Hikaye: Maymunlar Arasında – Murathan Mungan

Kıyıdan içerilere doğru günlerce yol aldıktan sonra, demir kapılı, mermer yapılı bir kale gördük. Kale boştu, terk edilmiş olduğunu sanıyorduk; evlerden, sokaklardan, avlulardan geçtik. Sonunda saraya girdik, orası da boştu. Dikkatimi çeken tek şey, bütün yapıların mermerden oluşu ve her yandan akan suların sesiydi. Billur gibi tertemiz ışıl ışıl sular sürekli akıyordu. Dar oluklardan, ince kanallardan geçerek geniş havuzlara dökülüyor, oradan da bütün kente yayılıyordu. Sarayın büyük salonuna girdik, görkemli, büyük bir taht duruyordu orta yerde; oymalı, kakmalıydı, değerli taşlarla süslenmişti. Adamlarım beni hemen tahta oturtmuş ve çevremi almışlardı ki, ansızın içeriye nereden çıktıklarını anlamadığımız bir maymun kalabalığı doluştu. Ürkmüştük, ama ürkmeye gerek yokmuş, hemen gelip eteklerimi öpüp diz çökmeye başladılar. Bu denli düzenli yapıların, bu uygar kentin içinde bu maymunların ne işi vardı? Ne arıyorlardı? Bu uygarlığı bunlar yaratmış olamazlardı; yoksa burayı istila edip, buranın gerçek sahiplerini öldürmüşler miydi? Ama öyle savaşçı bir görünüşleri de yoktu. Az sonra her biri bir katır büyüklüğünde yedi köpekle çıkageldiler. Köpeklerin hepsi koşumlanmıştı. Daha sonra tebaam olacağım anladığım bu maymunlar, yaban sesler çıkarıyor, elleri kollarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Neyse, köpeklere binip bir tepeye doğru yol aldık. Tepenin doruğunda bir mermer anıt günün ilk ışıklarıyla birlikte göz kamaştırarak ışıyor, parıldıyor, gökyüzüne doğra uzanıyordu.

Bir mermer yazıttı bu.

Üzerindeki yazı her şeyi açıklıyordu:

“Ey insanoğlu!

Ben de senin gibi yazgısının ardında dolanırken yolu buraya düşmüş biri idim. Bu maymunlara padişah oldum. Bütün yöre buyruğum altına girdi. Buranın gizini çözmek yıllarımı aldı. Bu maymunlar da bir zamanlar bizim gibi insanlarmış. Bu kenti onlar kurmuşlar, fakat gün günden bozulmuşlar, değerlerini yitirmişler, doğrularını unutmuşlar; kötülükler, eziyetler, güvensizlik, bozgunculuk almış yürümüş. Kimsenin kimseye güveni kalmamış, herkes birbirinin kanıyla, emeğiyle beslenmeye başlamış. Düşmanlık, zulüm, işkence, yalan, dolandırıcılık gündelik yaşamın gerçeği olmuş. Ve bunlar kendilerine yeniden yol göstermek, yeniden düzene sokmak isteyen öncülerini, yalvaçlarım şehit ediyorlarmış. Bu uğurda çok kurban alınmış. Sonra tanrının gazabına uğramışlar. İnsanlığı hak etmedikleri düşüncesiyle yeniden aşıtlarına, yani maymuna döndürülmüşler. Bütün bir evrimi yeniden yaşamaya cezalandırılmışlar.

Bunlara padişah olmak hem çok güç, hem çok kolaydır. İnsana çok bağlıdırlar, çünkü geçmişleri gelir akıllarına, yeniden insan olmayı elbette çok isterler. Ama gene de sevmezler seni. Hayranlık sevmek değildir çünkü. Onların yönetilmeye gereksinimleri vardır. Kendilerini yönetemezler bunlar, ille de birinin buyruğunda yaşamaya alışmışlardır. Yalnız kaldıkları zaman başlan kargaşalıktan kurtulmaz. Başlarında biri olsun yeter, ne derse desin; ne yaparsa yapsın alkışlarlar; maymundurlar çünkü; kendi düşünceleri, kendi duygulan, kendi istekleri, kendi değerleri, kendi doğrulan yoktur. Yalnızca birbirlerini taklit ederler, birbirlerini hiç sevmezler, ama taklit ederler. Birbirlerine benzemeyi, tıpatıp olmayı erdem sayarlar. Bu yüzden içlerinden hiç kimse bunlara başbuğ olamaz.

Buradan savuşmayı hiç düşünme, çünkü;

Güneye inersen Gulyabaniler ülkesine rastlarsın. Bilirsin, onlar yeryüzünde yerini bulamamış yaratıklardır. İnsanlara karşı sonsuz bir kin duyarlar, ama maymunlardan daha da çok nefret ederler. Çünkü onlar, insan olma fırsatına sahip oldukları halde onu yitirmişlerdir. Bu yüzden de sık sık maymunlar ülkesine saldırılar düzenlerler.

Doğuya gidersen ateşin ve alevin öfkesiyle karşılaşırsın; çünkü yanardağlar ülkesidir burası. Belleksizdir. Her şeyi yakarak var olur. Bu yüzden tarihi yoktur, geleceği de… Yakarak yok ettiğini sandığı şeyleri yeniden karşısında görmek büsbütün çileden çıkarır onu, gazaba getirir.

Kuzeye çıkarsan karıncalar ülkesiyle karşılaşırsın. Karıncaların gelişkin bir türüdür bu. Köpek büyüklüğündedirler. Ancak çalışarak var olabilen, kendini sevmeyen, ama kendini ancak işinde sevebilen yaratıklardır. Küçücük, dar bir dünyaları vardır. Kendilerine dokunulmasından hiç hoşlanmazlar. Sürüler halinde gidip gelirlerse de, çoğu birbiriyle kapışmaz bile. Ezik, mutsuz, karamsardırlar. Yoğun bir umutsuzluk ve öfke barındırırlar içlerinde. İnsanları hiç sevmezler. Kuzeye çıktığın anda seni parçalayıp, yiyeceklerdir.

Batıya gidersen yedi denliler ardına düşersin ki, bu yol ölümün yoludur. Sağ çıkan görülmemiştir.

Senin için en iyi yol, burada kalmaktır.

Burada ölmektir.”

Yazının bittiği yerde, anıtın tam altında gömütü duruyordu.

Anladım ki, buradan kurtuluş yolu yok. Bu yeni yaşama alışmaktan başka umarım da yok. Soyumdan olmayanların arasında padişah da olsam, mutlu değildim. Günlerim çevremi tanımak ve buradan kurtulmanın yollarını aramakla geçiyordu. Bahan bekliyordum. Bu arada gulyabanilerle birkaç kez cenge tutuştuk. Kanlı savaşlardı bunlar, ama hepsinde de benim varlığım unlan ürkütmüş, geri kaçmalarına neden olmuştu. Maymunlar artık bana güveniyor, inanıyorlardı. Beni mutlu sanacak kadar mutluydular. Baharda sınır boylarında denetim yapmak amacıyla ben, adamlarım ve birkaç maymun kuzeye çıktık. Çok düşünmüş, taşınmış ve sonunda kuzeyde kaçış yollan aramakta karar kılmıştım. Biliyordum, çok tehlikeli bir serüvendi bu.

Öteki yönler bütünüyle ölüme açılıyordu.

Oysa kuzey, sonu ölüm de olsa, insana savaşma fırsatı tanıyordu. Bu savaşın sonunda sağ kalınabilir, ya da ölünebilirdi ama, savaşmak ve mücadele etmek imkanı vardı. Daha insanca bir mücadele fırsatı tanıyordu kuzey. Ölüm ve birazcık umut…

Sınır boylarında bol şaraplı bir şenlik yaptık. Şenliğin amacı, maymunları sarhoş edip, etkisiz kılmaktı. Bir büyük ateş yakıldı, ateşin başına toplandık, yenildi, içildi, nitekim daha sonra maymunlar sızdılar. Ben ve adamlarım karıncalar ülkesine doğru doludizgin yol almaya başladık. Günlerce sürdü yol. Ortalıkta henüz hiçbir şey yoktu. Ne tek bir yapı, ne tek bir karınca gözüküyordu. Her yer bomboş, ıssız ve ürkütücüydü. Bu gerginlik çok daha yıpratıcıydı; adeta bir an önce ortaya çıkmalarını ve savaşın başlamasını bekler olduk. Savaşın kesinliği, ıssızlığın ürkütücülüğüne yeğdi.

Açıklık bir alana, taşıl bir düzlüğe varmıştık ki, ansızın karşımıza köpek büyüklüğünde karıncalar çıktı. Büyük ağızlan, güçlü kıskaçtan, sivri dişleri vardı. Adamlarımdan birkaçı gözlerimin önünde parçalandı, yenildi, biz birkaç kişi güçlükle savuşturup onları, yolumuza devam ettik. Artık izimizi sürdüklerini biliyor ve tetikte bekliyorduk. Birkaç gün sonraydı ki, ikinci bir saldırıya uğradık. Bu kez daha kalabalık ve daha vahşiydiler; bizi ellerinden kaçırmış olmanın öfkesi iyice kudurtmuştu onları. Geriye kalan adamlarım ve atlar parçalandı, bir tek ben kurtulabildim ellerinden, deliler gibi koşmaya başladım, ne kadar koştum bilmiyorum, bir ırmak çıktı yoluma. Irmağın öte yanında ise bembeyaz yapılardan oluşan sevimli bir kent vardı. Irmak önümü kesmiş, geçit vermiyordu. Bir gözüm arkada ırmağı geçmek için bir yol, bir köprü, bir geçit arıyordum. Karıncalar yetişirlerse hiç yolu yok kendimi ırmağa atacaktım. Birden aklıma o geyik geldi. O da biz ardında at koştururken denizin kıyısında böyle kalakalmıştı. O zaman avcı olan ben, şimdi avdım.

Ve o zaman anlayamadığım şeyi şimdi anladım.

ikimiz de bir suyun kenarında umarsız kalmıştık. O an bütün serüvenimin beni bu suyun kenarına getirmek ve geyikle yüzleştirmek için kurulmuş olduğunu düşündüm. Yazgı dedikleri şey belki de buydu. İnsanoğlunun bütün dramı kendi tarihiyle, başkalarının tarihinin kesişmemesinden kaynaklanır. Bunu ilk kez o zaman o suyun kıyısındayken düşünmüştüm.

Ben bunları düşünürken, ırmağın öte yakasında yaşlı bir adam belirdi: “Boşuna uğraşma yabancı,” dedi. “Geceleri taşkın akar bu ırmak, bu yüzden de gece ırmağı derler buna, gündüzleri suyu çekilir, yatağı kurur, sabaha sağ kalırsan geçersin bu yana. Şimdi gece yaklaşmaktadır, ırmağın nabzı daha yoğun vurur…”

Anlaşılan sabahı beklemekten başka umarım yoktu.

Nitekim sabah gerçekten suyu çekildi ırmağın, sesi küçüldü, cılızlaştı, yatağı kurudu. Karşıya geçtim; kente girdim.

Her yer kapalıydı. Herkes evine kapanmıştı. Kimse kimseyle konuşmuyordu. Buranın lanetli bir kent olduğunu düşündüm ilkin. Sonra aralık bir kapıdan içeri daldım. Ev sahibi, karısı ve çocukları sofranın çevresine toplanmışlar, yemek yiyorlardı. Beni de buyur ettiler. Ben sordum, onlar söyledi:

“Bu kentin adı Nehievan’dır. Biz de Musa kavmindeniz. Günlerden bu gün Cumartesidir. Kutlu bir gündür. Bir zamanlar Tanrı bize Cumartesi günü balık tutmayı yasak etmişti. Biz de ağlarımızı cumadan atıp, pazar topluyorduk. İnsanoğluna özgü küçük bir kurnazlıktı bu; oysa Tanrı bize bu hilemizden ötürü çok kızdı ve bizi cezalandırdı. Suyumuzu kesti, ırmağın kuruması işte bundandır. Bütün sular geceye itilmiştir.”

O gece orada ağırlandım.

Ertesi gün ev sahibi ile çarşıyı geziyorduk. Memleketime dönüş yollan arıyordum, yeniden insanların arasına karışmıştım. İçim ürperiyordu sevinçten, yurdumu, insanlarımı, alışkanlıklarımı özlemiştim. Herkes çevreme toplanmış, beni dinliyordu çarşıda. Başımdan geçenleri anlatıyordum. Herkesin ilgisini çekinişti anlattıklarım, bir masal kahramanı yerine koymuşlardı beni.

Bu sırada bir çığırtkan, sokak aralarında geziyor ve bağırıp duruyordu:

“Bin altın lirayla güzel bir cariye kazanmak isteyen varsa ardımdan gelsin!”

Bu çağrı ilgimi çekmişti. Altının gücü dönüşümü kolaylaştırabilirdi..Çığırtkanın ardı sıra gidip, bir tüccarın yanına vardım. Akşamına, çok güzel yemeklerin, çeşitli tatlıların, tuzluların bulunduğu bol içkili büyük ve güzel bir sofranın başındaydım. Ardından da körpecik bir cariye yolladılar yanıma. Ne zamandır kadınsızdım.

Mutlu, güzel ve renkli bir geceydi; belli ki ertesi sabah karşılığı ödenecekti.

Ertesi sabah bir devenin sırtında epeyce yol aldıktan sonra, çok yüksek bir dağın eteğine geldik. Tüccar, deveyi oracıkta kesip, kamını boşalttı. \bir kese altın verip elime, dedi:

“Şimdi bu devenin kamına girip bekleyeceksin. Çok sürmez kartallar üşüşür devenin leşine, leşi kaldırıp dağın doruğuna, kayalıklara taşırlar. Oraya konduğunuzda sen devenin kamından çıkarsın. Seni görünce şaşırıp kaçışırlar. Orada eski zamanlardan kalma çok değerli taşlar, mücevherler vardır. Onları torbaya toplayıp aşağıya, bana atacaksın. Taşlar bitince de oradan inersin, tabii çıkması güç ama, inmesi kolaydır oradan, yani bütün doruklar gibidir.”

Bir an düşündümse de, yola çıkmıştım bir kez, geri dönmek olmazdı. Bizim iklimimizde bütün yollara bir kez çıkılır ve dönüşsüz yollardır bunlar, ya ölüm, ya yazgımız bekler bizi. Yazılmış yollan yaşarız…

Devenin kamına girip yerleştim, az sonra kartallar gelip kaptılar devenin leşini. Dağın doruğuna vardığımızda ben ortaya çıktım, kartallar korkup kaçıştılar. Her şey anlatıldığı gibi oldu. Dört bir yan değerli taşlar, mücevherlerle doluydu. Onları bir torbaya topladıktan sonra aşağıya attım. Az sonra da tüccarın atına atlayıp oradan uzaklaştığını gördüm.

Anladım; aldatılmıştım.

İnsanoğlu kuyuya indirdiğine ihanet ettiği gibi, doruğa çıkardığına da ihanet ediyordu.

Dağın başında yapayalnız bırakılmıştım.

Tüccarın söylediği gibi, iniş kolay değil, adeta olanaksızdı. Dört bir yan sarp uçurumlar ve keskin kayalıklarla doluydu. Yanlış atılmış ilk adım, insanı doğrudan ölüme götürebilirdi; tutunacak, üzerine basılabilecek, üzerinde kayılabilecek, herhangi bir girişim için en küçük bir umut veren bir girinti, bir çıkıntı, bir atlama taşı yoktu. Soğukkanlılığımı bozmayarak çevreyi araştırdım. Uçurumlardan biri ötekine göre daha az sarptı. En iyi başlangıç oradan olabilirdi. Nasıl olsa bir yerinden başlamak zorundaydım bu yalçın kayalıkların; çünkü burada kımıltısız beklemek ki neyi beklemek? Ölümden başka bir şey değildi. Dışarıdan gelebilecek hiçbir umut yoktu. Sıcaktan kavrulabilir, açlıktan ölebilirdim. . .

Daha ilk adımda ellerim, kollarım, dizlerim, derilerim kayaların güneşle bilenmiş yalmanıyla parçalandı. Üstüm başım paralanmış, her yanım kan revan içinde kalmıştı, ama sonuçta bilmediğim bir düzlükteydim. Başarmıştım.

Düzlüğün kumul rengi, havası, sahra iklimi gene bir masalın başladığını imliyordu. Bitmeyen, sürekli birbirine bağlanan bir düşte yaşar gibiydim.

Bir zaman uçsuz bucaksız bir düzlükte yol aldım.

Çok sonra bembeyaz bir mermersaray çıktı karşıma. Avlusunda sütbeyaz sakalıyla bir yaşlı ermiş duruyordu. Sanki bin yıldır orada duruyordu. Bembeyaz ipekli mintanını, yerlere dek uzayan bir şal kuşakla sarmıştı, ellerini kamında kavuşturmuş (işaret parmağı havadaydı, sanki gökyüzünde bir yeri gösteriyor) bana gülümsüyordu. Koştum, elini, eteğini öptüm, bu nur yüzlü kişiden yolumu öğrenecek, yardım dileyecektim.

Bir havuz başına oturduk. Avlunun sessizliğinde çevresine serinlik veren küçük fıskiyenin tatlı sesini dinliyorduk. Başımdan geçenleri anlattım, ilgiyle dinledi. İşaret parmağıyla sakallarını sıvazlıyor, arada bir durup gülümsüyordu. Her davranışında bilgece bir olgunluk, oturmuşluk vardı.

Burası kuşların tekkesiymiş.

Süleyman yalvaç burayı kuşlara tekke olarak bağışlamış. Cihanşah’ı karşılayan Şah Mürg, kuşların burada toplandıklarını anlattı. Dünyanın dört bir yanından gelen kuşlar her hafta burada toplanırlarmış. Uzak ülkelerden, değişik mevsimlerden, göçlerden, kendilerinden konuşurlarmış, kendi dillerinde…

Şah Mürg, sarayı gezdirdi bana. Büyülenmiştim. Akşama doğru: “Ben kuşların toplantısına gidiyorum,” dedi. Beni yalnız bıraktı. Canımın sıkılmaması için de bir deste anahtar verdi elime. Sarayın kırk odasının anahtarıydı bunlar. “Bütün odaları teker teker gez, eğlen, yemene içmene bak,” dedi Şah Mürg. “Ama demir kapılı kırkıncı odayı sakın açma! Bir tek ona dokunma!” dedi. “Yoksa en çok sen üzülürsün. Dediğini yaptım. O gittikten sonra her odayı teker teker gezdim, dolaştım. Kuşkusuz her oda kendi içinde ayrı bir dünyaydı. Sonsuz güzelliklere, inceliklere, ayrıntılara sahipti. Her biri bir başka düzenlenmiş, süslenmişti, ama gene de hiçbirinden tat alamıyordum; aklım sürekli o kırkıncı odadaydı. Daha o bir deste anahtarı avucuma aldığım andan itibaren gözümü destenin ucundaki kırkıncı anahtardan alamamıştım. Gözümde sürekli orayı canlandırıyor, orayı yaşatıyordum. Bu yüzden de gezdiğim hiçbir yerin tadına varamıyor, huysuzlanıyordum. Yalnızlıkta isteğim, büsbütün güçleniyordu. Kırkıncı odanın gizi her şeyi unutturmuştu bana, bilinmezliğin büyüsü gözümü bağlamıştı, öteki odaları göremiyordum artık. Kararımı vermiştim, ne olursa olsun, açacaktım kırkıncı odayı. Bu masalı sonuna dek yaşamaya karar vermiştim bir kez.

Ve sonunda açtım demir kapıyı.

Kırk odalı sarayın kırkıncı büyüsü başlamıştı. Olağanüstü güzellikte bir bahçe açılıverdi önümde. Bir düş güzelliğindeydim. Gerçek olamayacak kadar güzel, büyülü mermer bir havuz, havuzun arkasında sırtını batan güneşe vermiş somaki mermerden bir revak, kuştüyü sedirler, ipek şallar, atlas örtüler Binbir Gece çağrışımıyla, akşamın usul rüzgarında dalgalanıyorlardı. Dallar, çiçekler nazlı nazlı salınıyorlardı olduktan yerde. Az sonra gökyüzünde Uç ak güvercin belirdi. Uçarken kanatlan birbirine değiyordu. Alçalırken bir halka oluverdiler, süzüle süzüle bahçeye inip, havuzun kenarına kondular. Kondukları yerde bir silkindiler, gömlek çırptılar, dünya güzeli üç kız oluverdiler. En küçüklerine gördüğüm o an sevdalandım. Soyunup havuza girdiler, yıkandılar, yüzdüler…

Gözlerim kamaşmıştı gördüğüm güzellikten,

Saklandığım yerde bay ılı vermişim…

Gözlerimi açtığımda başucumda Şah Mürg duruyordu. Dargın gözlerle bakıyordu bana…

Ne üç güvercinine de üç kız vardı .ortalıkta…

Şah Mürg’den bağışlanmayı diledim, olan tüteni anlattım. Şah Mürg’ün yüzünde olanları önceden kestirebilen bir anlam vardı.

“Ben sana söylemiştim ya Cihanşah,” dedi.

“Eğer işlediğim bir suçsa ben bunun cezasını çekmeye başladım bile,” dedim, aman diledim, umar diledim.

Şah Mürg anlattı…

Bunlar peri padişahının kızlarıymış. En küçüğünün adı Gevherengin. Kaf dağının ardındaymış ülkesi. Yılda bir kez gelir, bu havuzda yıkanır giderlermiş. Her yıl, aynı gün… Yıllardır bu böyle süregelirmiş. Anlaşılan başka umarım yoktu. Tam bir yıl bekleyecektim.

Şah Mürg dedi:

“Gelecek yıl bu gün geldiklerinde, bekleyeceksin, onlar havuza girdikten sonra sevdiğinin güvercin gömleğini alıp saklayacaksın. Çıktığında bulamaz, bulamayınca da güvercin olup uçamaz, seninle kalır, sana kalır,” dedi.

Tam bir yıl geçti.

Günler ağır, günler uzun, günler zulümkar

Mermersarayın kırk odası kırk mezar

Ve o gün geldi.

Saklandı Cihanşah. Güvercinler gökyüzünde belirdi. Sanki gökyüzü dalgalandı. Gene öyle ağır, usul inip kondular havuzun kenarına, silkindiler, gömlek çırptılar üç kez ve Uç güzel kız oldular yeniden. Ve soyunup havuza girdiler…

Gömleğini sakladım Gevherengin’in, uzun uzun aradılar, bulamayınca da ablaları uçup gitti.

Gevherengin kaldı.

Gevherengin bana kaldı.

Yalvardı, yakardı ı vermedim kanatlarını, tüylerini, güvercin gömleğini, sevdamı söyledim ona, geçirdiğim bir yılı özetledim, bütün hayatımı uzun uzun anlattım, beni sevsin istedim.

Beni sevdi.

Beni sahiden sevdi.

Şah Mürg nikahımızı kıydı kuşlar tekkesinde. Sonra birlikte yola koyulduk… Gülistan ülkesine, babamın yanına, yurduma döndük.

Şah Mürg, biz ayrılırken dedi:

“Sakın verme kanatlarını uçar gider sonra. Seni ne kadar severse sevsin gider. Hatta bazen insan sevdiği için gider. Eğer ona kanatlarını verirsen, yüreği ikiye bölünecektir. Bir seçim yapmak zorunluluğunu duyacaktır. Bunun sonunda gömleğini seçebilir. Onu böyle bir ikilemde bırakma! Bu, ikinizi de mutsuz edebilir, uzun ve sancılı bir oyunu göze almak demektir bu. Değmez. Gerçekten değmez, verme kanatlarını! Haydi şimdi gidin, yolunuz açık olsun!”

Şah Mürg’ün kuşlarından birinin sırtında yol aldılar. Uzun, renkli, coşkulu bir yolculuktu bu. Sevinç doluydular.

Sonunda vardılar.

Cihanşah’a bunca yıl sonra kavuşan Tahmur Şah çok sevinçliydi. Büyük bir toy kurdurdu. Büyük bir düğün, görkemli bir törenle taçlandırdı sevincini, oğluna kavuşmasını, oğlunun mutluluğunu. Gevherengin de mutlu görünüyordu.

Üst üste yaşadığım bu yoğun mutluluk iyice sarhoş etmiş, sersemletmişti beni. Beraberliğimizin ilk gecesi bütün bütüne kendimden geçirdi. Gevherengin’in güvercin gömleğini açıkta bırakmıştım. Sabahında Gevherengin gömleğini kaptığı gibi kanat çırpıp bir güvercin olmuş, karşı evin damına konmuş. Uyandığımda yanımda yoktu. Konduğu dalda dile gelip bana seslendi, dedi:

“Ey Cihanşah! Bir hileyle beni kendi cinsimden, kendi yurdumdan, kendi soyumdan ayırdın! Evet, beni sevdin, biliyorum. Kendi sevgin her şeye yeter sandın. Sevgi her şeyi çözer sandın. Ben de sevdim seni evet, inkar etmiyorum. Ama ben seni severken koşullanınız eşit değildi. Bana seni sevmekten başka hiçbir şans tanımadın. Sevgim konusunda kendim karar vermedim. Şimdi bir başıma yeniden düşüneceğim, seni sevip sevmediğimi ve başka şeyleri… Eğer gerçekten seviyorsan beni ardım sıra gelirsin. Burası senin ülken, sen kendi insanlarının arasındasın, burada mutlu olursun elbet, ya ben ne yaparım? Bunu hiç düşünmedin. Sevmek kolay değildir Cihanşah. Sevmek emek ister. Ben şimdi ülkeme, baba ocağıma dönüyorum. Yurdumun adı Kevher engin’dir. Seni bekleyeceğim,” dedi ve oradan uzaklaştı. Birkaç kez dolandı Cihanşah’ın penceresinin önünde, onu selamlayıp gözden kayboldu.

Gökyüzü şimdi bomboştu.

Ve sonra Cihanşah bu bomboşluğa günler boyu bakacaktı.

Bütün saray bir anda bütün gerçeği öğrenmişti. Cümle bilginler, gezginler, tüccarlar, falcılar, remilciler, abdallar saraya çağrıldı. Çok gezenler, çok bilenler toplandı. Hiç kimse Kevher engin ülkesinin yerini bilmiyordu, adını bile duymamışlardı. Umarsız kalmıştı Cihanşah. Günler, haftalar, aylar geçti. Kendi sevdasıyla kavruluyor, yoğun bir umutsuzluğun kollarında çırpınıyordu. Gideceği yeri, menzilini bilseydi bir an bile durmazdı bu sarayda, ama koskoca bir dünya ve dört yön vardı karşısında. Koca saray bir aslan kafesi gibi onu kuşatıyor, kollarını bağlıyordu.

Bir gün Nehrevan’a gitmeyi akıl etti. Ama orayı da kimse bilmiyordu. Bağdat’a gidecek, orada, binbir masal gecesi olan o kentte nasılsa bilen birine rastlayacaktı. Başka bir yolu, bir umarı yoktu. Yazgısını yeniden yaşayacak ve aynı noktaya gelince başka türlü davranarak yazgısını yenileyecekti.

Nitekim Bağdat’ta öğrendim Nehrevan’ın yönünü. Bunu öğrenmek günler, geceler almıştı, ama öğrenmiştim. Bütün yorgunluğumu unutup Nehrevan’a doğru yola çıktım. Çarşısına varmıştım ki, bir çığırtkan bağırıp duruyor:

“Bin altın lira ile güzel bir cariye kazanmak isteyen varsa ardım sıra gelsin!..”

Ardı sıra gittim.

Yazgımın ardı sıra gittim.

Her şey bir öncekinin aynıydı. Tüccar tanımamıştı beni, her gün yüzlerce delikanlı tanıyor, kiminin kanına girerek servetine servet katıyordu; ne de olsa bütün yüzler ve bütün delikanlılar aynıydı onun için.

Dağın eteklerine vardık, devenin kamına girdim, kartallar leşi kaptı, dağın doruğuna ulaştık, yine aldatıldım, aynı yerden indim, düze vardım, Mermersarayı ve Şah Mürg’ü buldum; dedi:

“Oğlum ben sana dememiş miydim verme kanatlan diye. Sizinki henüz sınanmış bir sevgi değildi ki. Masalının sevdası gözlerini bağladı senin, toyluk ettin. Her şeye yeniden başlamak sandığın kadar kolay bir iş değildir. Kaldı ki o günden sonra bir daha buraya hiç uğramadılar, tekkenin de düzenini bozdun, kendin de mutsuz oldun. Duygularının taşkınlığı sana duygularını yaşama fırsatı bile vermedi. Onların yerini yurdunu bilen yok buralarda. Bekle önümüzdeki aylarda Zümrüdü Anka gelir. Bir tek o bilir onların yerini. Lakin o da seni oraya götürür mü, götürmez mi? bilinmez.”

Yeniden bekleyiş dolu günler başlamıştı.

Tek umudum Zümrüdü Anka’daydı şimdi.

Bütün masallardaki bütün kahramanların umuduydu o.

Aylar sonra geldiğinde uzun uzun yalvardım. Sevdaya, sevdalıya alışkındı, aşkın, sevdanın değerini bilirdi elbet Onca masal dinlemişti sırtında taşıdıklarından, onca masalda yaşlanmıştı. Beni de anladı, sırtına aldı, ne ki ancak bir önceki tepeye dek götüreceğine dair söz verdi. Daha fazla ileri gidemezmiş, perilerden korkuyormuş. Koskoca bir Zümrüdü Anka’nın bile korkulan olması gülünç geldi bana. Yol boyu iyi bir arkadaşlık kurduk onunla, Kaf dağını aştık, beni bir tepe daha ileri götürmeye razı geldi. Zümrüdü Anka’nın sırtında dünya başka türlü görünüyor insanın gözüne. Nice dağlar, tepeler, ovalar, ülkeler aştık.

İndiğimiz yerin karşısında göz kamaştırıcı parlaklıkta beyaz bir saray vardı. Rüzgarın bilediği bir aklıkta ışıyıp duruyordu. Külrengi bir gökyüzü örtüyordu her yeri. Kevher engin ülkesinin bu beyaz sarayının sürekli rengini değiştiren kapısına vardığımda periler beni gördüler. Zümrüdü Anka çoktan gözden kaybolmuştu. Periler tarafından tutsak alındım, derdimi anlattım.

Gevherengin aylardır yolumu gözlermiş.

Doğruca periler padişahının yanına götürüldüm.

Bir sınavdı bu, bu sınavı vermiştim, işte kapısındaydım Gevherengin…

Bu uzun kuleleri pembe bulutlara uzanan periler sarayını Kaf dağının ardında bulmuş, Gevherengin kapısına dek gelmiştim. Yüzü büsbütün silinmişti gözlerimden; yüzünü anımsamaya çalışıyordum. Ne zaman onu düşünsem bir güvercin kanat çırpıp uzaklaşıyor, yüzünü de beraberinde götürüyordu. Periler padişahı kızını sevdiğime inanmıştı. Nasıl inanmıştı bilmiyorum, çünkü onu inandırmak için fazladan hiçbir şey yapmadım. Belki de bu yüzden, yaşadığım fırtınanın sadeliğinden inandı. Bir kez de orada, onların törelerince nikahtandık. Mutlu günler başlayacak sanıyordum. Gevherengin yanımdaydı, ama ben yerimde değildim. İğretiydim. Burada her şey yabancıydı bana, hiçbir anım yoktu bu ülkede, hiçbir şey çocukluğumu çağrıştırmıyordu. Gün günden solgun bir mutsuz oluyordum, bakışlarım dalgındı, gülümsemem anlamsız. Gevherengin anlıyordu beni; mutsuzluğumun, huzursuzluğumun nedenini anlıyordu; bana yardım etmek için kıvranıyor, ama elinden bir şey gelmiyordu. Çünkü gönüllü de olsa bir sürgündüm ve bir sürgüne ulaşmak kolay iş değildi. Sonunda benimle birlikte yurduma dönmeyi önerdi. Biliyordum, bir özveriydi bu. Benim özverime karşılık vermek istiyordu. Oysa benim çektiğim sıkıntılara benzer sıkıntılar, benzer acılar çekecekti. Bir süre sonra benim burada çektiğim yabancılığı, bu yabancılığın getirdiği yalnızlığı o da orada, benim yurdumda yaşayacaktı. Bütün bunları ona anlatmaya çalıştığımda gülümsedi:

“Sen erkeksin,” dedi. “Gömlek değiştirmeyi bilmiyorsun. Bense kadınım; senin rengini almakta güçlük çekmem. Sana erkek olduğun için öğretilmeyen şey, bana kadın olduğum için öğretiliyor. Hepsi bu.”

Ona inanmaktan, ona güvenmekten başka umarım yoktu. Biliyordum bir erkek bencilliği, bir sevgi bencilliğiydi bu. Bir süre sonra yola çıktık. Periler padişahı yanımıza koruyucu olarak bir bölük ifrit kattı. Kona göçe yolculuk ediyor, yolculuğun tadını çıkarmaya çalışıyorduk. Yolculuğumuz bu yüzden uzun sürdü.

Konaklama yerlerinden birinde ifritler dalgın dalgın oturuyor, bense ateşin başında, sönmemesi için ateşi güçlendiriyordum. Gevherengin az ileride çadırımızda dinleniyordu. Derken nerden çıktığını anlamadığımız, bu ıssız bozkırın ortasında ne aradığım bilmediğimiz bir pars sürüsünün saldırısına uğradık. Göz açıp kapayıncaya başımıza üşüşen parslardan geriye bindir parçaya bölünmüş Gevherengin kaldı. O kırmızı çadır ölümü çağırmıştı. Acımı anlatacak söz bulamıyorum, gerçekten bulamıyorum. Her saldırıda ben sağ kalıyordum. Gözümün önünde parçalananların acısını bütün ömrümce kendimde taşıyayım diye hep ben sağ kalıyordum. Üstelik bu kez Gevherengin… hem de gençliğimizin ve ömrümüzün en güzel, en mutlu zamanında… bir daha bu iklimde hiç pars görülmedi… İfritlerden biri, periler padişahına gitmiş, anlatmış olan biteni. Padişah çıkageldi, kızının ölüsünün başında, ondan diledim:

“Ey değerli padişahım! izin verin karımı öldüğü yere gömeyim, ömrümün sonuna dek onun mezarım bekleyeyim. Bu sizden son ve tek dileğimdir,” dedim. Sevdama inanan padişah acıma da inanmıştı.

“Karasevda kansız, kurbansız olmazmış derler,” dedi. “Diyecek sözüm yoktur ya Cihanşah, sizi ayırmak bana düşmez, var dilediğin gibi yap.” ‘

İşte ya Belkıya! O gün bugün burada bu mezarın başını beklerim. ölümümün başını beklerim. Mevsimlerin değişimini izlemekten başka yapacak bir şey kalmadı bana…”

Cihanşah, öyküsünün sonuna geldiğinde Belkıya ayağa kalktı:

“İnsanların arasına yeniden dönmek istemeyeceğini biliyorum, bu kadar derin bir küskünlük artık hiçbir şeyi bağışlamaz. Sana gönül erinci dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Ben artık yoluma gideyim.”

Cihanşah uğurladı Belkıya’yı, parmak uçlan yeniden birimine değdi. Masalları birbirine karıştı.

Yeniden uzun yollara yazgılandı Belkıya. Sonunda büyük bir bahçeye düştü yolu. Bahçe! gene bahçe! o yitik cennet duygusu! Belkıya bahçeye adımını yeni atmıştı ki, ansızın önünde açılan bir büyük yelpaze, bahçenin görüntüsünü kapadı. Bu yelpaze, bu rengarenk tılsım bahçeden daha güzeldi; çünkü olağanüstü renkleri, biçimi ve çizgileriyle bir bahçe değildi ama bir bahçeyi çağrıştırıyordu.

Yelpaze kapandı.

Şimdi Belkıya’nın karşısında olanca görkemi ve güzelliğiyle Tavusu Azam duruyordu.

Belkıya sordu:

“Ey güzel kuş! Ey kutlu kuş! Burası neresidir? Sen kimsin?”

“Burası Hızır Aleyhisselam’ın bahçesidir. Ben burada oturuyorum. Bana, Tavusu Azam derler. Hazreti Adem ile birlikte cennetten kovuldum.”

Tavusu Azam, Belkıya’ya cennetten nasıl kovulduklarını anlattı. Bambaşka anlattı. Belkıya şaşkınlıkla dinledi, çünkü dinledikleri bütün öğrendiklerini yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyordu.

“Her neyse,” dedi Tavusu Azam. “Bu ayrı bir hikayenin konusudur…”

Belkıya sordu:

“Ey Tavus! Beni yeniden insanların arasına, yurduma gönderebilir misin?”

“Bu benim işim değildir,” dedi. “Bekle Hızır Aleyhisselam gelir az sonra, derdini ona anlatırsın, belki seni yurduna gönderir,” dedi.

Hızır Aleyhisselam, Belkıya’yı dinledi. Belkıya’nın sözü bittiğinde:

“Gözlerini yum,” dedi Belkıya’ya. Elinden tuttu onun. Belkıya gözlerini sımsıkı yumdu. Gözlerini açtığında sarayının önündeydi.

Şahmeran burada sustu.

Camsap şaşkındı. Belkıya’nın dönüşü çok birdenbire gelmişti ona.

“Bütün o serüven bir tek göz yummasıyla bitti öyle mi?” dedi Camsap.

“Hayat böyle,” dedi Şahmeran. “Hayat da bir tek göz yummasıyla bitiyor, değil mi?”

Üzgündü. Masalın sonuna gelmişti. Ve Camsap gidecekti, bunu biliyordu.

“Daha fazla uzatamayacağım bu hikayeyi,” dedi Şahmeran. “Zaten bin masal gecesi de doldu.”

“Ben de gözlerimi yumayım mı ya Şahmeran?” dedi Camsap.

Şahmeran: “Biliyorum gideceksin, seni daha fazla burada tutamam artık. Yalnız senden bir dileğim var: Yurduna döndükten sonra hiç hamama gitmeyeceksin, yıkanmayacaksın. Çünkü Şahmeran’ı gören insanoğlu eğer hamama giderse, belinden aşağısı pul pul olur, gizini ele verir. O zaman da beni gördüğü, be. nimle karşılaştığı anlaşılır.”

Camsap yeniden antlar içti. Hiç kimseye bir şey söylemeyeceğine ve hiç hamama gitmeyeceğine uzun uzun yeminler etti.

İfritlerinden birini çağırıp, Camsap’ı çıkış kapısına dek götürmelerini söyledi Şahmeran.

“Haydi şimdi git,” dedi. “Durma, hemen git.”

Sonra da ardından uzun uzun ağladı.

Ve Camsap yeryüzüne döndü.

Yaşadığı büyü bitmiş, dinlediği masal sona ermişti. Şahmeran da, ülkesi de uzak bir anı gibiydi daha şimdiden. Oysa Camsap mutlu olmadığının farkına vardı. Yeniden evine, yurduna dönmek; anasına, insanlara kavuşmak onu sandığı kadar mutlu etmemişti. Ama biliyordu ki Şahmeran’ın ülkesinde de kalsa benzer duygulan yaşayacaktı. Ne yeraltında, ne yeryüzünde kendine yer bulamayan, bütün hayatlardan kovulmuş mutsuz bir sürgün olmuştu. Şahmeran’ı, onun ince, güzel yüzünü, tılsımlı bakışlarını, tatlı söyleşilerini özlüyor; andına sadık kalacağına güvenerek derin bir iç erinci duyuyordu. Hiç kimseye hiçbir şey söylememişti daha. Uzun yıllar da söylemeyecekti.

Evinin kapısına varıp, eşikten içeri ilk adımını attığında anası çok şaşırmış, bocalamıştı. Şaşkınlığının sevince dönüşmesi zaman almıştı. Ne zamandır görmediği, öldü sandığı oğlu şimdi capcanlı, dipdiri karşısında duruyor; ışıldayan gözlerle ona gülümsüyordu. Sonra kucaklaştılar, ağlaştılar, dertleştiler. Anası, oğlunun büyümüş olduğunu gördü, üstelik onu büyüten şeyin, yalnızca aradan geçen zaman olmadığını da sezdi.

Camsap’ı kuyuya atıp, yazgısına terk eden arkadaşlarının her biri şimdi büyük birer tüccar olmuşlar; işleri yolundaymış.

Kazançları çok iyiymiş, arada bir suçluluklarından kurtulmak için olsa gerek, Camsap’ın anasına birkaç kuruş yardım ediyor, yiyecek erzak, yakacak odun gönderiyorlarmış.

Camsap kimseyi görmek istemedi.

Onları bağışlayacak gücü olmadığını düşündü. Ayrıca onları bağışlamanın ya da bağışlamamanın hiçbir önemi yoktu gözünde. İhanetlerine karşılık, Camsap’ı susturmak için haramla kazanılmış servetlerinin çoğunu verebilirlerdi ona, ama bu neyi değiştirirdi? Artık hepsi büyümüşler, o sorumsuz, dünyadan haberiz yeniyetme arkadaş çetesi dağılmıştı.

Derin bir küskünlük ve yalnızlık içindeydi. Kimsenin bilmediği bir şeyi biliyordu şimdi. Babası Danyal ile Belkıya’yı düşünüyor, onların nasıl bir yalnızlık içerisinde öldüklerini anlıyordu. Bilmenin lanetine uğramı; yalnızlardan olmuştu.

Bunca yıldır nerede ve kiminle olduğu herkes için bir giz olarak kaldı. Arkadaşlarının, annesine ve herkese söyledikleri gibi, ormanda kaplanlar tarafından parçalanmamıştı, ama bunca yıl nerede yaşamıştı? Kimlerleydi? Bunları hiç kimse bilmedi, öğrenmedi. Suskunluğunun ardına gizlenerek yaşadı. Her gün günlük işlerini görüyor, çalışıyor, dinleniyor, okuyor; öte yandan Şahmeran’ın kalesinde geçirdiği bin masal gecesinin büyüsünü özlemle anıyordu. Bir insanın ancak bir kez yaşayabileceği ve bir daha hiç unutamayacağı bir tansığı yaşamıştı. Yeryüzüne döndükten sonra yaşamı renksizleşmiş, sönükleşmişti. Yaşamında tutku, coşku ve şiddet sönmüştü. Sürgit yaşadığı günlerin birinde acı bir biçimde anladı ki, artık yalnızca ömrünü tamam etmek için yaşıyor ve bir kez Şahmeran’ı gördükten sonra artık hiçbir zaman eski Camsap olamayacak. Derinde, çok derinde bir şeyi bütün bütüne yitirmiştir.

Sakladığı giz, onu insanlardan ayırdı, evine kapandı, kendine kapandı Camsap.

Günler, haftalar, aylar, yıllar hep aynı biçimde bir örnek yaşandı, geçti. Ne ki günlerin birinde ülkenin padişahı Keyhüsrev ağır ve umarsız bir hastalığa tutuldu. Nice tabipler, nice bilginler, nice efsuncular derman bulamadılar derdine. Üstelik gün günden kötülüyor, bedeninde onulmaz yaralar açılıyor, dayanılmaz sancılarla kıvranıyordu. Adı bilinmedik, eşi benzeri görülmemiş bir hastalıktı bu.

Veziri remil ilminde bilgin, efsuncu bir kişiydi; adı Şehmur’du. Halkın hiç sevmediği, padişahın dalkavuğu, çıkarcı, fırsatçı, mazlumun kanlısı, zulümkar yanlısı bir vezirdi. Baktığı remiller hep başkalarının yıkımı üzerineydi. Aklı sürekli kurnazlığa, hileye, fesada, hayınlığa çalışırdı. Vezir Şehmur, anladı ki bu hastalığın derdine tek çare, Şahmeran’ın etidir. Şahmeran’ı yakalayıp keserlerse ve etini padişaha yedirirlerse, padişah sayrılığından kurtulacak, ülkedeki kargaşa dinecek ve bütün ülke esenliğe kavuşacak. Ülkenin bütün sorunları, dertleri, sıkıntıları bir anda padişahın sayrılığıyla özdeşleşti. Onun iyileşmesi, dahası yaşaması için Şahmeran’ın eti gerekliydi. Bir anda ülkede büyük bir Şahmeran avı başladı. Nedense herkes hiç tanımadığı, hiç görmediği, hiç bilmediği Şahmeran’ın düşmanı kesilmişti.

Gerçekten kimse Şahmeran’ın yerini bilmiyordu, ama herkes birbirine Şahmeran’ı görmüş ve yerini bilen biriymiş gibi kuşkuyla davranıyor, kimse kimseye güvenmiyor, herkes huzursuz, tedirgin ve suçlu bir yaşam sürüyordu. Herkes, bir başkasının kendisinin Şahmeran’ı görmüş olduğuna ve yerini bildiğine inandığını düşünerek, bütün davranışlarıyla bunun tersini kanıtlamaya uğraşıyordu. Herkes birbirinin muhbiri, katili, celladı olmuş; güvensiz, mutsuz, karanlık günler başlamıştı. Baba oğula, usta çırağa, komşu komşuya düşman olmuştu. Güce susamış küçük adamlar için gün doğmuştu. Yararlı, olumlu, güzel şeylerle var olamamış bu insanlar başkalarına kötülük ederek, başkalarının korkularıyla besleniyor, kapladıkları irili ufaklı orunların tadım çıkararak yeryüzünde ancak böyle var olduklarını duyuyorlardı. Baskılar yoğunlaşıyor, sık sık evler basılıyor, insanlar toplanıyordu. Alanlarda toplanan halk toplu halde hamamlara götürülerek yıkanıyor, belden aşağılan denetlenerek pullanıp pullanmadıklarına bakılıyor, sonra da salıveriliyorlardı, insan onuru, insana saygı ayaklar altına alınmıştı; baskı, zulüm ve tehdit olanca hızıyla sürüyordu insan yaşamında.

Camsap, kentin dışındaki küçük kulübesinde her şeyden uzak, soluksuz, renksiz, küçük bir yaşam sürüyordu. Ama genişleyen halka onu da içine almakta güçlük çekmedi. Padişahın kolluk görevlileri, Camsap’ın da kapısının eşiğine gelmişlerdi. Dunun üzerine ilkin yakın, sonra uzak köylere kaçtı. Oysa padişahın durumu ağırlaştıkça, sayrılığı ilerledikçe baskılar daha da artıyor, gizlenebilecek yerler azalıyor, genişleyen halka herkesi içine alıyordu. Nitekim günün birinde Camsap’ı da ele geçirdiler, onu da gönderdiler hamama. O güne değin, Şahmeran’a verdiği sözü tutarak hiç hamama gitmediği için bedeninin gizini ve belden aşağısını koruyabilmiş olan Camsap, daha yediği ilk tas su ile belden aşağısının pul pul olduğunu ve gümüşsü ışıltılar yaydığım gördü. Onlar da gördü. (Daha önceleri defalarca düşünde görmüştü bunu, belden aşağısı pullanıyor, ışıyor ve giderek Şahmeran’a benziyordu. Kendi düşlerinin Şahmeran’ı, yani kendi kendinin katili olmuştu.) Camsap’ı kapıp Vezirin huzuruna getirdiler. Camsap, Şahmeran’ı hiç görmediğini, tanımadığını, yerini bilmediğini söyledi. Israr ettiler, diretti, kimseyi ikna edemedi, inandıramadı kendine; çünkü bütün inkarları boşa çıkıyor, pullanmış bedeni her şeyi ele veriyordu; bedeni şimdi kendisine düşmandı ve hızla yıkımını getiriyordu. Bütün sorulan yanıtsız, bütün ısrarları karşılıksız bırakan Camsap’ı sonunda işkenceye çektiler. Pullanmış bedeni en ağır hakaretlere, en utanç verici aşağılamalara, en katlanılmaz işkencelere hedef oldu. Sonunda direnme, dayanma gücünü yitirmeye, usul usul çözülmeye başladı. Kendine katlanabilmek, kendi gözünde kendini haklı kılabilmek için, kendini kendine karşı savunabilecek gerekçeler aramaya, bulmaya başladı.

“Hiç olmazsa mağaranın ağzına dek götürürüm,” diyordu.

“Mağaranın ağzına dek götürmek, yerini göstermek, onu ele vermek demek değildir ki,” diyordu.

“Ben söylemesem başkası söyler nasılsa,” diyordu.

“Belki de bir tansık gerçekleşir, Şahmeran kendini kurtarır,” diyordu.

Ve bunun gibi nice şeyler diyordu. Bir yandan da biliyordu ki, bunların hepsi ince bahane…

Ve sonunda Vezir Şehmur ve onun adanılan ve bir bölük ahali mağaranın ağzına geldiler. Camsap bir an durakladı. Utanç anı gelmişti. Titreyen parmağıyla gösterdi: “İşte burası!” dedi. Yer sarsılsın, gök gürlesin, kıyamet kopsun istedi. Efsuncu Vezir Şehmur tütsüler yaktı, büyüler yaptı, mağaranın ağzına okunmuş sular döktü. Mermer kapağın kaldırılmasıyla birlikte ortalığı kaplayan yoğun bir duman içerisinde yüzü kapkara bir peçeyle örtülmüş bir ifrit belirdi; başındaki gümüş tepside kırgın ve öfkeli bakışlarıyla Şahmeran duruyordu. Vezir Şehmur heyecandan titreyen elleriyle uzandı Şahmeran’ı almak için; Şahmeransa yeniden karşısında Ukap’ı görüyor gibiydi. Aynı patlak gözler, titreyen sakallar, ince dudaklı salyalı bir ağız, ihtirastan kasılmış seğirip duran gergin bir yüz…

“Dokunma bana!” dedi Şahmeran. “Sakın dokunma! Yoksa sokar, zehirlerim seni! Bırak beni Camsap alsın, onun kucağında gideceğim buradan!”

Sonra Camsap’a döndü:

“Ben sana söylemiştim ya Camsap,” dedi. “İnsanoğlu ihanet eder. İnsanoğlu güçsüzdür, dayanıksızdır, dönektir.”

Camsap gözlerini kaçırdı, başım önüne eğdi.

“Tıpkı Belkıya gibi,” dedi Şahmeran. “Evet, evet, ne kadar da Belkıya’ya benziyorsun, daha önce bunu hiç fark etmemiştim.”

Camsap tutamadı kendini, dizlerinin üstüne çökerek ağlamaya başladı.

“Bağışla beni, Şahmeran’ım, bağışla beni,” dedi. “Yıllardır sakladım gizini, yıllardır kilitliydi dudaklarım. Ne zamandır da kaçıp saklanıyordum inan, ama sonunda yakalandın, günlerce işkence ettiler bana, yenik düştüm… Gizinle yüklü yüreğimi ele verdim…”

“Ağlamak yakışıyor sana ya Camsap,” dedi Şahmeran. “Demek erkekler ağlayabilseler daha güzel olacaklar. Her neyse, üzülme artık. Kimbilir belki de ben, kendim hazırladım ölümümü. Ta başından beri kendim hazırladım, belki de bütün hayatım katilimi beklemekle geçti, ben bunu saklanmak sandım. Ta başından beri yazgımı başkalarının ellerine bırakmakla; kaçıp saklanmakla; gizlenmeyi korunmak sanmakla; insan gibi hissedip, yılan gibi yaşamakla; duygulanma yenilmekle; saklandığım yerde olacakları beklemekle ben zaten ölümümü hazırlamış oluyordum. Belki de bütün hayatım gizli ve nazlı bir intihardı. Her neyse, artık bunları konuşmanın kimseye bir yaran yok, yalnız sana son bir öğüdüm var ya Camsap. Biliyorsun Belkıya’ya da son bir öğüdüm vardı. Öldükten sonra beni geniş bir toprak çanağa koysunlar. Üzerime senin yıkandığın hamamın suyundan döküp kaynatsınlar. İlk suyumu sen içme, o suyu bırak Vezir içsin, ikinci suyu kendin iç; ilk suya ağumu salarım, ikinci suya ise özümü. Padişaha gelince etimden yiyip iyileşecektir elbet; ama çok yaşamayacaktır ki. Zulümle beslenen bir imparatorluğun ne kadar ayakta kalabileceğini sanıyorsun sen? Er geç yıkılacaktır. Şimdi şifa olan etim bir gün ağuya dönüşecektir. Bu kez de daha onulmaz sayrılıklar baş gösterecektir mazlum kanıyla beslenen bedeninde. O zaman da onu hiç kimse kurtaramayacaktır.”

Saraya doğru yola çıktılar.

Saraya vardıklarında geniş kapılar ikiye açıldı. Avluda büyük bir ocak kurulmuştu. Büyük bir ateş kurban eti bekliyordu. Avlunun dört yanını çevreleyen tahta masalar yiyeceklerle donatılmış, altın kupalara içkiler doldurulmuş, büyük bir şenliğin hazırlıkları yapılmıştı. Fenerler, bayraklar asılmıştı; oyuncular, dansçılar, hokkabazlar, çalgıcılar, sihirbazlar büyük gösterilere hazırlanmıştı.

Geniş, derin bir toprak çanağa yatırıldı Şahmeran’ın gövdesi.

Artık ölüydü.

Yüzlerce insan seyretmişti katledilişini.

Kaynayan su köpüklendikçe Şahmeran’ın kırk parçaya bölünmüş gövdesi, suyun içerisinde yer değiştiriyor, fokurdayarak su yüzüne çıkan her parça dile gelerek şifasını söylüyordu. Bu arada Camsap, ilk suyu içirdiği Vezir Şehmur’un’ ölüm haberini aldı. Debelene debelene, en büyük acılarla kıvranarak can vermişti Şehmur. Kim bilir, belki de padişahtan çok padişahçı olmanın yazgısı, padişahtan önce ölmekti.

Kendi içtiği ikinci su ise, kendisini bir iç erincine kavuşturmuştu; önündeki günlere katlanabilme kolaylığı sağlamıştı anlaşılan.

Bir süre sonra ateş söndü, ocak dindi.

Camsap, Şahmeran’ın kırk parçasını kırk gün içinde padişaha yedirdi. Her geçen gün yaralan biraz daha iyileşiyor, kabukları dökülüyor, sancılan azalıyor, ağrıları diniyordu. Kırkıncı günün sonunda büsbütün iyileşip ayağa kalktı. Yıkandı, giyindi, süslendi, kokular sürünüp, takılar takıp divana çıktı.

Lakin “Danyal oğlu Camsap huzura buyursun!” dediğinde, Camsap kenti terk etmiş, uzak dağ yollarına, çöllere, abdallığın serüvenine yazgılanmıştı.

Bir daha Camsap’ı gören hiç kimse olmadı.

Ne ki adı el’an bakidir, encamı konusunda ise rivayetler muhtelif.

Bir hamamda boğulduğu söylenir;

Daha ilk yıkandığı hamamda.

Ustam Şahmeran hikayesinin sonuna geldiğinde ben büyük kente gitmeye hazırlanıyordum. Kazandığım parasız yatılı sınav beni ondan ve Şahmerancılığın tezgahından ayırıyordu. İkimizin üzerine de bir hüzün çöktü, birbirimizden gözlerimizi kaçırıyorduk. Acılı bir sesle anlatıyordu Şahmeran’ın sonunu. İzini sürmeyeceğim anlaşılmıştı; gidecektim. Oysa zenaatımda epey ilerlemiştim. Hem eline çabuk, hem ince işçilikte hünerli olmuştum. Toyluğumdan gelen atılganlıktan olsa gerek, çok cesur renkler deniyordum. Çalışmalarımda beni genellikle serbest bırakan ustam, cesaretimin pervasızlığa ulaştığı bazı zamanlar bana müdahale ederek anlatımımı kolluyordu. Ustam diyordu: “Senin şahmerancılığa katacağın şey, Şahmeran’ın yüzüdür. Senin Şahmeranların bomboş bakmıyor, hepsinin de yüzünde derin bir anlam, mağrur bir acı var; yani, en zor olanı başarıyorsun. İyi bir yoldasın; senin çizdiklerinde Şahmeran yalnızca bir suret olmaktan çıkıp, yaşayan, acı çeken, sorumluluk duyan, duygularını ele veren bir varlık oluyor. Zenaatımızda yeni olan bir şey bu. Senin Şahmeran’ın içini gösteriyor, çünkü sende insanların içini görme gücü var oğlum!”

Bu sözlerin, bu övgülerin ne kadarı gerçek, ne kadarı beni yüreklendirmek içindi, bilmiyorum. Ama önemli bir gelişme gösterdiğim kesindi. Hem çabuk, hem özenli çiziyordum. Çizdiğim bütün Şahmeran levhaları çok beğeniliyor, çabucak satılıyordu. Kısa sürede herkesin izlediği, geleceğini merak ettiği biri olmuştum. Ustam benimle övünüyordu; bir ara beni kıskandığını bile düşünmüştüm; ya da o kimi davranışlarıyla bunu düşündürmüştü bana. Bu duyguların ona mı, bana mı ait olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim, öğrenemeyeceğim. Ama ustamın söylediği bir şey vardı ki, bu biraz olsun beni haklı çıkarır, ustam:

“Sanat bir rekabet işidir,” derdi. “Lakin rekabet kişiye soyluluğunu unutturmamak.” Ustalık, biraz da rakip yetiştirmekse eğer, demek ki biraz da ecelini hazırlamak işiydi. Adı ne olursa olsun, yaşadığımız o gerginlik, ikimizi de yaratıcı kılıyordu.

Kuşkusuz bir yanda eski ocağının tütmesini, zenaatının benim ellerimde sürmesini isterdi; öte yandan gideceğimi biliyordu. Bu konuyu hiçbir zaman konuşmadı benimle, hiçbir şey söylemedi. Onu terk edeceğimi biliyordu. Onun geleceğini öldürmüştüm.

İçimdeki bütün çatışmalar dinmişti.

Ona karşı beslediğim bütün karşıt duygular silinmiş azıcık acımayla karışık yoğun bir sevgi bütün yüreğimi kaplamıştı. Onu terk ediyordum.

Terk etmenin kazanmak olduğunu sandığım yaşlardaydım.

Oysa ayrılırken, ustamın elini öpmeye gittiğimde, demişti:

“Şahmeran’ın bacakları dünyanın bütün yollarındadır.”

Aradan yıllar geçmiş; yetenekli, genç bir yazar olarak tanınmıştım. tik kitabımın çıktığı sıralar, yeniden o küçük taşra kentine, o doğduğum, büyüdüğüm yere gitmiş, ona ilk kitabımdan sunmak istemiştim. Gecikmiş bir gönül borcuydu bu.

Oysa ustam ölmüştü; yetişememiştim.

Kaç zamandır ona neler söyleyeceğimi kurmuştum kafamda. Ondan özür dilemek istiyordum; onu çıraksız, oğulsuz yüzüstü bırakmıştım.

“Sana ihanet etmedim ustam,” diyecektim. “İnan bu yaptığım da bir şahmeranlılıktır. Hem sen demez miydin bana: ‘Sende insanların içini görme gücü var,’ diye…”

Diyemedim, hiçbir şey diyemedim.

Benden sonraki hiçbir çırağı gelecek vaat etmemiş.

Kendisiyle birlikte sönmüş ocağı.

Koltuğumun altında ilk çizdiğim Şahmeran levhasıyla nasıl babaannemin kapısında kalakaldıysam, şimdi de öyle kalakalmışım. Değil kendisi, dükkanı bile yerinde değildi; çoktan yıkılmış, yerine başka bir yapı kondurulmuştu. Neden, ne zaman dönersek dönelim, terk ettiğimiz şeyleri yerli yerinde bulacağımızı sanırız? Neden? Ustamın dükkanının yerine yapılan o çirkin, iğreti yapının önünde ansızın Belkıya’nın, Camsap’ın dönüşlerindeki mutsuzluğu kavradım. Elimde olmaksızın gözlerimi yummuştum. Bir göz yummasıyla şimdi dünyanın her yerinde olmak istedim. Ustamın sözleri geldi aklıma ve dünyanın bütün yollarında olan Şahmeran’ın bacaklarını o an yazmaya karar verdim. Bana yapacak başka bir şey kalmamıştı. Yazacaktım. Durmadan yazacaktım. Başıboş avare bir çocuk olmayayım diye beni Şahmerancı yanına çırak veren babam, nereden bilebilirdi ki bu çıraklık serüveniyle birlikte benim böylesine başı dolu avare bir çocuk olacağımı…

Hemen o gün terk ettim kenti ve döner dönmez bu hikayeyi yazdım.

Ustam! Bağışla beni, seni sevmek için ölmeni beklemişim.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz