Gabriel Garcia Marquez’in “Sevgiden Öte Sürekli Ölüm” Kitabı Üzerine Aziz Nesin’in Okuma Notları

Gabriel Garcia MarquezBu Kasabada Hırsız Olmaz öyküsü sevdiğim bir öykü… Ama sanki onu Marquez yazmamış. Ne biçimi, ne biçemi onun. Bu öykü için kitaba şu notu yazmışım: “Ne güzel yürüyor bu öykü… Bakalım nasıl son bulacak yada sonuna dek nasıl sürecek? Okuru coşkuyla ve duyguyla anlatıya katıyor; ustalığı burda.
Bu öyküde yazar, kendisi yan tutmadığı halde okurunu yan tutmak, hırsızdan yana olmak, hırsıza acımak durumunda bırakıyor ki bu bir ustalıktır. Çok güzel öykü!”
Dul Montiel öyküsü için kitaba yazdığım not: “Ulan bu ne be! Bu nasıl öykü ulan!
Her öykü aynı atmosfer, dekor, perde, aynı kişiler çevresinde geçiyor. Sanırım bunlar tek tek öyküler değil de bir dizi… Yada böyle bir izlenim bırakıyor.”

Üçüncü kitabını da okuyunca, adamın bütün numarası – benim için foyası – ortaya çıktı: Düşsel, masalsı bir hava içinde birtakım ve çoğu belli olağanüstülüklerle okurun başını dön-dürüp, gözünü boyayıp, sanki çok şey anlatıyormuş gibi hiçbir şey anlatmamak. O denli her şeyi anlatıyormuş gibi hiçbir şey anlatmamak ki, kimi solcular onu solcu, kimi sağcılar da sağcı sanıyorlarmış. Doğrudur. Sağcılar enayidir ama, solcunun da enayisi yok değil elbet.
Üç kitabını okudum. Adam olana yeter, çok bile… Üçünde de hep aynı şeyler. (Aynı numaralar demeliyim.)
Sevgiden Öte Sürekli Ölüm adlı kitapta 17 öykü var. Hepsini okudum, kimisini de iki kez… Örneğin kitaba adını veren Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Koskocaman Kanatlı Çok Yaslı Bir Bey, vb gibi.
Bu öyküler için, yazar üstüne genel kanım şu: Yazarın büyük düşgücü var. Ama bu büyük düşgücü neye yarıyor? Neyi anlatmak için bu düşgücü?.. Olağanüstü imgelem gücü var. Ama amaçsız. Her sayfası bu renkli, alabildiğine abartmalı imgelemlerle dolu… Örneğin sayfa 238’de, yaşlı kadın gençliğinde şarkı söylediğini sayıklarken şöyle der: Bu şarkıyı avlulardaki papağanlar bile söylerdi.
Sayfa 237’deki şu imgelem şaşırtıcı: Geminin zır delilerden kurulu mürettebatı kadınları parayla değil, verdikleri canlı süngerlerle sevindiriyorlardı.
Yazar düş ve imgelemleri yakalayınca bırakmıyor, sonuna dek götürüyor götürebiliğince… Örneğin yukarıdaki tümce güzel bir imgelem. Ama orda bırakmıyor, zorlayarak şöyle sürdürüyor: Bu canlı süngerler sonradan evlerin içinde odadan odaya dolaşıyor, hastaneye yatırılmış hastalar gibi inildiyor ve çocukları ağlatıp gözyaşlarını içiyorlardı.
Canlı süngerlerin çocukları ağlatıp gözyaşlarını içmeleri olağanüstü bir imgelem,.. Ama niçin? Bu imgelem neye yarıyor? Bişeye yaramıyorsa, bir amacı yoksa, bir delinin amaçsız imgelemlerinden ayrımı olmaz… Hiçkimse, akıllı kimse, imgelemde deli beyniyle yanşamaz.
Yazarın abartmalarında sınır yok, sınırsız abartıyor, ama bu sınırsız abartmaları okurunu yadırgatmıyor. Örneğin sayfa 238’de bir aşk kadını şöyle övünür: Ben binlerce defa dünyayı çepeçevre dolaştım. Onlarca değil, yüzlerce değil, binlerce kez… Abartmalarında hep böyle olmazları, olanaksızları zorlar.
Olumlu olarak yazar için düşündüğüm şu: Öyle bir hava yaratıyor ki okurla pazarlığını, gizli anlaşmasını çok güzel başarıyor. Okur biçok olmaz şeyi ve olanaksızlıkları -hatta saçmayı aşan olanaksızlıkları – okuduğu halde, “Böyle saçmalık olmaz, gerçek yaşamda yok böyle şey!..” demeden, yazarın her sözünü, yaşam gerçeği olmayanları bile gerçek olarak benimsiyor. Bu bir yazar için büyük başarıdır. Örneğin yazar üç yıl, beş yıl hiç ara vermeden, durmadan yağmur yağdırabiliyor.
Örneğin sayfa 242-243’te yaşlı bir kadını öldürmek istemiyorsa, fare türünü toptan öldürebileceğini söylediği arseniği pastayla yedirdiği kadını yine de öldürmüyor, patlayan bomba da öldürmüyor kadını. Bıçaklanan bu kadının kanı yeşil renkli.
Bunlar güzel, çok güzel şeyler de ben yine de “Peki ama niçin? Neye yarıyor?” diye soruyorum. Evet, sanat bir oyun elbet… Ama ereksiz bir oyun mu? Salt zaman geçirmek için mi ta başlangıcından beri?..
Kitaba yer yer şu notları da yazmışım:
“Marquez i okurken, onunla hiç ilişkisi olmayan Mala-parteyi, Pitigrilli’yi anımsadım. Adamlar ne denli ünlüydüler, nasıl da unutulup gittiler…”
Nasıl bir ilişki kurmuşum aralarında?.. Sanırım bunca ün patlaması yapan Marquez de unutulacak demek istiyorum. Sanatının bir amacı olsa unutulmaz… Bakalım zaman ne gösterir?
Başka bir not: “Bir yazar yazarsa, bu öyküleri kalemiyle değil, düdüğüyle yazar, bunlardan daha güzel olur hem de…”
“Bana bu adam oyun yazamazmış gibi geliyor. Acaba yazmış mı? Öğrenmek isterim…”
Yazarın lehine bir nokta: Öyküleri, çağrışımlar getiriyor, anımsamalara yarıyor.
Nabo Melekleri Bekleyen Zenci Öyküsü için şöyle yazmışım: “Biçim öne geçiyor. Ama ne anlatıyor? Anlattığının değeri ne? Okura ne katkıda bulunuyor ve ne kertede katkıda bulunuyor? Okumak için verdiğimiz zaman, okur olarak bizim en büyük değerimizdir; diyelim ki yarım saatlik bir yaşam değeri. Buna karşılık yarım saatte okuduğumuz bu öykünün yaşamımıza katkısı nedir? Gerizekâlı, gelişememiş bir kız çocuğu… Yine gerizekâlı bir zenci yada yerli… Alnına at çifte savurup beynini sakatlamış; onbeş yıl biyere kapatılmış. Evet ama ne olmuş yani?
Uzun adlı öyküler…
Isabel’in Macanddda Yağmuru İzlerken Kendisiyle Konuşması öyküsü için notum şu: “Yine o hiç dinmeyen yağmur izleği… İzlek değil bu, motif… Çünkü Marquez’de hiç izlek yok yada ben bulamadım. Bu öyküyü okuduktan sonra kendime soruyorum: Ne kaldı bende bu öyküden? Geriye kalan ne? Nasıl bir iz, nasıl bir izlenim? Yokluyorum kendimi: Hiçbir tortu bile yok… Hiçbişey anımsayamıyorum öyküden… ille de öykünün bir iskeleti, bir olayı olsun demiyorum. Ama bir organik yapıyı dik tutacak gerekli ne varsa (iskelet, olay, ana düşün, izlek) bunların hiçbiri yok öyküde…”
O Günlerden Birinde öyküsü için notum: “Bir işçi öyküsü… Bunu amatör bir Türk yazarı yazmış olsaydı, yayımlatacak yer bulamazdı. Ne bu şimdi yani? Herhalde Marquez ünlendikten sonra bu öyküsü dünya dillerine çevrilmiştir.”
Bu Kasabada Hırsız Olmaz öyküsü sevdiğim bir öykü… Ama sanki onu Marquez yazmamış. Ne biçimi, ne biçemi onun. Bu öykü için kitaba şu notu yazmışım: “Ne güzel yürüyor bu öykü… Bakalım nasıl son bulacak yada sonuna dek nasıl sürecek? Okuru coşkuyla ve duyguyla anlatıya katıyor; ustalığı burda.
Bu öyküde yazar, kendisi yan tutmadığı halde okurunu yan tutmak, hırsızdan yana olmak, hırsıza acımak durumunda bırakıyor ki bu bir ustalıktır. Çok güzel öykü!”
Dul Montiel öyküsü için kitaba yazdığım not: “Ulan bu ne be! Bu nasıl öykü ulan!
Her öykü aynı atmosfer, dekor, perde, aynı kişiler çevresinde geçiyor. Sanırım bunlar tek tek öyküler değil de bir dizi… Yada böyle bir izlenim bırakıyor.”
Cumartesiden Sonraki Günlerden Biri adlı öyküsü için kitaba yazdığım not: “Olmayacak olaylar anlatır: Aylarca değil, yıllarca dinmeden yağan yağmur. Ölüp düşen, telleri altın kuşlar… Neyin simgesi bunlar? Hiç!.. Bilgiç eleştirmenler kendilerini zorlayarak gerekçe diye bir bahane uydurabilirler…” Yapma Güller öyküsüne yazmışım: “Ne bu be!” Beyhude Zamanlar Denizi öyküsünü iki kez okudum. Önce soluncanlar gibi yaptılar, sonra tavşanlar gibi yaptılar, sonunda kaplumbağalar gibi yaptılar, derken dünya hüzün doldu ve yine hava karardı, (sayfa 99)
Bu satırları özellikle aldım. Bunlar ayrıntılar. Ama ana konuyla ne ilişkisi var? Hiç! Ayrıntılar ana gövdeyi oluşturmak ve daha iyi ortaya çıkarmak için gereklidir. Böyle bir neden olmadan ayrıntılar doldurulursa, bir öykünün içine konuyla ve bütünle ilişkisiz yada yan ilişkili yada dolaylı ilişkisi olan yada hiç ilişkisiz pekçok şey tıkıştırılmış olur.
Öyküleri çok dal salıyor, çok uç veriyor; tıpkı asmalar nasıl sülük salarsa, o sülük de her değdiği yere tutunmaya çalışıp sanlırsa, Marquez’in öykülerinin dalları da öyle… Salt öyküleri değil, romanları da öyle. Bence bu fışkınları, dalları kesmek, budamak gerekir ki (ağaçlarda olduğu gibi) anlatının ana gövdesi güçlensin… Örneğin çizdiğim yerler, konunun işe yaramayan, gereksiz fışkınlarıdır:
Onbire doğru müzik kesildi. Çoğu kimse denizin üzerinde görünen koyu buluta bakıp yağmur yağacağına inandı ve yatağına çekildi. Oysa bulut alçaldı, kısa bir süre suyun üstünde yüzdükten sonra battı. (Sayfa 100)
Bu tümceyi çıkarıp atsak öykü hiçbişey yitirmez, kazanır. Gereksiz…
(…) durmadan sütlü kahveye banılmış ekmekler yedi. (Sayfa 102)
Neden? Bu söz ne katıyor öyküye? Sütlü kahveye değil de çaya bansa ne olur, hiçbişeye banmasa ne çıkar!..
işte yine abartmalar: Sayfa 108’de yıllar süren uykular… Günlerce, aylarca süren uykular… Yıllarca süren yağmurlar Günlerce süren oyunlar… Bu olağanüstü fantezilerden biri biterken öbürü baslar. Yazı tekniğinin mekanizması şu: Olağanüstülük. Olmayacak şeyler… Sayfa 110’da ölülerin atıldığı denizden gül kokulan gelmesi…
Hanım Ananın Cenaze Töreni öyküsü Başkan Babamızın Sonbaharı romanının bir benzeri… Bu öyküyü Yüzyıllık Yalnızlık romanının herhangibir yerine koyabilirdi ve yadırganmazdı da.
Salı Öğleüzeri öyküsü, Bu Kasabada Hırsız Olmaz öyküsü gibi bellekte kalan, iz bırakan bir öykü. Okuduktan sonra okurda öykünün ağırlığı, izi somut ve özdek olarak kalıyor.
Mucizeler Satıcısı İyi Kalpli Şarlatan öyküsüyle ne anlatıyor? Ne diyor? Tıpkı o ortaoyunu tekerlemesi gibi… -Anladım anladım ama ne diyor? …’a diyor Kim diyor? … diyor. Ne diyor?
Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı. Bu öyküdeki abartmalar ne için? Ne anlatmak istiyor? Yine olağanüstüler ve doğaüstüler… Upuzun bir ölü…
Herşey neden doğaüstü, olağanağüstü? Öykülerindeki kişilerin çoğu — biriki öyküsünün dışında – yersiz ve zamansız, yani coğrafyasız kişiler. Üstelik insancıl amacı da olmadığından öykülerin, geneli de bulamıyorlar.
Romanında da, bir öyküsünde de Türk geçiyor (sayfa 170). Ne ilişkisi var Kolombiya’yla Türk’ün?.. Hayret!
Ne şaşılası bişey! Kolombiyalı bir yazarın kitapları üzerinde bu denli duruşum hiç aklına gelir mi ve gelir miydi Marquez’in?

Aziz Nesin
1 Mayıs 1981 Vakıf
Kaynak: Okuma Güncesi, Nesin Yayınevi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz