Güneş puslu ve takatsizdi. Mevsim geçiyordu – Murathan Mungan

125

“Bin yıldır saydam yüzümüzde Ölümü seyrediyoruz. Kımıltısız günler geçiyor bu sonsuz cam kovuklarda. Bembeyaz gelinlikler gibiyiz. Bembeyaz kefenler gibi. Çevremizde ince bir halka, zaman zaman ışıltısı göz alan ince çizgiler, altın şansı gelin telleri. Kaç kuşak sahip çıktı bize. Kaç kez büyük aynalı ceviz vitrinler, camekânlar (kaç yurtluk) değiştirdik. Ama hiç kullanılmadık, hiç el değmedi bize. (Hiç yasamadık) Ne bir çorbanın sıcaklığını duydu mermer tenimiz; ne de bir tatlının şerbetli lezzetini. Öylece durduk. Sonsuza bırakılmış bir çeyizdik biz. En uzun yolculuğa çıktık, yola çıktığımız yere bırakılarak. Pürüzsüz tenimiz. Ne bir çatlak, ne bir sızıntı. Öylece bekliyoruz. Bizi çevreleyen gelin telleri ince bir sızı gibi…
Kaç kuşak gördük bizi? Kaç töre tanıdık? Biz sonsuzluğun güvenilir tanıklarıyız. Ne bir kırık, ne bir çatlak almadan öylece taptaze duran saydam Ölümleriz. Bembeyaz ölümler. Şeffaf sessizlikler.
Bu son şansımız Fatma Aliye. Bu son şansın.
Biz ve sen artık ayrılmaz bir bütünüz. Ve aynı yolculuğun ortak gezginiyiz. Bunu biliyor muydun?
Bu son durağımız Fatma Aliye. Bu son konak, bu son kuşak Fatma Aliye.
Camların saydam sessizliği ölümün tercümanıdır.
Fısıltılarımızı cam kovuklarda boğduramazsınız daha fazla. Boğduramazsınız.
Daha fazla…”

“Gece geç geldin,” dedi Afife Reşat Hanım. “Meraklandım.” “Evet, geç geldim. Uzun sürdü.” “Eğlendin mi bari?” “Hüzünlendim…”
(Uzun süre sustu Fatma Aliye. Öyle ki bu sessizlik boyunca Afife Reşat Hanım, tabağındaki turunç reçelinin hepsini bitirmişti.)
“…O kadar hüzünlendim ki, eve dönerken ağır ağır yürüdüm; hem de o saatte…”
(Gerçi Saffet Hamdı Beyin evi bir sokak üstteydi ama, Fatma Aliye için hava karardıktan sonra yandaki konağa ya da karşıdaki eve geçmek bile uzun ve tehlikeli bir yolculuktur.)
“Uzun uzun ayak sesimi dinledim gecede…”
(Küçük parke taşlar üzerinde yankılanan ayak sesimi. Sanki çok uzun bir yolculuğa çıkmışım gibi. Tek başıma, gecede… Korkmadan, ürkmeden. Her adımımı duya duya… Hiç korkmadım. Ne geceden, ne de tek basma bir kadın oluşumdan. Elimde udum. Yalnız döndüm eve, yapayalnız. Tanrım, bütün bunları ben mi yaptım? Hem de bir başıma. Ve mutlu oldum bundan. Çok mutlu oldum. Peki bütün gece niye o karabasanı gördüm? Eve geldikten sonra niye mışıl mışıl uyuyamadım? O fısıltıları dinledim sabaha kadar. O vicdan azabını…)
“Limonluğun camı kırılmış dün gece, kahvaltıdan sonra bir bakıversen Aliye. Sen geldikten biraz sonra kırıldı. Şangırtısını duydum.”

(Uyumamış demek. Beni beklemiş. Oysa bu ilk gecemdi. înanılası gibi değil ama ilk gecem. Onu da çağırmışlardı, kendi gelmedi. Paşayı yalnız bırakmamak için gelmedi. Oysa o çocuğu babası yalnız bırakmış. Bütün gece içti, çok içti. Ve sonra masaların altına varana kadar babasını aradı. Kapı arkalarına baktı, masa altlarına, dolaplara. Hep babasını aradı. On yedi yaşında sol kulağı kesik bir çocuk. Hep annesiyle gezerdi. Hep annesinin dizinin dibindeydi. Şimdiyse babasını arıyor. Belki hep arayacak. Gene Paşayı bırakamadı. Gelmedi benimle. Yatağında beni beklemiş gece boyu…)
“Birer birer kınlıyor camları limonluğun. Birer birer eksiliyoruz anne.”
(Kahvaltı bitmişti. Afife Reşat Hanım sofradan kalktı. Son sözüne içerledi Fatma Aliye’nin. Dile gelen hüzünlerden nefret ediyordu. Yakınmalardan, söylenmelerden. Acılan gizleyecek bir ıssızlık her zaman bulunurdu. Fatma Aliye’nin tek ıssızlığı o cam vitrindi. Tek sözünü etmediği, ancak yaşadığı…)
“Ben Paşaya bir bakayım, uyanmış mı? Sen de limonluğu unutma…”
Fatma Aliye limonluktaki cam kırıklarını toplamaya gitti. Kınkları toplarken, akşamki karabasanı düşündü. Konuşan tabaklan. Beyazlığın sonsuz fısıltısı, saydam Ölüm. Dupduru. Camlann biri elini kesecekmiş gibi oldu. Telaşlandı.
(“Sargı bezi kanlandı Muti! N*olur artık kendine gel! Bak dikişlerin falan atacak!” Müşerref Hanımın içkinin büsbütün çat-laldaştırdığı sesi, tiz çığlıkları Muti ye yalvaran… Gece boyu söylediği sarkılann hüznünü yüklenemeyip bir köşede saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlayan Müşerref Hanım. Tombul ellerinin arasına sıkıştırdığı (hâlâ iğneoyalı) mendiliyle şişko göbeğini ve iri göğüslerini hoplata hoplata ağlayan Müşerref Hanım. Gene mavi, kırmızı, mor çiçekli siyah elbisesini giymişti. Gülerek, tombul yanaklarını alabildiğine şişiren gülüşüyle çalmıştı kapıyı. Fatma Aliye açmıştı. Saffet Hamdi Bey: “Herkes geldi, bunlar nerde kaldı yahu?” diye söyleniyordu. Koyun gerdanından alınmış taze eti, fesleğen yapraklarına sararak, ölü mangal ateşinde pişirmişti. Gecenin yemeğiydi bu. Soğuyacağından, tadını tuzunu yitireceğinden kaygılanıyordu. Rüveyde Hanım pekmezli muhallebiyi buzdolabına diziyordu. Fatma Aliye en geç kendinin gittiğini düşünürken (ve öyle olması gerektiğine inanmışken) Müşerref Hanımlara kapıyı açmak zorunda kalmıştı.)
“Kıvırcık saçlarına kızıl karanfil saklayan Muti! Artık sol kulağın yok senin!” Camlan topladı. Limonluğun Önündeki sapsız kovaya tıktı hepsini.
Oturma odasına vardığında Server Nüvit Paşa kalkmış, kahvaltı ediyordu. Afife Reşat Hanım gergef işliyordu gene. Hiç kullanılmayacak bir yastık yüzü ya da masa örtüsü. Sandıklarda bekleyecek. Çok eski bir alışkanlığı sürdürerek, ve hayata alabildiğine direnerek.
Afife Reşat Hanımın üç aydan beri evde geçirdiği ilk pazardı. Bu hafta gitmemişti Peyker Kalfaya bakmaya.
“Bırak şu udu artık, n’olur bırak!”
Donup kalmıştı Fatma Aliye. Müşerref Hanım ansızın bağırmıştı. Ağlayarak yere diz çöküp bağırmıştı. Bir Hüzzamın ortasındaydılar. Rakı kadehleri iyice buğulanmış». Saffet Hamdı Bey, sedirine çekilmiş, yüzünü pencereye dönerek, gizli gizli ağlıyordu. Herkes mutsuzdu, kendi dünyasının tekin ıssızlığına çekilmişti herkes. Bütün sözcükler unutulmuştu. Yalnızca bir hüzzamın ortasındaydılar. Ansızın hıçkırıkları çoğalan Müşerref Hanım oturduğu sandalyeden atılmıştı Fatma Aliye’nin uduna, şimdi yerdeydi dizleri üzerinde. Muti ölü bir balık gibi bakıyordu olup bitene. Nefretine bir ıssızlık katmıştı. Saçlarına gizlediği kızıl karanfil bulunmuş ve sol kulağı kesilmişti. Şimdi sızlıyordu yüzünün bir yanı. Yüzünün artık örtemediği yanı. Sargıların uğultusu beynini dolanıyordu. Neden sonra annesinin çoğalan hıçkırıklarını, tiz çığlıklarını duydu. Muti bunları yüreğiyle duydu.)
“Nezih bir aile toplantısı olacak Afife Biraz ara vererek en güzel ve yeni Reşat Hanım. Osmanlı gecelerinden bir gece. Emirgân’ın mehtabında ut nağmeleri, eski şarkılar, sonra benim mangalda pişirdiğim yemekler. Bir mevsim daha bitiyor. Bu firsatı kaçırmayalım derim.” Saffet Hamdi Bey kandıramadı Afife Reşat Hanımı. Yalnızca Fatma Aliye’yi yolladı, yanma udunu da katarak. Fatma Aliye’nin yalnız gittiği ilk davetti bu. Giderken sıkı sıkıya yapıştı uduna. Hangi şarkıları söyleyeceğini düşündü.
Server Nüvit Paşa, kahvaltıdan sonra sedef kakmalı boş sandalyenin karşısına geçerek uzun uzun Nerime Sultanla konuştu. Ona yakında Birinci Cihan Harbi’nin çıkabileceği tehlikesinden söz etti. Sadrazamlardan, Paşalardan, Bankerlerden, Tüccarlardan söz açtı. En son birkaç eski harp hikâyesi anlattıktan sonra, Nerime Sultanın ut derslerinin nasıl gittiğini, hangi eserleri geçtiğini sordu. Çok ince, çok zarifti. Afife Reşat Hanım mutfağa geçti. Fatma Aliye toz alıyordu. Oturma odasının uzun duvanmn tam ortasına yerleştirilmiş cam vitrinin önünde uzun uzun durdu. (Hâlâ bir irkilme duyabiliyor) Server Nüvit Paşa konuşmaktan yorulmuş, sedirin üzerinde uyuyakalmıştı. Bunun üzerine Fatma Aliye sedef kakmalı sandalyenin de tozunu aldı. (Alabildi) Paşanın üzerine usulca bir battaniye bıraktı.
Son tabaklan toplarken “Kusura bakma, tatsız bir gece oldu,” dedi Rüveyde Hanım. Gözleri bağışlanma diliyordu. Saffet Hamdi Bey, kansınm sözüne katıldığını belirtircesine başıyla onayladı. “Benim için çok güzel bir geceydi,” dedi Fatma Aliye. “Acılar çirkin değildir ki, ağlamak onursuzluk değil,” Muti’yle göz göze geldiler. Birbirleriyle yüzleşir gibiydiler. Fatma Aliye kendisiyle Mutİ’yi karşılaştırdı. Korkunç sonuçlar çıkardı bundan (merdivenleri inerken) korkunç, dayanılmaz sonuçlar.
Afife Reşat Hanım odasına çekildi erkenden. Yazı masasının başına çöktü. İncecik bacaklı, eski, ahşap bir masaydı bu. Küçük, ince parmaklıklar çevreliyordu masayı. Üç küçük çekmecesi vardı. Yeşil çuhadan zemini, orta yerinden çatlayıp bir yıldız gibi dağılan kalın bir cam kaplıyordu. Afife Reşat Hanımın yansısı bu çatlakta dağılıyor, bir türlü bütünlenemiyordu. Kilitli defterlerinden birini (her seferinde artık bu en sonuncusu dediği kilitli defterlerinden birini) daha açtı, uzun uzun yazdı. Bütün bir pazar günü Arapça yazılara döktü kendini. Masasında bomboş bir gözyaşı şişesi duruyor. “Dilerim kullanmak hiçbir zaman nasip olmaz muhterem arkadaşım,” diyerek armağan etmişti Azime Sultan. Afife Reşat Hanım bu şişeyi hiç kullanmadı. Reşat kaçtığı zaman bile…
Merdivenleri inerken, Muti’nİn kendisine Talia’yı hatırlattığını düşündü Fatma Aliye. Her başkaldıran insan onun için Talia’ydı. Yenilmiş olsalar bile. Muti, bir Talia’ydı. Peyker Kalfa’nın anarşist torunu İshak bir Talia’ydı. (Talia, henüz yenilmemişti, dönmemişti…)
Akşamüstü çayını, bahçede içmeye karar verdiler. Küçük masa, sandalyeler ve Paşa taşındı bahçeye. Güneş puslu ve takatsizdi. Mevsim geçiyordu. Bu bahçede yaşanmış eski geceler, eski imgeler üşüştü Fatma Aliye’nin uzaklara diktiği gözlerine. Gözleri şimdi hiçbir şeyi görmüyor. Halet Hanımın zilleri geliyor kulaklarına. Renkli ampullerle ışıklandırılmış bir yaz gecesinde, masaların üzerinde göbek atan Deli Halet hâlâ zil çalıyor eski bir fotoğrafta.
Bu bahçede ölüm yaşanıyordu şimdi.
Yalnızca Ölüm.
Güneşin puslu ve süzgün bakışları hiçbir şeyi diriltmiyordu artık. Mevsim geçiyordu.
“Kaç kişi vardı yemekte?” diye sordu Afite Reşat Hanım.
“Bilmem! Saymadım Müşerref Hanımla oğlu vardı. Kemal Beyle karısı. Bir de İdris Beyle kızları…”
(Yalnızca mutsuzluk, acı, elem vardı oysa. Sofraya oturulduktan sonraki yapay neşe, çıngıraklı kahkahalar, zorlama konuşmalar az sonra havada asılı kaldı. Genizleri yakan rakı belleği dolanmaya başladı. Herkes kapışım örtüp, bir köşeye çekildi. Kendi tenhalığına.
Kendi ıssızlıklarına sığındı insanlar.)
“Ben ut çaldım. Müşerref Hanımla birlikte şarkı söyledik. Sonra herkes sarhoş oldu. Ben olmadım.”
(Olamadım. Tek ayık bendim. En çok acıyı ben çektim bu
yüzden. Bir yargıç gibiydim. Herkes acıklıydı.)
Saffet Hamdi Beyin, eski, ahşap, iki katlı evi, küçük bir bahçe içinde hayata direniyor. Ölgün bir kafes gibi. Bazı yaz gecelileri pencerelerinden sokağa eski şarkılar, ut ve kanun taksimleri dökülüyor. Saffet Hamdi Bey, kendisine “Son Osmanlı” adını ,takmış. Kendine kurduğu dünyanın yaftası bu. Oysa usul usul o ^a yenik düşmüş. Ayağındaki ortopedik terlikten başlıyor bu yaftanın foyası. Mangal ateşinde artık kimsenin bilmediği ya da çoktan unuttuğu Osmanlı yemekleri pişiriyor. Yine sevdiği insanları topluyor başına; onlara eski İstanbul’u, eski kahveleri, pastaneleri, eğlence yerlerini anlatıyor. Tanıdığı ünlü ve tarihi “{kişilerden söz ediyor. Evinin üst katında İstanbul’u anlatan kitaplar ve ansiklopedilerden oluşan kocaman bir de kitaplığı var. Eski eşyaların, adların, yerlerin listelerini çıkardığı defterieriyle bu kitaplığa sokulup uzun gecelerde kendine hep yeni işler edinir. Geçmişin keşfine çıkar. Saffet Hamdi Bey, Emirgân’m yerli-i. Üç beş göbek öncesi de Emirgân’a dayanıyor. Her yeni tanış-jnğı insana, bu gerçeği, bir sır gibi fısıldayarak ve de çok önemli ;bİr şey anlatıyormuş gibi gizli gizli söylüyor. Uzun, kalın ağızlığı hiç düşmüyor ağzından. “Halis kök kehribar,” diyor. “Avucuna sür bak nasıl mis gibi kokar.” Sonra gümüşlerini çıkarıyor. Çeşit çeşit telkariler, savatlar, irili ufaklı yüzlerce gümüş.
“Gümüş sevmekle başlar insan ruhunun kuyumculuğu evlat! incelik zenaattır. Hoyratlığın darbelerine bu insanlar çok dayanamayacaklardır gör bak. Osmanlı intikamını bir gün mutlaka Salacaktır bu milletten…” Rüveyde Hanım gülümsüyor, iğneoyalı sehpa Örtülerinin üzerine düşen külleri silkelerken gülümseyişinde bir sahiplenme var. Kocasının otuz yıllık yakınmalarına Çoktan alışmış, hâlâ hoşgörüyle seviyor saplantılarını. Müşerref hanım o ara gırtlağını temizleyip, tombul ellerini göbeğinin allında kavuşturarak bir Kürdili Hicazkâra başlıyor. Sesi sızılı. Her şarkıyı yarım bilen Kemal Bey de katılmaya çalışıyor, karıştırıyor, şarkının başını dinleyip gerisini de gelişine uydurarak tutturmaya çalışıyor. Sonra karısının azarlayıcı gözleriyle karşılaşınca susuyor. Rakısından bir yudum daha alıp bir hayli dertlenmiş gibi yapıyor. Kan-koca ne çok az konuştular diye düşünüyor Fatma Aliye. Sanki o gece onlar yoktular.
“Müşerref Hanımın oğlu nasıl olmuş?”
Fatma Aliye daldığı düşlerin ortasında kalakalıyor. Afife Reşat Hanımın sorusunda binlerce anlam gizli. Bu soru soruş biçimini çok iyi tanıyor Fatma Aliye. Bocalıyor. “İyi,” diyor. Ne söylemesi gerektiğine karar veremiyor. (Savunuyor mu yani Muti*yi? Ona sahip mi çıkıyor? Ya da çıkmak mı istiyor? Bunu kendi de bilmiyor. Belki annesinin de Muti için kötü bir şey söylemesini istemiyor. Usul da olsa sakınıyor Muti’yi. Belki de verilen cezayı yeterli görüyor. Kim bilir belki istemeden de olsa Talia’yı sakınıyordur Muti’nin kişiliğinde. Karmakarışık Fatma Aliye.)
“İyi,” diyor. “Sol kulağını kesmişler işte. Şimdi annesinin yanında…” (Çok zor söylenmiş sözler bunlar. Acemice…) “Amcası kesmiş değil mi?”
“Amcası kesmiş. Kestikten sonra çocuğun avucunu zorla açıp, kulağını avucuna bırakmış çocuğun…”
Gerisi, belki de düğümlenip kalıyor boğazında. (O küpeli sol kulağa Muti küçük bir cam vitrin yaptırmış, saklıyormuş kulağını… Kesik kulağını küçük bir cam vitrinde saklıyormuş. Ne korkunç bir şey bu! Ne korkunç! Tanrım neler yaşıyoruz?)
Server Nüvit Paşa: “Nerime Sultanın arabasının çıngırakları bunlar!” diye yerinden sıçradı. “Koşun! Hazırlık yapın! Sultan geliyor buraya. Karşılayın Sultanı!”
Afife Reşat Hanım yatıştırdı babasını. Sonra esinti çıktı; tadı kaçtı bahçenin. İçeri geçtiler. Uzun otlar hışırdadı bir süre. Birkaç yaban çiçeği gene de gülümsüyor inatla. Fatma Aliye onları şaşkınlıkla süzdü.
Bütün gece yatağında, dün gece gördüğü karabasanı düşündü. O akşam yemeğini. Son Osmanlıları. Sonra her pazartesinin çirkin başlangıcını, o usanç veren yolculuğu. Dükkânı. Beyoğlu’nu. İçini karanlıklar bastı. Hiç çıkmak istemiyordu evden. Sonra kıvrana kıvrana uyudu.
Düşünde sessizliği gördü. Sonra unuttu bunu. Sabah hiçbir şey hatırlamıyordu.
Madam Ester her zaman olduğu gibi gene bir saat geç geldi. Fatma Aliye, kasadan kaildi, yerini Madam Ester’e bıraktı. Henüz satış yoktu. Madam Ester Önemsemez göründü. Sıkıntılı ve gergindi oysa. Nitekim az sonra Fatma Aliye’ye “artık ne yapmak istediğini” sordu.
“Bilmiyorum, henüz karar vermedim,” dedi Fatma Aliye. “Bu hafta boyu düşüneceğim.”
“Fazla zamanınız yok ama,” dedi Madam Ester.
“Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum,” dedi Fatma Aliye; sonra kemik düğmeleri yeniden dizmeye başladı tezgâhın üzerine. İri ve buz gibiydiler. Katılıp kalmış gibi. Avuçları üşüyordu.
Ansızın Madam Esterin karakalem portreleri yanmaya başladı şöminede. Ortayerinden yırtılıp şömineye atılıyordu portreler. Hepsi yandı. Hepsini yaktı. Bunu yaparken yüzünde tek bir çizgi bile kımıldamadı. Ondan, ilk kez o gün çok korktu Fatma Aliye. Kimseye bir şey söylemedi.
(Madam Esterle bu Örtük konuşmadan sonra, o hafta boyu düşünmekle kalmadı. Ta ertesi hafta başına dek çözemedi kafasında Fatma Aliye. Annesine de açılamadı.
Çaresizdiler…)

‘Dört Kişilik Bahçe”den bir bölüm
Son İstanbul
Murathan Mungan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz