Geleceğin şiiri nasıl bir şiir olacak? – Edip Cansever

110

Geleceğin şiiri nasıl bir şiir olacak; ilk bakışta yadırgatıcı bir soru… Öyle ki, şiirin tarihi, birtakım biçimsel deneylerin ve değişimlerin tarihi olarak düşünülürse, böyle bir soru için gereksizdir bile denebilir. Çünkü salt biçimsel çabalara dayanan, temel öğelerini toplumsal verilerden almayan, yerellikten uzak, çağdaş sorunlara yabancı, köksüz, yapay şiir akımları, çoğu kez beklenmedik bir biçimde çıkabilirler karşımıza. Bizse, bu gibi akımların bir yenilik olduğu sanısına kapılıveririz hemen. Oysa önceleri şaşırtıcı, giderek şiirsel geleneğimizle kökten bağdaşıklı olduğu için geçerli, belli bir süre sonra da kolayca eskiyip giden yeniliklerdir bunlar. Fakat bu eskime dönemi gelip çattı mı, direnme de aynı oranda artar; “her yeni öz, yeni bir biçimi getirir” varsayımı, bir sığınak olur ozanlara. Gerçekte bu varsayım kaypaktır, çok yanlıdır, koşullara göre değişik anlamlar taşır. Nitekim bizim şiir geleneğimiz, özün gerektirmediği biçim denemeleriyle doludur. Denebilir ki, şiirden çok, şiir virtüözlüğü yapılmıştır bizde.

Aynı zamanda, şiire yüzde yüz gerekli olan biçimsel çabanın, sağlam ve tutarlı bir düşünceyle birleşip kaynaşamadığı yerde, her yeni biçimin yeni bir özü barındırdığını söylemek, edilgen (pasif) ve “décadent” bir anlayışın savunma yollarındandır. Gene de, şiiri, yalnızca ses, uyum, yüce güzellik, vb. gibi kavramlara bağlayan anlayışların tanığı olmaktan da kurtulamıyoruz pek. Bu tanıklığın bize öğrettiği şey de şudur: Öz, öncelikle biçimin buyruğunda değişebilen, amaçsız, tutarsız, soyut bir varlıktır! Demek oluyor ki,
geleceğin şiiri üzerine tasarımlara girişirken, şiirin biçimsel evrelerini göz önünde tutarak yargılar vermemiz doğru olmaz.

Öyleyse “geleceğin şiiri nasıl bir şiir olacak” sorusunu yanıtlayabilmemiz için, bize bu olanağı veren şiirlere, daha doğrusu şiirin özsel, düşünsel tarihine eğilmemiz gerekir. Gerçek bir şiir akımından söz açmak da ancak o zaman mümkün olur. Açıkça söylemek gerekirse, bize bu konuda kaynaklık edebilecek, yazacağımız şiirleri doğrulayabilecek pek az ozan vardır. Bu ozanlarsa, geleceğin şiirini belirlemekten çok, deneyleriyle, bazı ipuçları verebilmişlerdir bize. Bu yüzdendir ki, şiirler arası bir ilişki; özümleyici, denetleyici bir ilişki kurulmamıştır. Bugüne dek. Öyleyse her şeye yeniden başlamamız gerekiyor. Şiirin eytişimsel evrimine temel olabilecek bir ön çalışma, günümüz ozanlarının karşısına bir zorunluluk olarak çıkmaktadır. Buysa hem toplumsal başkalaşmayı (istihale) kavrayıp değerlendirmek, hem de gelecekteki yeni nitelenmeleri sezerek, bu nitelenmelere uygun düşecek, onu zenginleştirecek şiiri düşünüp başlatmak demektir. Ancak bu yolladır ki, bugünün toplumsal gelişimine ayak uydurduğumuz gibi, gelecek kuşakların da yeniden ele alıp değerlendirebilecekleri bir şiir geleneği yaratmış olacağız.

Daha somut konuşabilmek için, edebiyatımızın bugünkü durumuna kısaca değinmemiz gerekir. Son on yıllık edebiyatımızda, özellikle şiirde ve öyküde kendini gösteren ortak bir yön, ortak bir öz var. Bu da toplumca yaşadığımız bunalımın, sanatçılar tarafından, çeşitli biçimlerde yansıtılmasıdır. Şöyle ki: Kimi yazarlara göre bunalım edebiyatı, bizim Batıya öykünmemizin, Batıya özenmemizin doğal bir sonucudur; yapaydır, hiçbir etkinliği yoktur. Kimilerine göre de, toplumsal isterleri yerine getirmektir bunalım edebiyatı, kendi öz gerçeklerimizi saptamaktır. Bence ikinci bölüğe giren yazarlar daha doğru düşünüyorlar.

Ne var ki, bunlar da bunalım edebiyatının gerçekliğini savunurlarken, direnmeyi, karşı koymayı değil de, katlanmayı, işi oluruna bırakmayı seçiyorlar. Yazdıklarına bakılırsa, hep bu sonuç çıkıyor. Özet olarak demek istedikleri şu: Ekonomik-toplumsal yapıdaki aksaklık, katlar arasındaki çelişmeyi daha da artırmış, dolayısıyla bizlerin toplumdan, insandan, doğadan koparak yabancılaşmamıza neden olmuştur.

Bizi olumsuzlayan bu durum da, bir bunalıma ve bunalım edebiyatının doğmasına yol açmıştır. Fakat bunalım nedenleri ortadan kalkınca, yani toplumda bir denge kurulunca, bunalım edebiyatı da işlevini tamamlamış olacağından, giderek tarihe karışacaktır”. İlk bakışta doğru gibi görünen bu usavurum, gerçekte temelinden yanlıştır. Çünkü bir yerde bunalım edebiyatının sona ereceğine inanmak, aynı zamanda toplumsal gelişmeye, toplumsal savaşa da inanmak demektir. Bu böyle olunca, bizim de bu savaşa, etkin bir yazar olarak katılmamız, bizi yabancılaştıran nedenler bilindiğine göre, bu nedenlere başkaldırmamız, hiç değilse öfkelenmemiz, onları sarsmamız gerekmez mi? Yani bunalım edebiyatının zorunlu bir sonuç oluşu, onun aynı zamanda bir yönelimi de ortaya koymasına engel midir? Toplumun her kesiminde sürekli değişmelere tanık olduğumuz bir dönemde, sanatçının görevi yalnızca susmak, bir köşeye çekilmek mi olacaktır? Ve bu durum nereye götürür sanatçıyı? Kendi kendinin tutsağı olmaya değil mi? İşte bütün yanlışlık burada başlıyor, burada bitiyor. Edebiyatımızın neden bir çıkmaza gelip dayandığı kolayca anlaşılıyor. Yalnızca bunalan kişilerin betimlendiği (tasvir edildiği) bir sanat ortamında, biçimcilik ister istemez öne geçiyor; toplumsal davranış, yerini bireysel davranışa bırakıyor. Bu böyle olunca da yabancılaşma daha bir kesinlik kazanıyor, daha bir simgeleşiyor.

Yazarlar, kendilerine uymayan bir düşüncenin sözcüleri durumuna geçiyorlar; giderek, gizemsel bir anlayışın buyruğuna giriyorlar. Sonuç olarak bu yönelimsiz tutumları, “néoformalisme” diye adlandırabileceğimiz bir edebiyatı, yani tüketimsiz bir üretimi doğurmuş oluyor.

Şiirimiz için de üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyleyebiliriz. Araştırmaktan yılmayan bir iki ozan ayrı tutulursa, şiirimiz de tam bir çıkmaza gelip dayanmıştır. Ozanlarımız, genel olarak kendi iç dünyalarına çekilmişler, tedirginliklerini yaratan nedenlere inmeden, çoğunlukla bilinçsiz kalarak, yaşadıkları durumun atmosferini çizip yoğunlaştırmakla yetinmişlerdir. Kimi yerde mazmunculuk ozanlıkla bağdaştırılmış, kimi yerde de resimsi sözcük kompozisyonlarından başka bir şey olmayan cümleler türetilmiştir. Birtakım simgeler, satırlar arasında boğulup kalan özleyişler bir yana bırakılırsa, yaptığı işin bilincine varan ozan sayısı pek azdır. Fakat sayıca az olan bu ozanlar, gene de şiirimizi ayakta tutabilmişler, Garipçilerin iyice kuruttuğu imge zenginliğini ve şiirin daha başka öğelerini yeniden canlandırarak, yalın, yüzeyde, kapsamı dar bir şiir çizgisini kendi olanaklarıyla baş başa bırakmışlardır. Gene Garipçilerin özde kuramsal kalışları, yeni ozanlar için uçsuz bucaksız bir yaşama tutkusunu zorunlu kılmıştır. Fakat bu yaşama tutkusu, tutarlı bir özle beslenmediği yerde, verimliliğinden çok şey kaybetmiştir. Ayrıca birbirini tutmaz nice söz dizilerinin yarattığı bir şiir enflasyonu, değerine inandığımız nice gerçek şiirleri, yaşamalarını tamamlamadan eskitmiş, unutturmuştur. Şu da bir gerçektir ki, artık her yeni imge, her yeni söyleyiş, aşılmış eskitilmiş bir durumu yansıttığından, şiirsel gerilimden çok bir icat niteliği taşımaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, araştırmaktan yılmayan bir iki ozan ayrı tutulursa, şiirimizi, düşünsel-özsel bir devrimle yenileyecek, geleceğe bağlayabilecek ozan yok gibidir.

Öyleyse bir şeyler yapmak zamanı gelmiştir. 27 Mayıs’tan sonraki ufak çapta gelişmeler, birtakım toplum gerçeklerinin aydınlığa çıkışı bile, şiirimizin etkinlik alanını iyiden iyiye daraltmıştır. Öyleyse ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız? Sorun bu. Bence yapılacak iş, şiirimizi bilinçli olarak değiştirmek, yukarıda da belirttiğimiz gibi, şiirin eytişimsel evrimine temel olabilecek bir akımı başlatmak zorundayız. Ayrıca tarihsel yerimizi sağlamlaştırmak, bugüne dek yazdıklarımızı değerlendirmek amacındaysak, buna kesin olarak hazırlanmamız gerekiyor.

Geleceğin Şiiri
Yeni İnsan 6-7 (Haziran-Temmuz 1963)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz