Neredeyse 30 yıldır süregiden savaşın sebebinin, devletin Kürtlere karşı uyguladığı politikalar olduğu gerçeği pek çok değişik ağızca dillendirilmiş, barışa doğru ilk adımın, siyaset kanallarını tıkayarak değil, sonuna dek açarak atılabileceği gerçeği hemen her kesimce kabul görmüşken… Belki şiddet çarkının nasıl döndüğünü anlamamıza sayılar yardım edebilir: 2011 ilk altı ay, Doğu ve Güneydoğu, PKK’nın eylemsizlik döneminde süren operasyonlarda askeri kayıplar: 12 ölü, 43 yaralı. PKK: 49 ölü, 3 yaralı. Faili meçhul ve yargısız infazlar: 11 ölü. Mayın patlaması: 5 ölü. Gözaltılar: 4015. Tutuklamalar: 1145. Cezaevlerinde hak ihlalleri: 476. Bildirilen işkence vakası: 1010. 335 toplumsal müdahalede 762 yaralı. Açılan 85 toplu mezarda bulunan ceset sayısı 1330.
Doğamayan her şey ölmek ister
Yüzleşmek, üstlenmekten öte bir şeydir. Kurbanların gözlerinin içine bakıp ‘sizce adalet nedir?’ diye sormaktır.
Yaşar Kemal, 20. yüzyılı en iyi anlatan roman olarak, I. Dünya Savaşının dehşetini, bir Alman askerinin hikayesi üzerinden aktaran “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u seçmiş. (Sanırım ben, ilk yarısı devrimler, topyekun savaşlar, toplama kampları çağı olan yüzyılı temsilen Malraux’nun “İnsanlık Durumu”nu seçerdim.) Yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’nın kendi sınırları içinde uygulamaya koyduğu uzlaşma projesinde, belki bu savaş romanının genç ve çaresiz ölüsünün herkesçe sahiplenilmesinin de payı vardır. Bütün ikiyüzlülüklerine, çelişkilerine, ötekileştirme ve ötekinin kanından beslenme alışkanlığına karşın, Avrupa uzlaşma sanatını öğrendiyse, bunu ödediği ağır bedeller kadar suçlarıyla da yüzleşmesine, Aydınlanma da dahil, kendini biçimlendiren her şeyi sorgulamasına borçlu. (Yüzyıl sonu Türkiyesinde, savaş karşıtı bu roman halkı askerlikten soğutmaktan yargılanabilirdi. Komünist Malraux işkence tezgahlarından geçirilir, Sartre devletin ulvi çıkarları adına silah çeken bir delikanlı tarafından sokak ortasında kurşunlanabilirdi.)
Basının yıllardır yinelediği söylem, ‘öteki’nin ölümünün ‘bizim’ ölümümüz kadar trajik olduğunu kavramaktan hala ne kadar uzak olduğumuzu gösteriyor. Hepimizin insan olduğu gerçeğini, bu yalın ve çıplak gerçeği… Kendimiz için istediğimiz hakların aynısını başkaları için de isteyebilmede ne denli isteksiz, kendi suçlarımızla yüzleşmek yerine, hedef tahtasına bir başkasını oturtmakta ne denli aceleci olduğumuzu… Yüzleşmenin suçlamaktan, barışmanın savaşmaktan, yaratmanın ve yaşatmanın yok etmekten çok daha zor olduğunu nasıl bir dil anlatabilir bunca savaş narası, linç çağrısı, ‘asarız, keseriz, bir girdi mi perişan ederiz’ tehdidi arasında? Daha kaç ölüm gerekiyor bize, yaşadığımız trajedinin, şu ya da bu biçimde hem mağduru, hem sorumlusu olduğumuzu anlayabilmek için? Toplu mezarlarla ağırlaşmış bir toprakta yaşadığımızın ayırdına ne zaman varacağız?
Çözümün eşiğindeydi
Neredeyse 30 yıldır süregiden savaşın sebebinin, devletin Kürtlere karşı uyguladığı politikalar olduğu gerçeği pek çok değişik ağızca dillendirilmiş, barışa doğru ilk adımın, siyaset kanallarını tıkayarak değil, sonuna dek açarak atılabileceği gerçeği hemen her kesimce kabul görmüşken… Belki şiddet çarkının nasıl döndüğünü anlamamıza sayılar yardım edebilir: 2011 ilk altı ay, Doğu ve Güneydoğu, PKK’nın eylemsizlik döneminde süren operasyonlarda askeri kayıplar: 12 ölü, 43 yaralı. PKK: 49 ölü, 3 yaralı. Faili meçhul ve yargısız infazlar: 11 ölü. Mayın patlaması: 5 ölü. Gözaltılar: 4015. Tutuklamalar: 1145. Cezaevlerinde hak ihlalleri: 476. Bildirilen işkence vakası: 1010. 335 toplumsal müdahalede 762 yaralı. Açılan 85 toplu mezarda bulunan ceset sayısı 1330.
Kimin nasıl sabote ettiğini araştırdığımız barışma sürecinin istatistikleri… Kürt sorunu çözümün eşiğindeydi, uzlaşmaya ramak kalmıştı da, siyasi iklim bir anda mı altüst oldu? Siyasi iklimi belirleyen koşulları, son üç yılın “kapatım” süreçlerini, siyaset kanallarının tıkanışını sorgulamakta yarar olabilir. KCK davası adı altında iki bin siyasetçinin tutuklanması ve hala tutuklu bulunması, Şubat’ta başlayan, sayıları bini bulan gözaltı ve tutuklama furyaları, seçim öncesi sertleşen söylevler ve gözdağları, bir oldubittiyle gasp edilen oylar, tutuklu vekillerin salıverilmeyişi, yürürlüğe konduğu yıl, mahpus sayısını 55 binden 70 bine çıkaran TMK, şu anki sayı 125 bin… Sanırım şiddet çarkının giderek hızlandırıldığını, bu çarkı durdurmanın döndürmekten çok daha zor olduğunu görmek için siyaset bilimci olmak gerekmiyor.
Devlet işkencesi
“Devleti dokunulmaz, sorgulanmaz, kutsal kabul eden anlayış, tekeline aldığı şiddeti her tür denetim ve sınırlamadan muaf tutar. Böylece iktidar sahibi olmayanların haklarının sistematik biçimde çiğnendiği bir şiddet ortamı oluşur.’’ Sözgelimi, devletin sistematik olarak işkence yaptığı, üstelik şiddetini meşru kılan ve sınırlayan yasalarını çiğneyerek işkence yaptığı bir toplum nasıl yapılar, ilişki biçimleri üretir? İşkence bir insanlık suçudur, kim kime, hangi gerekçeyle yaparsa yapsın. Ama işkencenin durması çağrısının öncelikle kime yöneltilmesi gerekir ki, bir etkisi, karşılığı, anlamı olsun? Sözgelimi bir ülkenin cezaevlerinde operasyonlar düzenleniyor, mahpuslar yangın bombaları ve benzine bulanmış battaniyelerle diri diri yakılıyorken, siyasi görüşlerini, yöntemlerini, kendilerine ve başkalarına uyguladıkları şiddeti kolayca eleştirebildiğimiz mahpusları eleştirmek ve ötesine geçmemek, onlara uygulanan şiddeti meşrulaştırmaz mı? Meşrulaştırmadı mı? İki sayı daha. 14 yıl, 17 bin. İlki ana medyada kendine yer bulamayan, yüzlerce benzerini okuduğumuz bir haberden… Güneydoğuda bir gösteriye katılmaya biçilen ceza: Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına propaganda yapmak, mukavemet etmek, suç işlemek: 14 yıl. Cezaevinden sağ ve sağlam çıkmayı başarsa da, bu insan hayatına ne olacağı sorusu, kimsenin umursamadığı bir soru. Onun için tek temennimiz, bir daha tehdit unsuru oluşturmaması ve ucuz işgücüne katılması. 17 bin ise tahmini faili meçhul sayısı. Bu cinayetlerden kim, ne kadar ceza aldı, bilmiyorum. Kaldı ki, 90’ların yöntemlerinin gündeme getirildiği günlerde, bu sorunun bir anlamı kaldığını sanmıyorum.
Uzlaşma adına gerçek bir adım atmak istiyorsak, toplu mezarlarla ağırlaşmış bir toprakta yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Milyonlarca insanın çok ağır zulümlere maruz bırakıldığı, ruhları ve bedenleri kadar, adalet duygularının da onulmazca yaralandığı gerçeğiyle de… Yüzleşmek, üstlenmekten öte bir şeydir. Kurbanların gözlerinin içine bakıp “Sizce adalet nedir?” diye sormaktır.
İfade özgürlüğü
Her köşeyi saran savaş dili. Buyuran, suçlayan, tepeden bakan, iktidara toz kondurmamayı ‘cesaret’ diye adlandıran… Ülkemizde ifade özgürlüğünün mükemmel olduğunu savunan yazılar da okudum, “Kürtlerin mazlum olduğu” teranesinden bıktığını dillendirenler de… Asıl ürkütücü olansa ötekileştiren, nesneleştiren, bir sorun ya da tehdit olarak algılamanın ötesine geçemeyen dilin yaygınlığı ve derinliği, hepimize sirayet etmişliği… Öznesi ‘Kürtler’ olan yüzlerce cümle, yargı, genelleme. Çeşit çeşit ikiyüzlülük. (Norveçliler intikam değil, demokrasi isteyebilir ama biz… Filistinli vekiller elbet serbest kalmalı ama bizimkiler… Şiddetin kolayca bütün Kürtlere fatura edilmesi, ama BDP’nin Kürtlerden, onun temsil ettiği Kürtlerin Kürt sorundan soyutlanması gibi.) Yazıyı bir anlama, anlamlandırma çabası olmaktan çıkaran, eril bir iktidar alanına dönüştüren şablonlar sultası. Tespitler, alaylar, aşağılamalar… Horgörü, kışkırtma, haddini bildirme zanaati. Özdeşleştiği iktidarın gücüyle esrik, terör estiren bir dil. Külyutmazlık, cesaret yaftalarını kapmış gövde gösterileri, onaylanmış yollardan dışa vurulan zalimlik, devasa bir kurban ayini. İnsanı sözcüklerinden, sözcükleri gerçekliklerinden koparan bir dil.
Bu dilin suskunluğunda on binlerce ölüm, faili meçhul, gömülü yatıyor. Bu dilin naraları, bugün, şu an atılan çığlıkları bastırıyor. Bu dilin şablonları duvarlar örüyor görünürle görünmezin sınırlarında, demir parmaklıklarla perçinliyor, ardında bıraktıkları sessizce görünmeze karışsın diye… Dövenle dövülene eşit mesafede durmayı nesnellik sayan bu dilin kör noktalarında birileri ölümüne coplanıyor, gazlanıyor. Şiddet karşıtlığını tekeline almış bu dil, bir gösteriye katılmaya biçilen 14 yıllık cezayı şiddetten saymıyor. Bu dilin belleği çoktan silmiş panzerlere bağlanıp sürüklenenleri, dışkı yedirilenleri… Geçti artık bunlar, diye buyuruyor, trajedileri zaman aşımına uğratıyor. Oysa kayıplar sanki daha dün kayboldular, sonsuza dek kayboldular. Bu dil, güvenli bir mesafede durmuş, kendini yakanları soğukkanlı bir küçümsemeyle çözümlüyor. “Kutsal” veya “leş” diye sınıflandırıyor ölüleri bu dil, üst üste yığıyor.
Faşizm tek bir sözcükle başlar, söylenen ya da susulan… (Neredeyse bütün bir gece tereddüt etmiştim bu cümleyi kurmadan önce.) Bir hafta geçmeden Aynur susturuldu ve yeterince kaale almadığımız “Zeytinburnu geceleri” yaşandı. Bugün geldiğimiz yer… “Barış öldü!” manşetiyle çıkıyor gazeteler. Doğamayan her şey ölmek ister.
Son söz: “Barışın sesi olmak istiyorum” diyerek kendini yakan çocuklar adına bir kez daha alıntılıyorum. “Eğer seni bu yeryüzü unutursa, de ki sessiz duran toprağa: Ben akıyorum. Hızla akan suya da: Ben varım.’’
04/09/2011
Radikal iki