Göç ve Asimilasyon Üzerine | Sırrı Süreyya Önder: “Mesai saatinde ölmek yasak!”

Asimilasyon, geçen asrın en sevimsiz kavramlarından biri olarak yazıldı insanlığın ortak hafızasına…
Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının belki ve sadece bir tek sevimli(!) uygulaması oldu. Hangi türküde ‘Kürt’ geçiyorsa, ‘Gül’ ile yer değiştirdi. Bu sebepten dolayı, siz yıllarca Kürt Ali’yi ‘Gül Ali’ olarak dinlediniz. Yazının başlığında bu kez tersine bir takas görüyorsunuz. Sebebi, gülün Kürt’e mahcubiyetini bir nebze de olsa gidermek kaygısıdır.
Çok eski bir Adana türküsüdür “Adana’ya kar yağmış / Kar altında gül kalmış”.
Adana’da mevsim sıcaklıkları, bilindiği gibi daima Türkiye ortalamasının hayli üzerinde seyreder. Kar mevsiminde gülün çoktan açmış olması bu yüzdendir. Yirmi beş yıldan bu yana artık Adana’ya kar yerine tipi yoğunluğunda Kürt yağıyor.


Bilgisayrına indir

Sazdan, samandan seksen kadar virane
Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği’nin (GÖÇ-DER) raporuna göre çatışmaların şiddetlendiği 1990’lı yıllarda, 3 bin 438 köy askerler tarafından zorla boşaltılarak, 4 ile 4.5 milyon arasında Kürt vatandaş, yaşadığı yerleşim alanından zorla göç ettirildi. Zorunlu göçe tabi tutulanların sorunlarının araştırılması ve alınması gereken tedbirlerin tespit edilmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’nun araştırmasında, 500 bin insanın zorla yerinden göç ettirildiği belirtildi. Ancak köylerin boşaltıldığını kabul etmesine rağmen araştırma komisyonu, göçün ‘doğal’ göç olduğunu iddia etti. Korucu olup, kendi hısımına kurşun sıkmayı kabul edenler kaldılar. Bu ayıbı kabul etmeyenler göç ettirildiler. Kalanlar, gidenlerin tüm varlığına el koydular.
İşte Meclis’in ‘doğal’ saydığı şey buydu! Doğaya baktığınızda da böyle bir kurt kanunu işler. Herhalde ‘doğal’ derken bunu düşündüler.
Ocaktaki yemeğini, ahırdaki kuzusunu, ayakkabısının tekini bile alamadan bir çileli gurbete tehcir ettirildiler. İstanbul en çok gidilen yerdi, büyük çoğunluğu ilk defa gördüler İstanbul’u. Eskiden her kentte gerçek isminden başka ‘Bağırsakağzı’ diye tabir edilen semtler vardı. Anlamını kestirmeniz güç değil. İşte o tarife uyan, çoğunuzun gündüz bile girmeye çekineceği semtlere yerleştiler. İkinci sırayı Adana alıyordu…
Biz de Adana’ya gittik. Karataş ilçesine giderken Tuzla beldesinin tabelasını görüp de oraya yöneldiğinizde, İstanbulsever bir yetkilinin ironi şahikası tabelaları, yolunuza çıkıp dururlar. ‘Kadıköy, Göztepe, Yenikapı vs.’ diye adlandırılmış yerleşim yerlerinden geçersiniz. İsimleri dışında bir benzerlik bulmak için boşuna yorulmayın. Tuzla’ya gelmeden Çukurova’nın atardamarları sayılan sulama kanallarından birini göreceksiniz. İşte orada durun ve sağınıza bakın. Sazdan, samandan, kamıştan yapılma seksen kadar virane göreceksiniz. Orada yaklaşık beş yüz Kürt yaşamaktadır, eğer buna yaşamak denirse…
Çoğu 1986 yılında olmak üzere, hepsi de evleri, meraları, davarları, yatakları, yorganları yakılarak köylerinden bir gecede çıkartılmışlar. Kısmetsizlik midir nedir, ‘Güneşi Gördüm’ filmindeki gibi “Lütfen köyü boşaltır mısınız?” diyen centilmen bir subaya denk gelmemişler. Norveç ya da İstanbul’a gidecek mecalleri de olmadığından, yolculukları çaresiz Çukurova’da son bulmuş. O gün bu gündür doğuşuyla birlikte tarlalara gidip, batışıyla birlikte kamış kulübelerine dönene dek sadece yakıp kavuran Çukurova güneşini görüp duruyorlar…
“Ölüm Allah’ın emri, ama ölüye de saygıyla yaklaşmak gerek” diyor Meltem Şahiner. Neredeyse ilk göçerlerin geldiği günden bu yana fotoğraf makinesiyle onların bol ölümlü hikâyelerini ölümsüzleştirmenin peşinde.
Bir arkadaşının “Çukurova’da yaşayıp da tarımı bilmemek, okyanusa kıyı bir şehirde yaşayıp yüzme bilmemek gibidir” demesiyle başlamış macerası. Tarım alanlarını gezerken Kürt göçerlerini görmesiyle birlikte, Çukurova ete kemiğe ya da insana bürünmüş onun için. Onun sanatını bu insanlara vakfetmesine yol açan olay, aslında bu ülkenin otuz yıllık kaosunun özeti gibidir:
“İlk gelen ailelerden biri tarlada çalışırken babaları ölüyor. Yabancılara mülk satışıyla oradan geniş topraklar alan firmanın yetkilileri, hemen feryat figan ağlayan aileye müdahale ediyorlar. Babanın cesedi, firmanın deposuna kaldırılıp buz kalıpları üzerine uzatılıyor: Ölü bekleyebilir, ama ihracat beklemez! Önce tarladaki mahsul TIR’lara yüklenir. Gün biter. Akabinde ölü defnedilir. Herkesin yevmiyesi tam olarak verilir verilmesine, ama rahmetli ölmek için mesai sonunu bekleyemediğinden ailesine yarım yevmiye ödenir.”
Küreselleşmeye yeni heves edenler veya “vahşi kapitalizm dediğiniz de nedir acep?” diye merak edenler için, en kestirme bilgilenme yukarıdaki olayda saklıdır:
Önce kendi yurttaşını öz yurdunda sürgün edersin. Onlar da ‘Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlak ve faziletine sahip olmadıkları’ için gidip senin öz toprağını sattığın yabancının tarlasında Türk işçisinin yarı parasına amele olur. Bir yandan işsizlik oranı azalmış olur, diğer yandan necip milletimiz “bu Kürtler geldi, her şey bozuldu” diyerek milli (!) hislerle galeyana gelir.
‘Mektum’ diye bir kavram duydunuz mu? Arapça ‘kaydı yok’ ya da ‘ağzı bağlı’ anlamlarına gelir. Serap Altun, gazeteci yazar Nevzat Bingöl’ün “Suriye’nin Kimliksizleri – Kürtler” kitabından da alıntılarla şöyle anlatıyor:

“Aradığınız Kürt’e ulaşılamıyor. Ya cep telefonu kapalıdır ya da ikametgâh belgesi alamamıştır”
Mektum nedir? “Suriye’de 1962’de yapılan nüfus sayımından sonra Kürtlerin kimlikleri ‘yenilerini vereceğiz’ bahanesiyle toplanır. Bir daha verilmeyen kimliklerin yerine kendilerine ‘ecnebi’ olduklarını belirten bir kart verilir. Bir kısmına bunlardan bile verilmez. İşte bu kesim, ‘kaydı yok/saklı’, diğer tabirle ‘mektum’ olarak yaşıyor. ‘Mektum’ ve ‘ecnebi’ nüfusun bugün 500 bine yaklaştığı tahmin ediliyor. Ecnebi ve mektum olarak tabir edilen bu Kürtler, hiçbir hakka sahip değil. Seçime katılma veya aday olma hakları yok, çalışma ve devlette istihdam edilme hakları yok. Pasaport alamıyor ve bunun sonucu olarak yurtdışına çıkamıyorlar. Evlilikleri kabul edilmiyor, çocukları kayıtlara geçirilmiyor ve bunun sonucu olarak okula ya hiç gidemiyorlar ya da çok zor koşullarda gidebiliyorlar.
Koşulları, rüşvet vererek mektumluktan ecnebiliğe terfi eden bir Kürt emekçisi “Mektum iken, köpekler gibi yaşıyordum. Her gün akşama kadar sırtımda yük taşıyordum. Sırtım hâlâ o yüklerin altında ezildiği gibi duruyor. O kadar yük taşıyordum, ama ‘yok’tum. Bazen yük ağır geliyordu taşırken, hep kendi kendime söyleniyordum, madem yoğum, bu sırtımdaki yük ne diye…”
Köyleri boşaltılarak Adana’ya göç ettirilen Kürtlerin Suriyeli kardeşlerinden pek farkı yok. Yıllarca ikametgâh belgesi alamadıkları için, yeni doğan çocuklarına nüfus cüzdanı çıkaramamışlar. Yeşil kart alamamışlar. İlk yıllarda hiçbir çocuğu okula gönderememişler. Adrese dayalı nüfus sayımı yapılırken, o gün tarlada çalışmayanları tesadüfen kayıt altına alınmış. Şimdi kaymakamlık özel bir belge veriyor ve çocukları okula gidebiliyor. Ayrıca jandarma da kendince üç ayda bir orada yaşayanları tespit ederek kayıt altında tutuyor. Kamıştan yapılmış viranede bu dertleri dinlerken, Emin Aydın, en az bunlar kadar önemli sorunlarını söyleyiverdi: “Cep telefonu alamıyoruz!” Meğer ülkenin iletişim ağına dahil olabilmenin önkoşulu, ya düzenli ödenen bir faturaya ya da bir ikametgâh belgesine sahip olmaktan geçiyormuş.
Bizim yerli mektumlarımızın ne ikametgâh belgeleri ne düzenli bir faturaları ne de bunları sağlayacak kudretleri var. Varla yok arası bir yerde var olmaya çalışıyorlar.

Radikal
13 Nisan 2012

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz