FURUĞ’UN ÖYKÜSÜ: BEN, BABAM VE AĞAÇ – CELAL HOSROVŞAHİ

İlkbahar geldiğinde onlar da göründü. Başlangıçta sayıları çok değildi. Zaman zaman kendilerini yavaş hareketlerle bir daldan öbür dala sürükledikleri fark ediliyordu. Arada sırada içlerinden biri halsizlikten ‘pat’ diye yere düşüyordu. Yanma gittiğinizde görüyordunuz; tüm gövdesi kasılmalarla kıvranıyor, durmadan havayı tırmalıyordu. İlk günlerde ağacın çevresinde gezinirken onlardan birkaçının gün boyu yere düştüklerini görüyordum. Başlarında duruyordum, saatlerce… Ve elleri, ayaklarıyla havayı tırmalayışlarmı seyrediyordum. Boşunaydı çırpınışları ve kurtulmaları olanaksızdı. Her zaman böyle oluyordu. Her biri yere düşünce önce telâşla çırpmıyor, havayı tırmalıyor, ama gittikçe halsiz düşüp sonunda toprağa kıpırtısız uzanıyordu. İşte tam o sırada görünüyordu ilk karıncalar… Onun çevresinde bir süre dolanıyor, küçük duyargaları ile gövdesinin enini boyunu ölçüyorlardı. Duyargaların ilk dokunuşuyla o telâşsız ve yorgun beden bir an canlanır ve açılır gibi oluyordu. Elleri, ayakları birkaç kez kıpırdıyordu, ama hiçbir sonuç vermiyordu bu.

Sanki görünmez bir yerden kaynıyordu karıncalar… Bir anda onun gövdesini tümüyle kaplıyorlardı. Her biri bir yana çekiştirerek ufacık parçalar koparıyorlar ve alıp götürüyorlardı. Güneş, bu şekilsiz gövdede nasılsa kalmış birkaç damla suyu da emiyordu. Sonunda, ağacın altında kurumuş, siyah, ne olduğu anlaşılmayan bir şey kalıyordu.

Evet, tam böyle oluyordu. İlk günlerde, onlardan biri düşünce, yanma gidip gösteriyi sonuna kadar izliyordum. Ama giderek sayıları çok arttı. Öyle ki yeryüzünün tüm karıncaları gelse, onlarla başedemezdi.

Çoğu geceler uykusuz kalıyordum. Yatağımda oturup kulak kesiliyordum. ‘Pat… pat…’ diye düşüşlerini dinlemek için.

Sonraki geceler hiç uyuyamaz oldum. O ses, sürekli kulaklarımdaydı. Bir gece, pencere kıyısında otururken annemin ağladığını duydum. Annem daha önceleri de çok ağlardı. Tanıyordum onun ağlayışını. Kesik hıçkırıklarla sarsılır, arada ağzından bir ağıta benzeyen anlaşılmaz sözcükler dökülürdü. O gece de aynı biçimde ağlıyordu. Ama sanki ağıt sesine ‘pat… pat…’ sesleri de karıştı. İçimde bir şeyin düşüp kırıldığını duydum. Onlar ‘pat… pat…’ düşüyorlardı ve annem ağlıyordu. Bağırarak odamdan dışarı fırladım. Annemin yanına koşarken başıma ‘Pat…’ diye bir şeyin düştüğünü duydum. Gerisini hatırlamıyorum.

Annem dedi ki:

“Artık bu ağaç yaza çıkmaz! Bütün avluyu sardı, karıncalar, onları alıp götürmek için sıraya girdiler. Ama o kadar çoklar ki karıncalar başedemiyor… Her gün kaç kez süpürüyorum avluyu. Yararsız. Kapımızın önündeki çöp tenekesinde onlarla karıncalardan başka hiçbir şey yok. Avlumuzun tek ağacı da gitgide o şeylere dönüşüyor. Karıncalar onu da parça parça alıp götürecekler yuvalarına. Kışın erzağını hazırlayıp rahat etmek için… Karıncalar kışın tohum bırakacaklar yuvalarına. O tohumlardan genç karıncalar doğacak. Ve ilkbaharda, karıncalardan yeni bir ağaç belirecek avlumuzda.”

Evet, avlumuzun tek ağacı… Mevsimlerin aynasıydı. Çıplak dalları kışın titrerdi sanki soğuktan. Ve somurtkan, acımasız gökyüzünden bir parça günışığı dilenirdi. İlkbaharda, yeşil, saydam yapraklarla süslerdi gövdesini. Eski baharların anıları tazelenirdi böylece. Ama asıl yazları, ihtiyacımız olurdu ona. Gölgesini cömertçe sunardı. Yakıcı güneşe yiğitçe göğüs gererdi. Akşamüstleri gün batarken, gölgesi uzardı. Avlu yıkanır, süpürülür, ağacın gölgesine bir hah serilirdi. Orada, semaverin umutlu sesleriyle çay bardaklarının çınlayışları birbirine karışırdı. Annem telâşla koşuşur, çayları hızla hazırlardı. Hepimiz semaverin çevresinde toplanırdık.

Geçen yaz da böyle geçti. Babam henüz yaşıyordu. Yatağı, ağacın gölgesine serilirdi. Kollarına girerek odasından çıkarır, yatağa getirip yatırırdık. Annem arkasına yastıklar koyarak doğrulturdu gövdesini. Orada öylece oturur, ağır ağır nefes alarak bize bakardı. Ölüm sert bir vuruşla sakatlamış, ama işini bitirmemişti babamın. Hareket edemiyor, konuşamıyordu.

Hekimler,

“İkinci vuruşu beklemek gerek,” demişlerdi. “Onu da atlatırsa ölmez…”

Ama biz biliyorduk, onun ikinci vuruşa dayanamayacağını.

Yazdan birkaç ay sonra, kış başlarken geldi ölümün ikinci vuruşu. Bu ağaç yaza çıksa bile, yok olsa bile onlar ve karıncalar, bu karabasan sona erse, akşamüstleri avlu yıkanıp süpürülse, semaverin sesi yayılsa bile ortalığa, artık babam arkasında yastıklarla orada yatmayacak, ağır ağır soluk alarak sessiz bakışlarla bakmayacaktı bize.

Yaşlı komşumuz gelirdi kimi zamanlar. Babamın halini hatırını sormaya. Semaverin yanma oturur, titreyen çenesi, tıkırdayan takma dişleriyle birşeyler söylerdi. Tespih çekerek dualar mırıldanırdı. Annem, yüzünü örterek bir köşeye çekilir, dururdu. Yaşlı komşumuz kalkar giderdi bir süre sonra. Avlu daha da tenhalaşırdı…

Evet, bu ağaç yaza çıkmaz. Ölüyordu ağacımız. Onlara dönüşüyor, yere dökülüyordu. Karıncalar onu alıp derin, karanlık, iç içe ve gizemli yuvalarına taşıyorlar, orada biriktiriyorlardı.

Sonunda belki bir çare bulur, diye yaşlı komşumuza haber gönderdik. Babamın ölümünden sonra

hiç gelmemişti bize. Arada sırada sokakta karşılaşıyorduk. Bir akşamüstü, gün batarken geldi. Utangaç ve kederli bir hali vardı. Tespihi gene elindeydi, ağır ağır çekiyordu.

Annem yüzünü örterek bir köşeye kıvrıldı. Yaşlı adam, babamla konuşur gibi gözlerini yere eğip annemin halini hatırını sordu. Ben, sinirli ve tutuk bir sesle durumu anlattım. Biraz düşündü. Sonra,

“Gidip bir bakalım,” dedi.

Gece inmişti. Gazla çalışan feneri yakıp avluya çıktık.

Ağacın çepeçevre altında, küçük gövdeler kıpırdaşıyordu. ‘Pat… pat…’ sesleri bir uğultu gibiydi. Annem,

“Daha bir saat bile olmadı süpüreli,” dedi, ağlamaklı bir sesle. “Durmadan dökülüyorlar… Tanrım, sen bize yardım et.”

Yaşlı adam gözleri yerde, kendisiyle konuşur gibi mırıldanarak, küçük gövdeleri inceledi. Sonra, başını kaldırarak, ağacın, cüzzamlı bir yüz gibi dökülen dallarına ve gövdesine son bir göz attı. Odaya döndüğümüzde, dehşetle fark ettim; yaşlı komşumuzun omuzlarında da birkaç tanesi kıvranıyordu. Yaklaşıp elimle savurdum, onları. Annem bir mendile doldurup dışarı attı.

Yaşlı komşumuz,

“Önce ağacın toprağını değiştirelim diyecektim, ama vazgeçtim,” dedi. “Çünkü toprak da onlarla karışmış. Çaresiz, söyleyelim de gelip kessinler, götürsünler ağacı…”

Ertesi gün yaşlı komşumuzun çağırttığı birkaç kişi geldi. Ağacı kökünden kazıyıp götüreceklerdi.

Annem, odada oturuyordu. Çevresini çarşaflı kadınlar sarmıştı. Onu avutmaya çalışıyorlardı. Her yanda ağıt sesleri… Bir başka odada erkekler toplanmıştı. Yüzleri yorgun ve somurtkandı. Sabah olmasına karşın, kapalı gökyüzünden ötürü odalar yarı karanlıktı. Babam, arka odada upuzun yatıyordu, üstüne çekilmiş bir çarşafla. Gece, bir Hafız, sabaha kadar başucunda Kuran okumuştu. Ben ve dayım onu dinledik. Gecenin ilerlemiş bir saatinde uykum geldi. Düşümde babamı gördüm. Avludaki ağacın yerinde duruyor, ellerini iki yana açıyordu. Gövdesi onlarla kaplıydı. Arada sırada biri babamın gövdesinden ‘pat’ sesiyle yere düşüyordu. Onlar düştükçe, babam da küçülüyordu sanki. Bir gülümseme vardı babamın yüzünde. Gülümseyerek parçalanıyordu. Uykudan silkinerek uyandım. Hafızın, geceyi daha da derinleştiren sesi sürüp gidiyordu. Babama baktım. Çarşafın altında upuzun yatıyordu. Sanki şimdi daha da küçülmüştü gövdesi.

Gün ağarırken Hafızın sesi yavaşladı, sustu. Siyahlar giymiş adamlar doldurdu odayı. Bir sessizlik anında, cenaze arabasının kapıya geldiğini duyduk.

Atlı araba kapıdaydı. Kökünden kazınıp kesilmiş ağaç, avluya uzatılmıştı. Döşeme onların gövdeleriyle kaplıydı. Ve karıncalar çılgınca bir o yana, bir bu yana koşuşuyordu. Ortalık yerde, derin bir çukurun başında birkaç kişi duruyor, alınlarmda biriken teri siliyorlardı, çukurun yanında, küçük bir toprak yığını… İki kişi çukurun içindeydi. Getirilen cenazeyi alarak dibe koydular. Dualar ve kadınların çığlıkları birbirine karışıyordu. Erkeklerin omuzları sarsılıyordu.

Şişman bir kadın, örtüsüyle sarmış, kucaklamıştı annemi. Avutmaya çalışıyordu. Babamın, beyaz örtüler içindeki bir bohçayı andıran ölüsü üstüne toprak dökülüyordu. Örtünün beyazlığı, gittikçe toprağın koyu rengi altında siliniyordu. Ağıt sesleri, mezarın içindeki toprakla birlikte yükseliyordu. Her şey öylesine düzenle yürüyordu ki, önceden birçok kez prova edildiği düşünülebilirdi.

Çukur doldurulmuştu. Şimdi üstüne tuğlalar döşeniyordu. Avlu, karıncalar, insanlar ve onlarla doluydu. İki kanadı da sonuna kadar açıktı avlu kapısının. Ağaç dışarıya sürükleniyordu. Ardında onlardan küçük yığınlar bırakarak… Sanki ağaç, tohum bırakıyordu arkasında… At arabasının üstüne yerleştirildi. Kökleri ön taraftaydı, arkada, dalları yere sarkıyordu. Sokağa bakan pencerelerde başlar görünüyordu. Kerpiç bir yüzeye başlar çakılmış gibi… Korkuyla dışarı fırlamış, gözler görüyordum.

İçeri girdik. Kapıları, pencereleri kapattık. Annem odanın köşesine büzülmüş titriyor, çarşaflı şişman bir kadın üzerine kapanarak avutuyordu onu. Dışarıda onların ve karıncaların odamıza doğru geldiklerini görüyordum. Karıncalar daha hızlıydılar. Duvarlara tırmanıyorlardı.

Birden, avlunun ortasında, tam ağacın olduğu yerde yaşlı komşumuzu gördüm. Orada öylece, dimdik durmuş, ellerini iki yana açarak gülümsüyordu. Onun da bedeni onlarla kaplıydı. Arada sırada yere düşerlerken çıkan sesler duyuluyordu: ‘Pat… pat…’

Ağaç gitmişti, ama onları ve karıncaları bırakmıştı arkasında. Öyle geldi ki, tüm ev çürüyor ve parçalanıyordu. Sürünerek kaplıyorlardı tüm duvarları, sütunları, döşemeleri. Ev dökülüyordu. Küçük parçalar halinde. Şişman kadın da parçalanıyordu, altında titreyen ve çığlıklar atarak küçülen annem de… Ben de… Karıncalar parçalarımızı yuvalarına götürmeye hazırlanıyordu.

Pencereleri ve kapıları kapamanın ne kadar boşuna olduğunu düşündüm. Eğildim. Odamızın tek iskemlesini aldım. Bütün gücümle vurdum pencereye. Açılan boşluktan dışarı fırladım.

Celal Hosrovşahi
K: Furuğ’un Öyküsü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz