Bir öykü okumuştum, yanılmıyorsam Çehov’dan olacak. Her neyse… İşte o öyküdeki kişilerden biri –şişman general, ya da göbek bağlamış bir çiftlik sahibi olabilir– ne zaman başı dara gelse “Hay Allah kahretsin şu Almanları!” diye bağırır. Bağırır ya, canını sıkan olayın ne Almanlarla ilişkisi vardır, ne de başkalarıyla. Salt öfkesini gidermek için başvurduğu bir sözdür bu; ne yapsa ne etse dilinden ayıramaz. Örneğin denize girer, üşür, üşüyünce de bağırır: “Hay Allah kahretsin şu Almanları!”
Yeni şiir üzerine söz edenler de kimi zaman Çehov’un o kişisine benziyorlar. Konuyu şiire getirmeye görün; önce gözleri ışıldıyor, sonra ağızları. Dillerine çok yaraşan bir söz var ki, onu kullanmadan edemiyorlar: “Yeni şair mi? Ha, yani şu anlamsız şiir yazanlar”. Böylece Almanların suçuyla, anlamsızın suçu arasında hiçbir ayrım da kalmıyor.
Orhan Veli mutlu kişilerdenmiş gene de. Şiirleri için “Ben anlamıyorum” derlerdi sadece. Ataç da kalkar, “Şiirden anlamak” üzerine bir yazı yazıp ağızlarının payını verirdi. Ahmet Hâşim bile az çekmemiş anlaşılmaz olmaktan. Gücünün yettiğince çalışmış, yazılar yazmış.
Demek Orhan Veli kuşağının şiiri anlaşılmayan şiirdi. Bugünün şiiri ise anlamı olmayan şiir. Aradaki ayrım büyük. Çünkü anlaşılmayan şiirin bir anlamı olacağından umudunuz vardır. Bugün olmazsa yarın deyip avunursunuz. Böylece şiire olan sevginiz, saygınız da kolayca eksilmez. Ama anlamsız şiir öyle mi? Kökünden yanlış. Onu anlama umutlarınızı bile yitirmişsinizdir çoktan. Hele Çehov’un o kişisinden yanaysanız, daha da ileri gidip “Ülkemizde şiir yazılmıyor” da diyebilirsiniz. Hem demeli de!.. Şiirin getirdiği, yenilediği anlamı benimsemek kolay mı sanki? Kesin mi kesin konuşmanın esenliği varken zor yolu kim seçer?
Biz, “Günümüz şiiri anlamlı mıdır, anlamsız mıdır?” sorununu bir yana bırakıp, anlamsız olanı anlamak diye bir şey var mı yok mu, onu kurcalasak daha iyi ederiz.
İlkin şunu söyleyelim: Biz anlamsız olanı düşünmekten, giderek bu düşünmeyi değerlendirmekten yoksun değiliz. Çünkü hiç kimse kalkıp da gerçek olmayanın, hatta anlamsız, saçma (absurde) olanın düşünülemeyeceğini öne süremez. Buna bakarak bir olayı, örneğin bir şiir olayını düşünmek de mümkündür. Şu var ki, bu düşünme edimi, şiiri anlamakla bir tutulmamalıdır. Çünkü düşündüğümüz bir şeyi anlayabildiğimiz gibi, anlamayabiliriz de. Ama düşünmek, anlamamızı sağlayan bir çalışma, bir basamaktır.
Öncelikle anlamak edimi, anlamsız olanı kapsayabiliyor. Sözgelimi, “Neden üç aylar girerken kurşun harflerle salılara” (Ece Ayhan) anlamsız bir mısra. Ama anlamamızı gerektiren hiçbir yanı da yok. Neden diyeceksiniz. Çünkü, bir şiirin anlaşılması, ancak o şiir olayının düzenine başvurmakla sağlanabilir. Zaten düzensiz bir olguyu, belli bir düzene yaslanmayan duyguları, düşünceleri anlamamıza imkân yoktur. Örneğin “bahçe güzeldir” dendiği zaman şunu anlarız: Aklımız hemen, ağaç, çiçek, yeşillik, vb. gibi, bahçeyle ilgili kavramların çağrışımına geçer. İşte bu çağrışımlarla yarattığımız, gerçekte var olan düzen de, “bahçe güzeldir” sözünü anlamamız için bir araç olur. Ne var ki, “bahçe güzeldir” sözü anlamlı bir sözdür, düzeni, varlık alanı bellidir. Hiçbir zaman olağanın sınırlarını aşmaz. Onu, istediğimiz zaman anlama katına çıkarabiliriz. Ama şiire gelince iş değişir. Çünkü şiirin düzeni en önce dildir; dilin şiirsel bir yapıya uygulanması, geliştirilmesidir. Yukarıdaki mısra yüzde yüz bir dil ustalığı, bir dil düzeni taşıdığına göre, onu anlamamak için hiçbir sebep bulunamaz.
Demek oluyor ki biz, düzenli ama anlamsız bir şiiri anlayabiliyoruz. Zaten düzensiz bir şiiri, hatta sözü anladığımızı öne süremeyiz. Burada düzen dediğimiz, şiirin gerçek (reel) varlığıdır. Anlamak için bu gerçek varlık önemlidir. Biz, ancak şiirin bu gerçek varlığının yardımıyla, anlamsız şiirin gerçek dışı, gerçek ötesi, ya da ne bileyim kelimelersiz güzelliğine atlar, onu kavrayıp anlamak edimini gerçekleştirebiliriz.
Şiirin bilgi verici bir niteliği olmadığına göre, onu bu yanından kurcalamak da bizi yanıltabilir. Şöyle ki: Bir şiir olayını salt bilimsel yollarla, bazı deneylere, yöntemlere başvurarak anlamaya çalışmak, şiiri bir türlü ve eksik olarak anlamak demektir. Buysa anlamanın en ilkel, en kolay şeklidir. Çünkü şiir düzeni, şiirin gerçek varlığı (reel varlık) sadece bir yardımcı olmalıdır; bizim gerçek şiire yönelmemizi, sıçramamızı sağlayan bir yardımcı…
Görülüyor ki anlamsız olan bir şeyi anlamak sanıldığı kadar zor değil. Ama gene de bir şiiri anlamak için, kendimize bir yetenek, bir alışkanlık tanımalıyız. Daha doğrusu şiire sokulmak, kelime düzenlerinin uyruğuna girmek; şiir dünyasında soluyan birer yaratık, birer yurttaş olmamız gerekir. Şiiri de, şiir karşısındaki bizleri de ancak böylesi bir yakınlık kurtarabilir. Evet, her şiirin bir ülkesi, hatta yasaları, başka şiirlerle dostluğu ve düşmanlıkları vardır.
Kendimizi ele alalım: Biz insanlar somut olarak dünyaya katılmış değil miyiz? Oysa dünyanın anlamı nedir? Onu nasıl değerlendiriyoruz? Yerbilim (Jeoloji) dışı nasıl bir varlık gösteriyor dünya?
İnsan deyince işler daha da bir karışmıyor mu? “Nerden geldik – biz neyiz – nereye gidiyoruz?” sorularıyla tükenen Gauguin, insanın, yaşamanın anlamını aramıyor muydu? Ya bunca olaya, bunca var olana bir anlamsızlık yakıştıran filozoflara, yazarlara ne demeli? Tanrı ve düzen düşünceleri, kendimizi bir anlama bağlı kılmak zorunluluğundan doğmuyor mu?
Ne var ki, “Her şey anlamsızsa, her şey anlamsızdır düşüncesi de anlamsızdır” diyenler, bizi bir sonuca getirebiliyor. Hiç değilse kımıldanıyoruz, uyanıyoruz, varlığımızı duyar gibi, ona bir anlam verir gibi oluyoruz. Bakıyoruz da öfkeler, sevinçler, aşklar, korkular, baskılar, savaşlar, özgürlükler, tutsaklıklar ve bütün bunlar gibi niceleri bizi bekliyor. Kazanıyoruz, kaybediyoruz, yeniden kazanıyoruz. İnsan pek öyle sanıldığı gibi sorumsuz, başı boş bir yaratık değil. Değil mi? Öyleyse bütün bu yukarıda saydıklarımızın da bir anlamı oluyor. Üstelik bu anlamı da biz veriyoruz. Yani anlamın bir ucu da bizde, asıl bizde.
İsterseniz şiire de böyle katılmayı deneyelim; dünyaya, yaşamaya katıldığımız gibi… Böylece var olmaya ne anlam veriyorsak, onu nereye kadar anlayabiliyorsak, şiiri de aynı oranda anlayabiliriz. Yeter ki şiirin dünyasına karışalım, varlığımızı, biraz da onun varlığında duymaya yönelelim. Kavgamız, sevincimiz, öfkemiz, aşkımız biraz da ona olsun.
Ben Çehov’un Almanlara söven kişisini de seviyorum. Onu anlamadığımı söyleyebilir misiniz?
17 Haziran 1959
Edip Cansever – Şiiri Şiirle Ölçmek – Yapı Kredi Yayınları – 2009