek: “Tolstoy’un Hıristiyanlıkta reddettiği ‘dejenerelikler’ arasında, insanlıkların dünyaya günahkâr olarak geldikleri, günahların, muhtelif yollarla affedilmesi, Teslis (üçlü birlik) ve Allah’ın insan şeklinde vücut bulması idi…”1

Tolstoy, parlak bir çocukluk ve gençlik devresinin ardından şöhreti yakalamış nadir yazarlardandır. Bu dönemlerinde, çevresini oluşturan insanların nezdinde “hırs, tahakküm, menfaatperestlik, şehvet, kibir, hiddet, intikam hırsı” gibi davranışları belirleyen hissiyatlar revaçta idi ve kendi hayatını buna göre şekillendirdikçe ve büyüklere uydukça çevresini memnun ettiğini biliyordu. Daha sonra kendini geliştirmek için Avrupa’daki üst tabakaların takıldığı entelektüel ortamlara iştirak ederek “ilerlemeci” düşüncelerini ve hissiyatını pekiştiriyordu. (Olgunluk devresinde, bu ortamlarda gördüğü arızaları ve medeniyet anlayışının çarpıklığını daha iyi değerlendirecektir.)

Tolstoy Paris’te bulunduğu sırada, Giyotinle idam edilen bir mahkuma tanık olması, her şeyin boş bir çırpınış olduğunu anlamasına sebep olacaktır. Giyotinin idam mahkumunun boynuna inmesi, o zamana kadar ki yaşadığı ve çevresinin de telkin ettiği hayat anlayışına karşı önemli bir şüphe meydana getirmişti. Yine ölümün, en sevdiği insanlardan birisi olan kardeşini alması, “bu gaflet perdesinin” yırtılmasına ikinci önemli adım olacaktı; ve bundan sonra, eski ve yeni Tolstoy’dan bahsetmek mümkün hale gelmiştir.

Ülkesinde, sulh hakimi gibi önemli bir göreve atanarak halka hizmet etmesine ve ayrıca, bir dergi çıkararak halkı eğitme yolundaki gayretlerine rağmen, ruhen rahatsızlanıp tebdili hava ile Başkırtların yanına gitmiş ve geriye döndükten sonra kendisine kurtuluş ve huzur vadeden evlilik olduğu görüşüne vararak aile hayatına girmiştir. Ancak kendini bu yeni hayatına vermesi, hayatın genel anlamını araştırmasına engel oluyordu. Bu minval üzere on beş yılını da geride bırakacaktı.

Tolstoy ününe ün katarken de iç muhasebelerini sürdürmekte idi ve en ünlü şahsiyetlerden daha büyük üne kavuşması halinde bile bu ne anlam ifade edebileceğini düşünüyordu. Bu önemli soruların cevapları yoktu. Ve ona göre “sorular beklemezler, cevap isterler”di. “İnsan cevap bulamazsa, yaşayamaz. Ve bir cevap da yok işte…” diye düşünüyordu. Ve nihayet kendi hakikatini görüyordu: “Hayat bir anlamsızlıktır. Böylece yaşayıp gidiyordum. Ve yoluma devam ediyordum, bir uçurumun başına gelmiştim ve önümde mahvolmaktan başka bir şey olmadığını iyice görüyordum. Hareketsiz durmak imkansızdı. Önümde yalnız ıstırap ve gerçek ölümün durduğunu görmemek için gözlerimi kapamak da imkansızdı. Tam bir perişanlıktı, bu!”2

Tolstoy, ölümden çok korkmanın verdiği bir içgüdüyle kendini işe-güce veriyordu. Ölümün sırrını çözemedikçe hayatındaki hiçbir hareketin ve faaliyetin anlamı olamayacağını görüyordu. Fakat bunu genç yaşından itibaren anlayamamasının acısını duyuyordu. “Bugün yarın hastalık, ölüm sevdiğim insanları ve beni yakalayacak ve geriye pis koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak…” ve uzun zaman hayatta bulunulamayacağı açık bir gerçek olmasına rağmen şöhretin de bir önemi kalmayacaktır. Öyleyse “bütün bu çaba niye?” İnsanoğlu bunu nasıl görmez ve yaşamaya devam eder? Bu şaşılacak bir şey doğrusu…”

Tolstoy’un dünyasını kaplayan sualler, adeta bir müminin uhrevi hakikatleri idrak ederek, iman dairesine yönelmesini gösteriyordu. O, bunun dışındaki bütün gayretleri zevale müteveccih olarak görüyordu.

Tolstoy şark kültüründe bilinen bir hikaye ile davasını ispata çalışır:

Çölde seyahat eden bir seyyah, yırtıcı bir hayvanın şerrinden kurtulmak için, kendini, yakınında bulunan bir kuyuya atar. Kuyunun içine düşerken can havliyle bir dala yapışır. Yukarda yırtıcı hayvanın dehşetinden korkarak aşağı inmek ister ancak kuyunun dibinde bir ejderha ağzını açmış avını beklemektedir. Yapacağı bir şey olmadığı için var gücüyle çalılara yapışmaktadır. Ancak bir de ne görsün, beyaz ve siyah iki fare bu çalıları kemirmektedir. Bu acayip hal içinde iken her nasılsa çalıların üzerine bulaşmış bal damlalarını yalayıp bir kaç dakikalık da olsa zevk almaya çalışmakta, o korkunç hali görmezden gelmektedir…

Tolstoy, kendini bu seyyahın haline benzetir ve bu kadar ayan beyan olan bir hayat gerçeği karşısında insanın gaflette olmasına anlam verememektedir.

Tolstoy, filozofların ve peygamberlerin ölümle ilgili görüşlerini bir bir düşünerek bu hayatın kötülüklerinden çıkış yolu arar. Hz. Süleyman, Budha, Sokrates, Schpenhauer, vs. bütün bu büyük insanların telkin ettiği husus, hayatın metafizik boyutuyla anlamlı olacağı; dünyada iyilik yapmaktan, erdemli bir insan olmaktan gayrı anlamlı bir seçeneğin olmadığıdır. Ve ölüm yokluk değil, daha iyi bir geleceğe atılan adımdır. Dolayısıyla Sokrates’in dediği gibi, “bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden de ölüm ona korkunç değildir;” bunun yanında “maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz.” Böylece birçok bilge kişinin tebliğ ettiği hayatın anlamı ve buna bağlı olarak ölüm gerçeğini kendi hayat felsefesi olarak benimser: Epikürcü hayat felsefelerinin ve bilimsel çalışmaların, insanlara mutluluk veremeyeceğine inancı kuvvetlenir. Dünyevi bilgilerle ömrünü geçirenlerin, yani sadece aklı kendine ölçü kabul edenlerin ortaya koydukları bilgiler, büyük ölçüde hayatın anlamını inkâr etmektedirler. Tolstoy’a göre, akla dayandırılmamış bilgi inançtır. İnanç diye tarif ettiği ise teslis ve sair Hıristiyanlığın vaz’ ettiği hususlardır ki bunların akla ters düştüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan, bilimin ve dinin arasında tercih yapmakta kendini mecbur hisseder. Ya aklı tatmin eden, fakat hayatı anlamayan bilimi, ya da hayatı anlamlı kılan fakat aklı tatmin edemeyen Hıristiyanlık’ı tercih edecektir. O, ömrünün sonlarına doğru, bunların içinden kendine has bir yol bulacaktır.

***

Tolstoy’un ölümü birebir işlediği romanı, İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseridir. Burada kendi iç çalkantılarını ve sonradan ulaştığı berraklığı tasvir etmektedir. Kitabın daha ilk bölümünde ölümle okuyucuyu yüz yüze getirir. Ve romanın sonuna kadar bu ana fikir üzerinde yoğunlaşarak dünyevi ve uhrevi görüşlerini kahramanları aracılığıyla yansıtır.

İvan İlyiç, bir çok fâninin gıpta edebileceği mahkeme üyeliği gibi bir göreve, kırk beş yaşında iken gelmiş ve bu mevkide iken ölmüştür. Babası da kendisi gibi devlet memuriyetinde görev yapmış birisi idi. İvan İlyiç, daha gençlik yıllarında bulunduğu sosyal tabakanın yardımı ve okulda gösterdiği başarılar sayesinde geleceğe güvenle bakıyordu. Bunun yanında çevresiyle geliştirdiği münasebetler sayesinde değişik mizaç ve yetenekteki insanların hayat tarzından ve tecrübelerinden dersler çıkarıyordu. Giyimine-kuşamına dikkat ediyor, nezaketi elden bırakmıyordu. Bununla beraber göbek bağını kendisinin kestiği söylenecek olursa fazla abartılı olmaz.

Taşrada bir memuriyet görevine tayin edildikten sonra, o zamanki Rus toplumunun, Batı’dan da etkilenmiş olan medeniyet anlayışına uygun olarak eğlencelere katılıyor, bayan ve erkeklerle karşılıklı saygı içinde münasebetlerini sürdürüyordu. Çevresinden taktir görmesi ona yeni bir memuriyet kapısı açmış, sorgu yargıçlığına terfi etmişti. Bu görevi ona toplum içinde ayrıcalık sağladığı gibi, belli bir kudret de sağlıyordu. Artık sözü geçen, el-pençe önünde durulan biri durumuna gelmişti. Ancak o, mevkiini menfi bir şekilde istismar etmeyecek kadar ahlaklı, kültürlü ve birikime sahipti. Özgürlükçü bir tavır takınması sevenlerini artırıyordu. Ve nihayet hayat arkadaşını bu çevrelerden seçecekti.

Asil ve zengin sayılabilecek bir ailenin kızıyla, daha evlilikten ne beklediğinin şuuruna varmadan dünya evine girdi. Evliliğin ilk yılları hayli iyi geçiyordu ve her iki taraf hayatından memnundu. Ancak yıllar geçtikçe eşinin huyu değişiyor, onu kendine muti edecek manevralara giriyordu. O bu kıskaçtan sıyrılmak için kendine göre tavırlar geliştiriyor, çoğunlukla vurdumduymazlığı tercih ederek kendine yeni eğlenceler bulmaya çalışıyordu.

İvan İlyiç, içinden gelen bir hayat tarzını yaşamaktan ziyade, aile, iş ve diğer sosyal çevresindeki insanların etkisinde kalan bir hayatı sürdürmek zorunda idi. Zira eşi kocasının görevine saygı gösteriyordu. O da bunu anladığı için mevkiini karısına karşı kullanmakta idi. İş arkadaşları ve katıldığı toplantılardaki dostları ise, kurulu ve propagandalarla oluşturulmuş bir düzenin parçası olmayı icbar ediyorlardı.

Çocukları dünyaya geldikçe problemler daha da artıyordu. İvan İlyiç bunlardan sıyrılmak için kendini mesleğine veriyor ve orada ilerleyerek ailesinden ayrı bir dünyada mutlu olmanın çarelerini arıyordu.

Zamanla hayat standardının gelişmesiyle ihtiyaç duyduğu paraya göre bir göreve gelmenin hesaplarını yapıyor ve hükümet nezdinde teşebbüse geçerek konumunu yükseltiyordu.

Yeni görevine atanarak umduğundan daha fazla maddi kazanç ve dünyevi itibara kavuşmuştu. Bundan sonra yeni dostları vardı ve kendisini kıskanan, ayağını kaydırmak isteyenlerin burnunu sürçmenin zevkini tatmakta idi. En önemlisi eşiyle de bir uzlaşma zemini yakalayabilmişti. Artık yeni, kendine has ve her yönüyle onu tatmin edecek bir eve ve hayata kavuşmanın hayallerini kurmakta ve planını yapmakta idi. Bu onun iş hayatından da önemli olmaya başlamıştı.

Rahata kavuşacağı mekanlardan biri olan geniş ve güzel bir eve kavuşması mutluluğunu ziyadeleştiriyordu. Ve onu dayayıp döşemekte hayli cömert davranması, bütün hissiyatını tatmin edecek yeni konumunu taçlandırıyordu.

Önünü bu kadar aydınlık ve mutluluk içinde gördüğü ve evin dizayn edilmesinde bilfiil katkıda bulunduğu bir zamanda, merdivenden düşerek iç organlarını incitmesi, sonun başlangıcı olmuştu. Bu kaza kendisinde kalıcı bir rahatsızlık meydana getirmişti.

Bir süre, içinde hasar meydana getiren darbenin farkında olmadan yaşadı. Sosyal mevkisine uygun olarak ne gerekiyorsa esirgemiyordu. Eğlenceli toplantılara katılıyor, evinde muhteşem balolar, toplantılar tertip ediyordu. Yine ailesiyle geçimsizlik yaşıyor, hatta bu geçimsizlikler bazen bu toplantıların yapılışındaki ayrıntılardan çıkıyordu. Ama bütün tatsızlıklara rağmen, bu mağrur ve riyakar ortamların, kendisine yalancıktan da olsa mutluluk ve güven verdiği kesindi.

İvan İlyiç aldığı darbenin rahatsızlığını yavaş yavaş hissetmeye başlayınca meselenin ciddi olduğunu anlamıştı. Başvurduğu doktorların tedavileri zaman geçtikçe bir işe yaramadığı görülüyordu. Bunu aile ve dost çevresi daha erken kavradılar. Ellerinden bir şey gelmediği için bazen göstermelik tavırlara girmekte ve nihayet ona acımakta idiler. Kim bilir, acımaktan ziyade kendileri bu şekilde ölümcül bir hastalığa tutulmadıklarından dolayı sevinç duyuyorlardı. Aslında eşinin duyguları daha da karmaşıktı; acımanın ötesinde kocasına kızgınlık duyuyordu. Zira, kocasının ölümü, bu debdebenin ve maddi imkanların sonu demekti. Devletin vereceği maaşın kifayet etmeyeceği açıktı. Fakat düşünüp hissettiği hususları içine gömerek çevresine ve eşine karşı üzüntü numarası yapmakta idi ve bu İvan İlyiç’i çileden çıkarıyordu.

İvan İlyiç, bulunduğu durumu muhasebe ederken, artık hayattan ümidini kesmeye başlamıştı: “İş ne körbağırsakta, ne de böbrekte; hayat ve ölümde… Öyle ya! Bir hayat vardı; şimdi gidiyor… Gidiyor ve bunu tutmak elimde değil…”

İvan İlyiç ölümün nefesini ensesinde hissederken bile ölümü bir türlü kendisine yakıştıramıyor, onu uzağında görmeye çalışıyordu. Kendisi hastalıkla boğuşurken çevresindeki insanların, özellikle karısının eğlence düşkünlükleri kin ve nefret duygularını kamçılıyor; kendisini ölüme ayırmakla ölümden uzak kaldıklarını zannetmelerine anlam veremiyordu ve ‘bugün bana olan yarın onların başına gelecek’ diye düşünmekte idi.

Halbuki, aylar öncesindeki hayatı ne kadar tatlı geliyordu ona. Bütün hissiyatıyla dünyanın zevklerini içinde duyuyordu. Ama şimdi ölümü karşısında görmekle o güzellikler, o zevkler bir bir acı vermekteydi ona; hem bir daha yaşayamayacağından, hem de maziye gömüldüklerinden içi yanmakta idi.

İvan İlyiç, hayatı boyunca ölümü bir mantık kitabındaki cümlelere hapsetmişti: “Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlü olduklarına göre Gaius da ölümlüdür.”

Ancak hastalanıncaya kadar bu mantıksal önermeden kendisine pay çıkarmak aklına gelmemiş, ölüm sanki sadece Gaius için geçerli idi. Hayatının muhtelif zamanlarında kendisini Gaius’un yerine koyabilseydi belki de dünyanın zevklerine o kadar perestiş etmeyecekti.

İvan İlyiç, Tanrı’ya inanamamanın yalnızlığı içinde, bütün dünyanın yükü altında ezildiğini hissetmektedir. O, inanan bir insana yaraşır tevekküle sahip olmanın, gerçek bir saadete kavuşmanın anahtarı olacağının farkına varmak için kısa zamanda hayli merhalelerden geçecektir.

Acıları ziyadeleştikçe ölümle yüzleşmekte ve acı dinince başka hülyalara dalma eğilimi gösterip yine ölümü kendinden uzakta tutmaya gayret etmektedir. Ancak bütün bu gelgitler, mukadderatı değiştirmiyordu. Hele evini döşerken düşerek incinmesi ve böyle basit bir sebep yüzünden “savaş yapmış gibi” ölüme doğru gitmesi hazmedilecek bir şey değildi.

Ölüm döşeğinde gün sayarken çevresini saran yalan çemberini bir türlü görmezden gelemiyordu. Bu tavırlar karşısında rahatsızlığını belli etmesine rağmen bu riya çemberini kıramıyordu. Sadece hizmetçisi Gerasime dürüst davranmakta idi. Efendisine, ölümün mukadder bir hadise olduğunu, dolayısıyla üzülmemesi gerektiğini açık açık söylemesine rağmen, hiç istemediği ölümün bu kadar doğrudan kendisine hatırlatılmasından rahatsız olmuyor, aksine kendisini bu mütevazı ve riyasız insanın yanında huzur içinde hissediyordu.

Ancak yalnız kaldığında ölümü ebedi karanlık, hiçlik olarak görmesi “ölüm olmasın da ne olursa olsun” gibi düşüncelere kapılmasına sebep olmakta idi. Zaten meselenin can alıcı tarafı da burada yatmakta idi. Her gün artmakta olan rahatsızlığı ölüme biraz daha yaklaştığını gösteriyordu. İvan İlyiç yalnızlığını, aczini ve onu bu vartadan kurtarabilecek maddi-manevi bir gücün olmadığını düşündükçe, çevresinde cereyan eden olayları ve nesneleri kendisine düşmanlık eden vasıtalar gibi görüyordu.

Bazen hayatının bütün safhaları gözünün önüne geliyordu. Çocukluğundan itibaren yaşadığı parlak hayatı ve geldiği mevkiler, yaşadığı acı tatlı hatıralar bir bir hayal dünyasını işgal ediyordu. Ve bütün bu yaşadıklarını yokluğa mahkum olarak görüyor ve hayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordu.

Ömrünün son demlerine doğru yol aldığını kendisi dahil herkes anlıyordu; zira, uyuşturucular acılarını dindirmede kifayetsiz kalmakta idi. Yapılacak son çare kalmıştı; kendisi bir şekilde ikna edilerek “belki huzur bulur” düşüncesiyle papaz çağrıldı. Hayatından tamamen ümidini kestiği ve ölümü kabullendiği bir esnada papazın telkinleri ve tesiriyle yaşamayı önemsemeye başladı. Çevresindeki olaylar ve nesnelerin anlamı değişmeye başlıyor, hatta hayat için de bir umut ışığı beliriyordu. Fakat çok geçti artık; ama ölüm de artık eski anlamını kaybetmiş, yeni bir yüzle önünde arzı endam ediyordu. Yanında bulunan insanların haline -nefret hislerinden arınmış olarak- üzülüyordu ve “ben ölünce daha iyi olacak” diye geçiriyordu içinden. Ağrılarına aldırış etmediği gibi, içinde “her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu.” “Çünkü ölüm de yoktu. Ölümün yerine ışık vardı” ve yüksek sesle: “Demek böyleymiş!… Ne saadet”

Orada bulunanlardan birisi “bitti” dedi. “İvan İlyiç bunu duydu, içinde tekrarladı.” Kendi kendine, “ölüm bitti dedi. O yok artık.”

Tolstoy, ölüme doğru yol alan kahramanının iç muhasebesini gözler önüne serdiği romanında, insanın, ölümü hayatının bir fenomeni, gerçek bir yüzü olduğunu bilmesine rağmen bunu hep başkasına layık ve uygun görmesi en büyük yanılgısı olduğuna dikkat çekmektedir. Bunun meydana getirdiği haleti ruhiye ile çevresindeki insanlara ve sair mahlukata karşı sevgi, şefkat ve acıma duygusunun yerine nefret uyanmaktadır. Halbuki inançlı insanlar, her ölümde kendi ölümünü de gören, hisseden bir duygu dünyasına sahiptirler. İvan İlyiç’in vardığı bu sonuca Müslümanlar arasında anlatılan şu temsil tam bir karşılık oluştursa gerek: “Falan öldü, filan öldü… Bir gün derler Sinan öldü…”

Köprü Dergisi
1. Abraham H. Lass, 100 büyük Roman, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1995, s. 63-64.

2. Leo N. Tolstoy, İtiraflarım, çeviren: Prof. Dr. Kemal Aytaç, Ankara: Klasik, 1990, s. 23.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz