Dostoyevski’nin canı, gözleri bağlı bir şekilde idam mangasının karşısında vurulmayı beklerken, Çar tarafından son anda bağışlanmış ve cezası hafifletilerek dört yıllık kürek mahkûmiyeti ve peşinden de beş yıllık zorunlu askerî hizmete çevrilmişti. Dostoyevski edebiyat dünyasına bu sürgün yıllarının ardından yazdığı Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ve Ölü Bir Evden Hatıralar’la döndü. İnsani derinliği, gözlem gücü ve otobiyografik kökeniyle Ölü Bir Evden Hatıralar Dostoyevski’nin en sıradışı kitaplarından biridir.”Modern edebiyatta bundan daha iyi bir kitaba rastlamadım; bu söylediğime Puşkin de dahildir. Dostoyevski’ye ona bayıldığımı söyleyin.” diyen Lev Tolstoy bir mektubunda bu eseri büyük bir zevkle okuduğunu yazıyor.
Ölü Bir Evden Hatıralar
(Giriş)
Sibirya’nın ücra köylerinde, stepler, dağlar, geçilmez ormanlar arasında, tektük kasabalara rastlanır. Bin, en çoğu iki bin nüfuslu, evleri ahşap olan bu kasabaların görünüşleri hoş değildir. Şehirden çok Moskova dolayındaki güzel köylere benzeyen bu kasabalarda, biri kasaba içinde, öteki mezarlıkta, iki kilise vardır. Birçoğunda emniyet müdürleri, yargıçlar ve maiyetleri oldukça kabarıktır.
iklim soğuk olmakla beraber, Sibirya’da memurluk hayatına umumiyetle kolay ısınılır. Orada, liberal fikirlerle aşılanmış basit bir halk yaşar. Nizamlar es kidir, sağlamdır, asırlarla kutsallık kazanmıştır. Haklı olarak kendilerini Sibirya eşrafı sayan bazı memurlar yerli ve kökleşmiş Sibiryalılardır. Bazıları da Kusya’dan, hattı birçoğu büyük şehirlerden gelmişlerdir.. Bunlar, kadro ile ilgisi olmayan aylıklara, iki kat harcıraha ve istikbal için parlak ümitlere kapılarak gelirler. Onlardan, hayat bilmecesini çözebilenler hemen hemen her zaman Sibirya’da kalır, orada seve seve yerleşirler. . Sonra da, onların soyundan birçok zengin ve faydalı insan meydana gelir. Fakat havailer, hayat bilmecesini çözmesini bilemeyenler, Sibirya’dan çabucak bıkarlar, üzüntü ile kendi kendilerine, buraya ne için geldiklerini sorarlar. Sabırsızlıkla, kanuni müddet olan üç yılı doldurur doldurmaz nakilleri için uğraşmaya başlarlar. Sonra, Sibirya’ya küfrederek, onunla . alay ederek pılı pırtıyı toplayıp geri dönerler. Bu adamlar, haksızdırlar. çünkü Sibirya’da yalnız memurluk bakımından değil, türlü bakımlardan rahat, mesut yaşanabilir. Bir kere son derece güzeldir. Gayet zengin, misafir sever birçok tüccar, hali vakti yerinde pek çok yabancı da vardır. Genç kızlar, birer gül gibidir, son derece namusludurlar. Av kuşları so- kaklarda uçuşurlar, avcıların üstüne düşerler. Haddin-den fazla şampanya içilir. Havyar, harikuladedir. Bazı yerler, bire on beş ürün verir… Sözün kısası, bereketli bir toprak! Ancak faydalanmasını bilmeli. Sibirya’da yaşayanlar da bunu pekala bilirler.
işte, yerleşmiş göçmenlerden Aleksandr Petroviç Goryançikov’a; neşeli, halinden memnun, halkı gayet sevimli olan ve kalbimde silinmez bir iz bırakan böyle bir kasabada rastladım. Goryançikov, Rusyada, asilzade ve mülk sahibi olarak doğmuştu. Sonra, karısını öldürme suçundan ikinci sınıf sürgün ve kürek cezası giymişti. Aleksandr Petroviç Goryançikov hükümetin verdiği kürek cezasının on yılım bitirdikten sonra K. şehrine yerleşerek sessiz, kendi halinde, hayatının son yıllarını yaşıyordu. Civar bucaklardan birine kayıtlı olmakla beraber, hayatını şöyle böyle kazanabilmek “için şehirde yaşıyor, çocuklara ders veriyordu. Sibirya şehirlerinde, sürgün göçmenlerden öğretmenlere sık sık rastlanır, onları kimse hor görmez. En fazla öğrettikleri şey, hayat alanında pek lüzumlu olan ve bu öğretmenler olmasa, Sibirya’nın ücra köşelerinde kimsemin ne olduğunu bilemiyeceği, Fransızcadır. Aleksandr Petroviç’le ilk defa ikramı bol olan İvan İvaniç Gvozda’kov adında eski, emekli bir memurun evinde karşılaştım. Gvozdikov’un her yaşta, istikballeri parlak, görünen beş kızı vardı. Aleksandr Petroviç onlara, otuzar gümüş köpek alarak, haftada dört ders verirdi. Bu adamın görünüşü beni ilgilendirdi. Gayet solgun, yüzlü, zayıftı. Henüz yaşlı sayılmazdı: otuz beş yaslarındaydı. Ufak tefek, cılız bir adamdı. Her zaman çok temiz, alafranga giyinirdi. Onunla konuşmaya başladığınız vakit, size sabit, dikkatli bir bakışla bakar, titiz bir nezaketle, sözünüz üstünde düşünüyormuş gibi… sanki sorunuzla ona çözülmek üzere bir problem vermişsiniz ya da ağzından bir söz almak istemişsiniz gibi dinlerdi; sonunda da kısa, ama açık cevaplar verirdi. Cevabında her kelimeyi öyle tartarak söylerdi ki siz, nedense bir utangaçlık duymaya başlar, sonunda bu konuşmanın bittiğine sevinirdiniz. Daha o vakitler-de, İvan ivaniç’ten onun hakkında bilgi istemiştim. Ondan Goryançikov’un hayatının namusluca geçtiğini, temiz bir ahlakla yaşadığını; böyle olmasaydı, kızlarına ders verdirtmeyeceğini öğrenmiştim. Yalnız son derece adanıcılmış.
Herkesten kaçıyormuş; çok okumuş.,.. buna rağmen hiç konuşkan değilmiş. Onu konuşturmak hayli güçmüş. Bazı kimseler, Goryançikov’un-düpedüz bir deli olduğu kanaatindeymiş. Ama bunu öyle büyük bir kusur da saymazlarmış. Hatta şehrin bir- çok tanınmış adamlarının Aleksandr Petroviç Goryan-çikov’u korumaya hazır olduklarını, kendisi isterse dilekçe yazmada veya buna benzer işlerde kullanarak, ona faydalı olabileceklerini öğrenmiştim. Tahminime göre, Rusya’da temiz, hem de pek küçük olmıyan kimselerden akrabaları vardı. Ama, sürüldüğünden beri, onlarla bütün ilgilerini kestiğini, böylece de kendi kendine kötülük ettiğini herkes biliyordu. Başından geçeni hepimiz öğrenmiştik.
Goryançikov’un evlendiğimin daha ilk yılında karısını öldürdüğünden ve gidip hükümete teslim olduğundan (bu yüzden cezası epey hafiflemişti) haberimiz vardı. Zaten bu gibi cinayetler, daima, cinayetten çok beklenmedik bir felaket sayılır, merhamet uyandırır.
Gene de, bu garip adam, ısrarla herkesten kaçıyor, ortalıkta ancak ders vermek için Görünüyordu önce onunla fazla ilgilenmiyordum. Ama zamanla, bilmiyorum neden, bende merak uyandırmaya başladı. Goryançikov’da esrarlı bir şey vardı. Onu karşınıza alıp da konuşturmak mümkün değildi. Gerçi sorularıma her vakit, hatta bunu önemli bir ödev sayıyormuş gibi karşılık verirdi. Ama ben, aldığım cevaplardan sonra, başka bir şey sormaktan çekinirdim.
Hem de bu gibi konuşmalardan sonra adamcağızın yüzünde bir çeşit ıstırap, yorgunluk beliriyordu. Hiç unutmam, güzel bir yaz akşamı, birlikte, Ivan Ivaniç’ten dönüyorduk.
Birdenbire Goryanikov’u bir sigara içmek için evime davet etmek aklıma geldi. Yüzünde beliren dehşet ifadesini tarif edemiyeceğim. Afalladı; birtakım saçma-sapan sözler kekelemeğe başladı. Sonra, birden bire bana nefret dolu bir bakışla bakarak aksi istikamete doğru kaçmaya başladı. Şaşırdım. O günden sonra Goryançikov, her karşılaşmamızda, bana adeta korka korka bakıyordu. Ama ben yılmadım, içimde beni ona çeken bir şey olduğunu hissediyordum. Bir ay sonra, durup dururken Goryançikov’un evine gittim. Tabi bu, hiç de yakışık alır, nazik bir hareket değildi. Goryançikov, şehrin ta öbür ucunda, kasabalı basit bir ihtiyar kadının evinde kirayla oturuyordu. Kadının ve-remli bir kızı, kızının da on yaşlarında, nikahsız doğ-muş güzel, şen bir kızcağızı vardı, içeri girdiğim zaman Aleksandr Petroviç kıza okuma dersi veriyordu. Beni görünce, bir cinayet üstünde yakalanmış gibi şaşırdı. Fena halde bozuldu, oturduğu sandalyeden fırladı, bana dik dik bakmaya başladı. Nihayet ikimiz de oturduk. Goryançikov bakışlarımı dikkatle izliyor, belki de bu bakışlarda bambaşka, esrar dolu bir mana buluyordu. Aklını oynatma derecesinde evhama kapıldığını anladım. Bana nefretle bakıyor: “Buradan ne-zaman defolup gideceksin be adam?” diyecek gibi oluyordu. Hiç konuşmuyor, sadece nefretle gülümsüyordu Bizim kasabadan, günlük havadislerden söz açmaya başladım. Halbuki adamcağız herkesçe bilinen en basit şehir havadisini bilmek şöyle dursun, öğrenmeği de arzu etmiyormuş. Bölgemiz ve ihtiyaçları konusuna geçtim. Goryançikov, gözlerimin içine içine garip-bir bakışla bakıyordu ki, doğrusu konuşmamdan adeta utandım. Bununla beraber, onu, postada aldığım-elimdeki yeni kitap ve dergilerle az kaldı baştan çıkaracaktım. Daha sayfaları kesilmemiş olan kitapları ona uzattım. Goryançikov bunlara hırsla dolu bir bakış fırlattı. Ama derhal niyetinden vazgeçti, işinin çokluğunu bahane ederek, teklifimi reddetti. Nihayet kalkıp gittim. Dışarı çıkınca, kalbimden ezici bir ağırlığın kalktığını hissettim. Utanmıştım. Kendini bütün dünyadan mümkün olduğu kadar
saklamağı başlıca gaye bilen bu adamı rahatsız etmeği gayet budalaca bir hareket buldum. Ama olan olmuştu bir kere… Odasında hemen hemen hiç kitap görmediğimi hatırlıyorum. Şu halde, Goryançikov’un çok okuduğu hakkındaki söylentiler doğru değildi. Gene de bir iki kere, gecenin geç vaktinde, evinin önünden arabayla, geçerken pencerelerinde ışık görmüştüm. Şafak sökene kadar oturarak ne yapıyordu acaba? Bir şey mi yazı-yordu?.. Böyle ise yazdığı şeyler ne olabilirdi.
İş yüzünden şehrimizden üç ay kadar uzaklaşmak zorunda kaldım. Kışın dönüşümde, Aleksandr Petroviç Goryançikov’un sonbaharda öldüğünü öğrendim. Tek başına ölmüş; bir kere olsun, doktor çağırmamıştı. Şehirde onu hemen unuttular. Evi boş duruyordu.
Kiracısının en çok neyle uğraştığını, bir şey yazıp yazmadığını öğrenmek maksadı ile derhal ev sahibiyle ahbap oldum. Kadın, yirmi köpek karşılığında, bana ölenden kalma bir sepet dolusu kağıt getirdi. İhtiyar kadın, bunlardan başka, iki defteri olduğunu söyledi. Asık suratlı, az konuşur, ağzından doğru dürüst laf alınması mümkün olmayan bir kadındı bu… Kiracısı için yeni bir şey söylemedi Anlattığına göre, Goryançikov hiçbir zaman bir şey yapmıyor, aylarca eline ki-tap kalem almıyormuş. Bununla beraber, geceleri odasında dolaşır, bir şeyler düşünür, hatta bazan kendi kendine konuşurmuş. Küçük torunu Katya’yı çok severmiş.
Çocuğu, hele adının Katya olduğunu öğrendikten sonra sevip okşamaya başlamış. Her yıl, Katerina gününde kiliseye giderek birisi için matem ayini ya-parmış. Misafir sevmezmiş.
Sokağa, ancak ders vermek için çıkarmış. Haftada bir odasını, şöyle üstün körü bile olsa temizlemeğe gelen ev sahibi koca karıya yan yana bakarmış. Üç yıllık kiracılığı zamanında onunla hemen hemen hiç konuşmamış.
Katya’ya, öğretmenini unutup unutmadığını sordum. Küçük kız bir şey söylemeden baktı, sonra duvara dönerek ağlamaya başladı. Demek ki bu adam, tek bir insana olsun kendini sevdirebilmişti.
Kağıtlarını alıp götürdüm ve bütün günü onları karıştırmakla geçirdim. Bu kağıtların dörtte üçü, bir-takım önemsiz kağıt parçaları ile öğrencilerin güzel yazı ödevleriydi.
Ama aralarında, oldukça kalın, ufak yazılarla yazılmış ve bitmemiş, belki de yazanın bıraktığı, unuttuğu bir defter vardı. Bu, bağsız bağlantısız yazılmış olmakla beraber, Aleksandr Petroviç Goryan-çikov’un on yıllık sürgün hayatının hikayesiydi. Hika-yenin arasına, yer yer, başka hikayeler sokulmuştu. Bunlar, sanki bir mecburiyetle, sinir gerginliği anlarında yazılmış garip, korkunç hatıralardı. Bu parçala-rı birkaç defa okuduktan sonra, delilik halinde yazıldığına aşağı yukarı kanaat getirdim. Fakat Goryan-çikov’un, müsveddesinin bir yerinde, “Ölüler Evinden Sahneler” adım verdiği sürgün hatıralarının az çok merak çekici şeyler olduğunu gördüm. Yepyeni, bu ana kadar hiç bilmediğim bir alem; bazı olayların garip özellikleri, mahvolmuş bir kütleye ait bazı özel notlar… Bütün bunlar beni pek sardı. Bazı şeyleri merakla okudum. Tabii, bunların ilgi çekiciliği üzerinde yanılmış olabilirim. Deneme için önce iki üç bölüm seçiyorum. Hükmü, okuyucular versinler…
Hapishanemiz kalenin kenarında, tabyaların yanındaydı.
insanın belki bir şey görürüm diye, arasıra çit atalığından dünyaya baktığı olur. Ama görüp göreceği, göğün ufak bir parçası, bir de yabani otlar sarmış-yüksek, toprak bir tabya…
Nöbetçiler tabyanın üstünde gece gündüz aşağı yukarı dolaşırlar. Yılların geçeceğini, senin, hep böyle gelip ancak bir çit aralığından etrafı seyredebileceğini, hep aynı tabyayı, aynı: nöbetçileri, aynı küçücük gök parçasını, ama hapsane-üstündeki gökü değil de başka, uzaktaki hür gökün. bir parçasını göreceğini düşüneceksin. Gözünüzün önüne iki yüz adım boyunda, yüz elli adım eninde kocaman bir avlu getiriniz. Bu düzgün olmayan altı köşeli avlu, yüksek kazıklar arasına çekilen bir çitle çevrilmiştir. Toprağa derince gömülmüş olan bu çitin uzun, uçları sivri kazıklarının köşeleri birbirine bitişiktir. Kazıklar enli tahta parçalarıyla birebirine eklenmiştir. İşte bu, hapishanenin dış duvarıdır. Duvarın bir yanında, daima kapalı, nöbetçilerin gece gündüz bekledikleri sağlam, çift kananlı bir kapı vardı. Kapılar, mahpuslar çalışmaya gönderildiği vakit, verilen emir üzerine açılırdı. Bu kapının öte yandan aydınlık, hür bir dünya vardı; insanlar, bütün insanlar gibi yaşarlardı. Ama duvarın bu yanındakiler için o dünya, sadece bir masaldır. Burada bambaşka, hiçbir yerinkine benzemeyen bir alem vardı.
Kendilerine göre kananlar, kendilerine göre elbiseler, ahlak ve adetler ve diri ölü bir ev…
Hiçbir yerde olmayan hayat, bambaşka insanlar. Ben de işte bu, bambaşka köşeyi yazmaya başlıyorum.
Dışardan avluya girdiğiniz zaman, içinde birkaç bina görürsünüz. Geniş iç avlunun iki yanında uzun tek katlı iki yapı yer alır. Burası kışladır. İçinde, sınıflara ayrılmış mahpuslar otururlar. Bundan başka, avluda bunun gibi bir yapı daha var. Bu da, iki bölüğe ayrılmış mutfaktır. çtede bir yapı daha… Orada, aynı çatı altında kilerler, ambarlar, odunluklar bulunur. Ortası boş olan avlu düz, oldukça büyük bir alandır. Burada mahpuslar sıraya girerler. Sabah, öğle, akşam, bazan da, nöbetçilerin vesveselerine ve mahpaslan saymaktaki ustalıklarına göre birkaç sayını, birkaç yoklama daha yapılır. Binaların etrafında, binalarla duvar arasında epey mesafe vardır. Burada, yapılar arkasında, ve gamlı tabiatlı mahpuslar, boş vakitlerinde, bütün gözlerden uzak, düşüncelerine dalıp dolaşmağı severler. Bu gezintilerde onlarla karşılaşınca, damgalı, üzgün yüzlerine bakarak, neler düşündüklerini anlamaya çalışmaktan zevk alırdım. Sürgünlerden biri, işi olmadığı zamanlarda çitin kazıklarını saymağı pek severdi. Bin beş yüze yakın kazığın hepsi sayılı, her biri işaretliydi. Her kazık, bir günü gösteriyordu. Her gün bir tanesini işaretliyordu. Hesaymadığı kazıkları, yani müddetini doldurması için hapishanede daha kaç gün kalacağını gözüyle görüyordu. Altıgenin bir kenarı bitince, içten sevinirdi.. Daha uzun yıllar beklemesi lazımdı. Ama hapiste vakit, sabırlı olmayı öğrenecek kadar boldu. Bir defa, yirmi yıl sürgünde kaldıktan sonra hürriyete kavuşmuş bir mahpusun arkadaşlarıyla nasıl vedalaştığını gördüm. Bu adamın hapishaneye ilk girişini hatırlıyanlar vardı. Gençti, pervasızdı: ne suçunu, ne de cezası-n’ düşünürdü.
Şimdi aksaçlı, kasvetli, üzgün yüzlü bir ihtiyar olarak çıkıyordu. Altı kışlamızın hepsini sessizce dolaştı. Her kışlaya girerken ikonaların karşısın-da. dua ediyor, sonra birkaç arkadaşının önünde yarıbeline kadar eğilerek selamlıyor, helalleşiyordu. Bir vaka daha hatırlıyorum. Mahpuslardan birini, eskiden” hali vakti yerinde olan Sibiryalı bir köylüyü, bir akşam üstü kapıya çağırdılar. Bundan altı ay önce eski karısının başkasıyla evlendiğini haber almış çok üzülmüştü. Bu sefer kadın hapishane kapısına arabayla gelmiş, onu çağırmış, sadaka vermişti. Bir iki dakika konuştular, ağlaştılar, ebedi olarak ayrılmak üzere ve dalaştılar. Kışlaya dönerken yüzünü gördüm… Doğru… burada insan sabırlı olmayı öğrenebilir.